[voiserPlayer]
Twitter’da (X) epeydir gözlemlediğim tuhaf bir fenomen var. Kendini ekseriyetle “liberteryen” olarak tanımlayan muhtelif hesaplar, nedendir bilinmez, yersiz ve bağlamsız şekilde ama sürekli olarak bazı görseller eşliğinde Sovyet toplu konutlarının ne kadar çirkin, yaşamak için ne kadar elverişsiz olduğunu paylaşıp duruyorlar.
Elbette burada amaç, 1950’ler ve 70’ler arasında sadece Sovyetler Birliği’nde değil tüm dünyada yükselen bir trend olan brütalist mimarinin estetik eleştirisi değil. Âdeta bir histeri nöbetinde gibi kasılmalar, istihzalar, küfür ve hakaretler eşliğinde yapılan bu paylaşımların gayesi, brütalist stilin donuk ve “insanlık dışı” hissettiren görünümünü imgesel düzlemde sosyalizm fikriyle özdeşleştirmek ve böylece muhataplarında, olgulara dayanan yorucu akıl yürütmelere başvurmaksızın, kestirme yoldan “sosyalizm insanlık dışı bir sistemdir” kanaatini yaymak.
Bildiğim kadarıyla Türkiye’de ve dünyada gümbür gümbür yaklaşmakta olan bir “komünizm tehlikesi” yok. Hâl böyleyken bu yersiz ve bağlamsız şekilde yayılan “anti sovyetik tweet salgını”nın sebeplerini belki sorumlularının psikolojik durumlarında aramak gerekir. Fakat dimağlarının hangi marazdan muzdarip olduğunu araştırmak ne benim işim ne de ilgi alanıma giriyor. Fakat madem ki esas hedefe koyulan sosyalizm fikri ve özelde de Sovyet sosyalizmi, bu konuda sağlıklı bir bakış açısı geliştirmek adına birkaç kelam edebileceğimi düşünüyorum.
Sovyetler Hangi Koşullarda Ortaya Çıktı?
Sovyetler Birliği’nin harabeleri üzerinde kurulduğu Çarlık Rusya’sı, Petersburg gibi bir iki Batı kentinde sanayi kapitalizmi serpiliyor olmakla birlikte, ekonomisi ağırlıklı olarak tarımsal üretime dayanan, hâkim mülkiyet ilişkilerinin ve bunu yansıtan hukuki yapının hâlâ feodal düzenini sürdürdüğü, siyasal rejimi ise demokratik standartlara yakınsaması bakımından Osmanlı İmparatorluğu’ndan bile geride bir ülkeydi. Öyle ki 20. yy’ın başında Osmanlı iyi kötü bir meşrutiyet geleneğine sahipken, 1905 devrimine kadar Çarlık Rusya’sında anayasal monarşiyi uzaktan bile andıran hiçbir gelişme yoktur.
Devrimin tazyiki ile hayata geçirilen devlet Duma’sı ise Çar’ın mutlak otoritesini paylaşmak şöyle dursun, sadece bir danışma meclisi düzeyindeydi. Kısacası Çarlık Rusya’sı, ne halklarının ve kurumlarının demokratik birikimi, ne de hâkim mülkiyet düzeni ve birikim modeli açısından sosyalizmin kuruluşu için elverişli bir arazi teşkil ediyordu. İdeal olarak sosyalizm için vasıflı, eğitimli bir nüfus, demokrasiye ve liberal değerlere aşinalık, gelişkin bir teknoloji ve her şeyden önemlisi de -devasa paylaşım sorunları olsa da- kapitalist birikim modelinin ortaya çıkardığı hatırı sayılır bir toplumsal zenginlik gerekir.
Bu nokta çok önemlidir: Ne Marx ne Engels ne Lenin ne de Bolşevik devriminin eli kalem tutan hiçbir önderi, sosyalizmin yoksulluk koşullarında inşa edilebileceğini iddia etmiştir. Nedeni çok basit: Eğer ortada çok az zenginlik varsa bunu herkesin yararına olacak biçimde yeniden düzenleyemezsiniz. Ancak, zamanın cilvesi odur ki tarihin ilk sosyalist devletinin doğumu, ileri düzeyde sanayileşmiş bir Batı ülkesinde değil, Çarlık Rusya’sında gerçekleşmektedir.
Elbette tüm bu değinilen noktalar yine de (prensip olarak) yoksunluk koşullarında sosyalizmin kuruluşunun imkânsız olduğu anlamına gelmez. Bu daha ziyade, sosyalizmi inşa etmek iddiasına sahip olan iradenin öncelikle çok düşük düzeyli bir ekonomiyi inşa etmek gibi yıpratıcı ve sinir bozucu bir görevle karşı karşıya olduğunu ve bunun da muhtemelen pek demokratik olmayan yöntemlerle hayata geçirileceğini gösterir.
Dahası bu görev, gerek uzmanlık gerekse altyapı desteği gibi farklı ülkelere dağılmış olan ekonomik ve teknolojik gelişmenin küresel kaynaklarına ulaşmayı, yani bir uluslararası desteği gerektirir. Ekim Devrimi’ni takip eden bir iki yıl içinde başta Lenin olmak üzere Bolşevik liderlerin endişeli bir bekleyiş içinde dikkatlerini Almanya’dan gelecek bir devrim haberine yönlendirmelerinin esas sebebi de budur.
Velhasıl, kısaca tasvir etmek gerekirse, Bolşeviklerin içinde bulundukları hâl şu şekildedir: Devrim Batılı ordularca kuşatılmıştır, ekonomi çökmüştür, kentler açlık tehlikesi altındadır ve bir yandan da kanlı bir iç savaş başlamıştır. Çoğu öldürülmüş yorgun bir işçi sınıfı, yetersiz sivil kurumlar, hiç olmayan bir demokrasi geleneği ve güç bela elde ettiği mahsulünü kentleri doyurmak için vermek istemeyen düşman bir köylülük de cabası…
Sonuç olarak bu koşullar altında Bolşevikler, kentleri fakirlik ve açlıktan kırılan savaş yorgunu bir halkı süngü zoruyla sanayileşmeye ve modernleşmeye taşımak zorunda kalmıştır. Stalin, 1931 yılı 2 Şubat’ındaki “Ekonomik İdarecilerin Görevleri” başlıklı konuşmasında bu gerçeği çok acı bir biçimde ifadeleştirir: “Bizler gelişmiş ülkelerin 50 ya da 100 yıl gerisindeyiz ve bunu 5 yıl içinde düzeltmeliyiz. Ya bunu yaparız ya da bizi yok ederler.”
Sovyetleri Eleştirmenin Ölçüsü
Eğer maksat her ne pahasına olursa olsun Soğuk Savaş yıllarından arta kalan anti-komünist histerinin hayatiyetini beylik laflarla sürdürmek değil de tarihsel koşulları ve oluşturdukları bağlamı dikkate alarak gerçeğe yaklaşmaya çalışmaksa, bugün “Stalinizm” olarak adlandırılan olguyu, yukarıda saydığımız koşulların doğal bir sonucu olarak görmemiz gerekir. Üstelik bu bakımdan Çin, Vietnam, Küba ve Kore gibi diğer örnekler de tarihsel olarak aynı koşulları paylaşmaktadır. Uzun yıllar sömürgeci bir yönetim altında yaşamış olan bu ülkelerin halkları, sosyalizmin kuruluşu açısından lazım gelen kültürel ve iktisadi unsurların hemen hepsinden yoksundu. Öte yandan, insanlık tarihine yönelik hakkaniyetli bir bakış şunu teslim edecektir ki özel çıkarın yönlendirdiği kapitalist sistemin dünyanın bazı kesimlerine (Avrupa) getirdiği refahın insani maliyeti, Stalin ve Mao dönemlerindeki kadar, hatta onlardan daha sarsıcı olmuştur.
Engels’in henüz Marx ile tanışmadan önce kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı yapıtı bize İngiltere’de sanayi kapitalizminin, madenlerde ve fabrikalarda ölesiye çalıştırılıp yaşadıkları ahırdan bozma evlerde ve kanalizasyonsuz sokaklarda 15’ini göremeden hayata gözlerini yuman çocukların cesetleri üzerinde yükseldiğini yürek dağlayan bir biçimde anlatır. Mike Davis’in Üzerinde Güneş Batmayan Katliam adlı çağdaş çalışması ise kapitalizmin yarattığı insani maliyetin “Üçüncü Dünya”ya uzanan başka bir manzarasını sunar: Tropikal kuşaktaki Etiyopya, Çin ve Brezilya gibi ülkelerin Londra Merkezli Dünya Ekonomisi içine zorla eklemlenmesinin bedelinin, büyük veba salgınından beri görülmemiş bir insani trajedi olduğunu anlarız. Yaklaşık 50 milyon insan kuraklık, açlık ve salgınlarla, serbest pazar ilahlarının kanlı sunağında kurban edilir.
Kuruluş aşamalarındaki bütün insani maliyetlere rağmen, sosyalist sistemin kendine has başarıları olduğu yadsınamaz. Modern dönemde sanayisini sömürge kaynakları ve çocuk işçiliği üzerine kuran Avrupa’da, örgütlü işçi sınıfının ve sosyalist sistemin basıncı altında sosyal devlet olgusu hayata geçer. Sovyetler Birliği ve Çin, bütün olumsuz koşullara rağmen, halklarını iktisadi gerilikten alıp modern sanayi toplumları haline getirirler. Tam istihdam, ucuz ulaşım, kültür, parasız eğitim ve sağlık hizmetleri de bu başarılar arasında sayılabilir. Ayrıca bu başarılar arasında, başta bu yazıya vesile olan o çirkin Sovyet toplu konutları da vardır.
Sovyetler Birliği, konut hakkını anayasal güvence altına alan tarihteki ilk devletti ve Sovyet yurttaşları bu konutlara, herhangi bir bedel ödemeksizin, brüt ücretlerinden yapılan son derece cüzi bir kesinti karşılığında sahip oluyordu. Elbette bunu cazip bulup bulmamanız, toplumsal kompozisyonda nerede durduğunuzla da yakından ilgilidir. Deneyimlerimiz ve hayatımızı ne şekilde kazandığımız, neyi arzu edilebilir olarak gördüğümüzü ciddi düzeyde belirler.
Harold J. Laski, Politikaya Giriş adlı yapıtında, “zengin insanlar mutluluğu sağlama konusunda mülkiyetin gücünü hafife alırlar” derken bu olguya işaret eder. Eğer kiranızı bile ödeyemeyecek durumda zar zor geçinen biriyseniz, yani mülksüz bir emekçiyseniz, muhtemelen sizin için genel çıkarın özel çıkarın önünde tutulduğu ve konut hakkınızın güvence altına alındığı bir düzen gayet arzu edilebilir bir şeydir.
Bu arada, yukarıda sayılanları başaran ülkenin, rejiminin henüz konsolide olmadığı yıllarda kanlı bir iç savaş yaşarken Batılı ordularla da çarpışmak zorunda kaldığı, kıtlıkla mücadele ettiği, içeride ve dışarıda tüm düşmanlarını yenip 15-20 yıllık bir süre içinde, yani müthiş bir hızla, sanayileşmede Batılı ülkeleri yakaladığı ve ardından İkinci Dünya Savaşı’nda tekrar işgale uğrayıp yaklaşık 20 milyon yurttaşını bu savaşta kaybettiği ve ekonomik altyapısının ciddi zarar görüp silahlanmak için olağanüstü kaynaklar harcadığı göz önünde bulundurulmalıdır.
Yine de bu kadar uzun bir tarihsel muhasebe yapmaya zahmet edemeyecek olanların, kirasını ödeyemediği için intihar eden insanların olduğu, ev sahibi-kiracı anlaşmazlıklarının cinayetlere yol açtığı bir ülkede, Sovyet toplu konutlarının brütalist stilini eleştirmenin ne kadar iyi niyet barındırdığını düşünmelerini öneririm.