[voiserPlayer]
Bazı diziler vardır her yıl değeri daha da artar. Belki de artmaz! Değeri zaten çok yüksektir ve bu değer her geçen yıl daha da iyi anlaşılır. İşte Six Feet Under da tam böyle bir dizi!
2001 yılının Los Angeles şehrine gidiyoruz diziye başladığımızda. Fisher&Sons Cenaze Evi’nde buluyoruz kendimizi. Bir Noel arifesidir ve ailenin tüm üyeleri bu günde bir araya gelirler. Büyük çocuk olan Nathaniel Jr. (Nate) Seattle’dan dönmektedir. Babası Nathaniel, onu havaalanından almaya gitmektedir. Ancak yolda bir kaza meydana gelir ve ailenin babası Nathaniel Fisher hayatını kaybeder. Bu ani ölüm ailede büyük bir buhran yaratır.
Böyle bir girişle başlayan dizinin yavaş yavaş açılarak geniş bir karakter dünyasını içine aldığına şahitlik edeceğiz. Bölümler boyunca diziye dahil olan karakterlerin her birinin bambaşka bir dünyası olduğunu göreceğiz. Diziye dahil olan Los Angeles’ın farklı insan profilleri de sırıtmaz ve diziye bir bütünlük katar.
Öncelikle ABD’deki Funeral Home (Cenaze Evi)’nin kullanımını açıklamak gerekir. Buradaki temel iş, gelen mevtanın uyuyan bir canlı gibi gözükmesini sağlamaktır. Aslında ailesinin son kez göreceği ölünün, zihinlerinde hep o canlılıkla görünmesi amaçlanmaktadır. Böylece ölünün tüm yakınları ona son kez baktıklarında hep mutlu ve canlı olacağına dair bir hisse kapılırlar ve onu bu şekilde hatırlarlar.
Nate, Seattle’da yaşadığı için ailesinin hangi düşüncelere sahip olduğunu, zihin dünyalarını bilmemektedir. Keza ailenin diğer üyeleri de Nate’in nasıl birini olduğunu iyi bilmemektedir. Nate, dizi bölümleri boyunca büyük değişimler geçiren bir karakterdir. Seattle’dan Los Angeles’a geldiği günden itibaren tüm hayatı değişmiştir aslında. Hayata dair olan bakış açısı da hızla değişmeye başlayacaktır.
İlk zamanlar ailesine karşı olan umursamaz tavırları giderek kendini, aileyle bağlarının yoğunlaştığı bir evreye sürükleyecektir. Böylece kardeşi David ile baba mesleği olan Cenaze Müdürlüğü’nü yürüteceklerdir. Tabii bir yandan da hayatında önemli değişikler olacak ve bir hata sonucu bebeği olacaktır. Nate’in hayatında bambaşka bir noktaya geldiğini gösteren bir durumdur bu.
David ve Claire ise aile evinde durmaktadır. David baba mesleği olan cenaze işiyle ilgilenir. Claire’in abilerine nazaran yaşı daha küçüktür ve lise çağındadır. Bölümler boyunca iki karakterin geçirmiş olduğu gelişimler, izleyiciye büyümenin sancılarıyla bir arada gösterilir. Hayatın aslında hiç de kolay yaşanmadığını, hayatlarımızda her günü farklı sorunlarla uğraştığımızı ancak tüm bunlara rağmen yaşama devam ettiğimizi anlatır.
Anne karakterini canlandıran Ruth da kocasını kaybetmenin acısını bir süre yaşar. Ancak çocuklarıyla ilişkisi hiç istediği gibi olmaz. Bazen ilişkilerini belli bir düzene sokmak için mücadele ederken kimi zaman bu mücadeleyi bırakır. Hayatında sürekli bir şeylere geç kalmanın acısını yaşar. Kendisinin yaşayamadığı güzel hislerin, çocukları tarafından yaşanması için gayret eder. Kendisini düşünüp bir şeyler yapmayı kimi zaman vicdan azabıyla sonlandırır. Evrensel bir anne profili çizildiğini söylemek yanlış olmaz.
Fisher ailesinin üyeleri bunlardır. Nate’in Los Angeles’a gelirken tanıştığı Brenda karakteriyle bölümler boyunca ilişkisi devam edecek ve nihayetinde de evleneceklerdir. David’in sevgilisi olan Keith de bölümler boyunca varlığını sürdürecek ve zamanla daha derin bir ilişkiye evrilecektir bu birliktelik. Diğer karakterlerden en önemlisi de Rico’dur. Cenaze Evi’nde çalışan Rico sanki aileden biridir. Zaman zaman fikirleri değişip maceralara atılsa da tekrar Cenaze Evinde’ki işine döner. Ailesiyle olan ilişkisi de zaman zaman değişiklik gösterecektir.
2001 yeni bir çağın başlangıcını simgeliyor. İkinci bin yıla girilmiştir; her şeyin çok daha farklı olacağı, bir şeylerin değişeceği inancı insanların zihinde 2000’lerin başında büyük bir yer kaplamıştı. İnsanlar, çevre, sosyal ilişkiler, dünyayı kavrayışlar, inançlar ve bunun gibi pek çok şey değişmeye başlamıştı. Böyle bir dönemde yayınlanmaya başlayan Six Feet Under, insanların en korktuğu gerçeklik olan “ölüm” olgusunu bölümler boyunca zihinlerimizde canlı tutarak yaşadığımız anın değerini bilmemiz gerektiğini söylüyor.
Anne karakteri olan Ruth bir çiçekçide çalışıyordu. Burada bir sahnede ağlarken işyerinin sahibi ona ne olduğunu sorar. Ruth ona şu şekilde bir cevap verir: “Bugün insanlara yeni doğan bebekleri için, evlenecekleri için, yıldönümleri için çiçekler sattım. Uzun zamandır hiç bu kadar mutlu olmamıştım. İnsanların ağlayıp yorgun olmasına alışmıştım.” İşyeri sahibi de, “Merak etme, cenazeler için de çiçek satıyoruz.” şeklinde cevap verir. Ailenin yapmış olduğu cenaze işinin yaşamlarını ne kadar etkilediğini gösteren bir sahneydi. İnsanların mutluluğunu görerek belki de kendisinin hiç bu kadar mutlu olmadığını düşünmenin acısını hissetmişti. Çünkü Ruth varlığını diğer insanların varlığı ile hissetmekteydi.
Ölüm hâlinin her geçen gün biraz daha gündelik hayattan soyutlandığı bir zamanda tam da ölümün merkezine odaklanan bir dizi Six Feet Under. Ölümün, yaşamın bir parçası olduğunu gösteren ancak bunu zorla başa çıkılacak bir mesele haline getirmemek gerektiğine dair bir anlatı hâkim. Dizide, ölümün her an yanı başımızda olduğunu ve nasıl geleceğini gösteren en temel sahneler, her bölümün başında sahnelenmektedir. Böylece aslında, dünyada her an farklı şekillerde insanların yaşamlarının sona erdiğini ve bunun hep küçük dar bir çevre tarafından hissedildiği gösteriliyor.
“Melodi yok, notalar var yalnızca; binlerce küçük titreşim. Durup dinlenmiyorlar, eğilip bükülmez bir düzenle ortaya çıkıp yok oluyorlar; toparlanmalarına, kendileri için var olmalarına zaman kalmıyor. Koşuyor, acele ediyor, yanımdan geçerken bana sertçe çarpıyor ve yok olup gidiyorlar. Onları durdurmak isterdim. Ama birini durdursam, elimde iğrenç, baygın bir sesten başka bir şey kalmayacağını biliyorum. Ölümlerini kabul etmeliyim, hatta istemem gerekiyor bunu. Edindiğim izlenimlerin pek azı bu kadar acı ve güçlüdür.”[1]
Aslında Sisifos miti çok uygundur insanın yaşamla olan mücadelesine. Sisifos kurnazlığıyla bilinen birisidir. Korinthos’un kurucusudur. Bir gün Zeus, Asopos’un kızı Aigina’yı kaçırırken Korinthos’tan geçtiğini görmüştür Sisifos. Kızını arayan nehir tanrısı Asopos’a, eğer Korinthos’ta bir ırmak çıkartırsa kimin kaçırdığını söyleyeceğinin sözünü verir. Irmağa kavuştuğunda da Zeus’un kaçırdığı söyler.
Bu ihanete sinirlenen Zeus onu öldürmesi için Thanatos’u gönderir. Ancak Sisifos kurnazlığı ile onu alt eder. Tekrar yer altı dünyasına getirildiğinde Hades’i de kandırır ve ölümü iki kez yener. Ancak yaşlandığında ölümle daha fazla mücadele edemez ve kaderine mahkum olur.
Öldüğünde yeraltı dünyasında ona bir ceza verilir. Cezaya göre Sisifos bir kayayı bir tepenin ucuna kadar sürükleyecek ancak tam yerine oturtacakken kaya en aşağıya yuvarlanacaktı. Bu döngü, sonsuza kadar böyle devam edecek kaya hiçbir zaman tepeye ulaşamayacaktı.[2] Bu mitten çok etkilenen Albert Camus’un “Sisifos Söyleni” adında bir deneme kitabı bulunuyor. Camus bu kitabında, Sisifos’un lanetini irdeliyor ve yaşamla ölüm arasındaki kavgayı inceliyordu. Şu pasajı çok etkileyicidir: “Sisifos’un tüm sessiz sevinci buradadır: Yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir.”[3]
Six Feet Under dizisine de bu perspektiften bakmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Dizinin hikâyesi, sürekli ölülerle ve onların yakınlarıyla ilgilenmenin kayayı taşımak olduğu, ancak hiçbir zaman ölüyü geri getiremeyecekleri, yani kayayı yerine koyamayacakları gerçeğiyle bağlantılı.
Hayatların da böyle bir döngü içerisinde olduğunu görüyoruz. Sürekli amaçlarımızı tamamladığımızı düşünürken kendimize yeni amaçlar buluyoruz. Her şeye rağmen amaçlarımızı gerçekleştirmek için mücadele ediyoruz. Yaşamın en büyük kavgası budur belki de. Her şeye rağmen mücadele edersek sonu ölüm de olsa kazanan biz olacağız. Çünkü değerli olan, asıl olan pes etmemek.
Dizinin bir sahnesinde Claire annesine “Bana bu hayatı verdiğin için teşekkür ederim” diyor annesi de “Bana hayatımı verdiğin için teşekkür ederim” diyor. Öylesine derin bir sahneydi ki insan çok yoğun duyguların etkisi altına giriyor. Kimilerimizin annelerimize böyle bir teşekkürü edecek vakti olmadı, kimilerimiz böyle bir teşekkürü edecek bilince erişmeden annelerine veda etti. Ama söyleyebilme imkanı olanların böyle bir cümle kurabilme fırsatı varken kurması, hayatta yapabileceği belki de en değerli eylemlerden biri olacak. Hayatın akışı içinde annemizle ya da babamızla tartışıyoruz, öfkeleniyoruz. Ama onlara hayatımız boyunca söyleyeceğimiz güzel bir cümleyle kalplerini mutlulukla doldurabiliriz.
“Bu anın fotoğrafını çekemezsin, çoktan geçip gitti bile.” Hayatın her anı böyledir işte. Hepsi o an var olur ve gelir geçer. Eğer o an sevgimizi gerçek anlamda hissedemezsek, hissettiremezsek yaşıyor olmanın anlamı nedir? Ölümümüzden sonra bizleri gerçek anlamda seven birkaç kişinin elinde ya da artık sosyal medya hesabında fotoğraflarımız yer alacak; birkaç yıl sonra onlar da yok olacak. Hiç var olmamış gibi olacağız. Yerimiz herkes için dolmayacak tabii, ama insanlar hayatlarına bir şekilde devam edecekler. Hayatımız boyunca bazen kendimizden bile daha çok sevdiklerimizi kaybedeceğiz, onların acısıyla yaşamaya mahkum olacağız. Yaşıyor olmanın en büyük mucizesi ölüyor olmaktır belki de…
Diziyi izleyen milyonlarca insan oldu ve kimileri yaşama gözlerini yumdular. Kimileri beklerken öldü, kimileri hiç beklemediği bir anda. Kimileri hayallerinin peşinde koşarak geçirdiği hayatına gözlerini son bir defa kapattı, kimileriyse hapsolduğu bir gerçekliğin içinde elleri kolları bağlı bir şekilde. Dizinin tüm karakterleri de işte böyle bir sonla bize veda etti. Onların son hallerine tanık olmak, içimde daha büyük bir acıya sebep oldu. Yüzüme öylesine sert bir şekilde çarptı ki belli bir süre kendime gelmekte zorlandım. Hayatımda izlediğim en iyi finale sahip dizi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Yazıyı yazarken dinlediğim şarkı ve müzikler:
[1] Jean-Paul Sartre, Bulantı, Çev. Selahattin Hilav, Can Yayınları, İstanbul, 2020, sf. 40-41
[2] Mitoloji Sözlüğü (Yunan ve Roma), Pierre Grimal, Kabalcı Yayınları, Çev. Sevgi Tamgüç, İstanbul, 2012, sf. 719
[3] Albert Camus, Sisifos Söyleni, Çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, İstanbul, 2021, sf. 140