[voiserPlayer]
Artık yeni tip otoriter rejimlerle muhatap oluyoruz. Yani, Soğuk Savaş yıllarının kolluk gücüne ve istihbarat servislerinin yaratıcılığına dayanan rejimleri, yeni biçimlerde ve yeni stratejilerle karşımıza çıkıyor. John Keane, Yeni Despotizm kitabında çağımızdaki despot rejimlerin esnek olduğunu ve kendilerini sürekli olarak yenilediğini, kaybetmemek için değişen şartlara olabildiğince hızlı adapte olduğunu yazıyor.
Sonuç olarak, bildiğimiz katı ve donuk otokrasiler yok artık. Toplumdan gelen sinyallere sırtını dönen bir despottan ziyade, bu sinyalleri herkesten önce algılayan ve toplumu manipüle etme konusunda yetenekli siyasetçiler var.
Özellikle illiberal demokrasilerde, yani özgürlüklerin milli irade adına askıya alındığı rejimlerde, seçmenlerin rasyonalitesi medya üzerinden sistemli bir şekilde manipüle edilir. Tahrip edilmiş bilgi, hükümet kontrolündeki medya tarafından yaygınlaştırılır ve insanlar bu bilgiler çerçevesinde rasyonalitesini oluşturur. Oy verme davranışı da haliyle sürekli olarak hükümetin kazanacağı şekilde belirlenir.
İlliberal demokrasilerin vatandaşlar üzerinde kurduğu baskı veyahut bağımlılık ilişkisine pek şaşırmayız. Ancak medya üzerinden şekillendirilen rasyonalite olgusu nispeten daha yenidir. Üstelik sosyal medya platformlarının önem kazanmasının ardından manipülasyon daha kolay ve rahat gözlemlenebilir bir hal almıştır. Toplumu travmatize eden yalan haberlerin hızlı şekilde yayılması, duygusal söylemlerin ve ahlaki argümanların hamasi bir şekilde ifade edilmesi, bu tip platformları hükümetler için kullanışlı bir enstrümana çevirmiştir.
Ne var ki hükümetler hayatın olağan akışı içinde kontrol altında tutmayı başardıkları medya kurumlarını ve sosyal medyayı kriz anlarında denetlemekte zorlanırlar. Ekonomik bir çöküş anı, bir terör saldırısı veyahut askeri darbe girişimi gibi gelişmeler insanları tamamen duygusallaştırır ve içgüdüsel tepkiler vermeye zorlar. Dolayısıyla bu tip istisnai durumlar için otokrasilerin geliştirdiği stratejiler önem arz etmekte ve detaylı bir şekilde incelenmeyi hak etmektedir.
Diğer bir ifadeyle, kriz durumlarına has bir manipülasyon stratejisi var mıdır ve eğer varsa bu strateji hangi ayaklardan oluşmaktadır? Bu sorular, Türkiye’de 6 Şubat 2023 tarihinde ülkemizi vuran deprem sonrasında yaşananlar düşünüldüğünde oldukça anlamlıdır.
Zira, 11 kenti yerle bir eden, 50 binden fazla insanın can verdiği, yüzbinlerce insanın sokakta kaldığı deprem, Mayıs ayında yapılacak başkanlık seçimlerinden hemen önce meydana geldi. Yani, bu felaket karşısında hükümetin sergileyeceği performans, seçim sonuçlarını doğrudan etkileyecekti. Bu yüzden kamuoyunun; hem deprem felaketinin boyutları hakkında, hem hükümetin performansı hakkında, hem de muhalefetin söylemleri hakkında iktidarın arzu ettiği şekilde bilgilendirilmesi gerekiyordu. Yaşanan felaketin boyutları ve sonrasında yaşanan büyük yoksunluk düşünüldüğünde, sadece bu sayede, görev başındaki Tayyip Erdoğan hükümeti seçimleri yeniden kazanabilirdi.
Medya manipülasyonunun ilk ayağı, yaşanan felaketin boyutlarını dünyevi olmaktan çıkartmaya ve eşi benzeri görülmemiş bir doğa olayı olarak tasvir etmeye dayanıyordu. Böylece, halkın gözünde hükümetin failliği ortadan kalkacak ve hiçbir faninin engelleyemeyeceği ve baş edemeyeceği büyük bir felaket ile karşı karşıya olunduğu söylenecekti. Hükümet kontrolündeki medyanın “asrın felaketi” etiketiyle depremi sunmasının sebebi aslında buydu.
Bu anlatı, bir şekilde ilahi bir açıklamayla da buluştu ve Tanrı tarafından takdir edilen deprem karşısında kulların aciz oluşu da sıklıkla vurgulandı. Yani, kaderci bir yaklaşım hükümet tarafından hızlıca benimsendi. Böylece, deprem öncesi ve sonrasında hükümetin sorumluluklarını yerine getirirken gösterdiği zaafiyet kapatılmaya çalışıldı.
İkinci olarak, muhaliflerin itirazları ve öfkesi olabildiğince şeytanlaştırıldı. Hükümeti eleştiren görüşler, yas ortamında siyaset yapmak olarak değerlendirildi. İktidar böylece kendisini halkın yaralarını saran siyaset üstü bir aktör olarak konumlandırırken muhalefeti, yaşanan sıkıntıları kendi siyasi gündemi için sömüren bencil ve çıkarcı bir kimlikle özdeşleştirmeyi amaçladı.
Bununla birlikte, resmî ve göz önünde olan medya kurumları vasıtasıyla olmasa da WhatsApp ve Facebook grupları üzerinden yayılan komplo teorileri ve özellikle de depremin bir ABD gemisi tarafından tetiklendiği söylentisi, deprem konusunu bir milli güvenlik meselesine dönüştürmeyi amaçladı. Bu sayede, deprem konusunda hükümete itiraz etmek, dış güçlerin, yabancı devletlerin gündemine hizmet etmek olarak değerlendirilebilecekti.
Bu noktada, sivil toplum çalışmalarına karşı hükümetin yaklaşımına değinmekte de fayda var. Hükümet, ilk günlerde 11 ilde gerçekleşen depreme mevcut kapasitesini kullanarak cevap veremedi. Buna karşın sivil toplum örgütleri hızlı ve etkili kampanyalarla bölgeye yardım ulaştırmayı başardılar. Ancak özellikle seküler ve muhalif kesimlerin desteklediği, bu kesimlerin makbul kabul ettiği kişilerin yönettiği sivil toplum kuruluşları hükümet medyası tarafından yıpratıldı. Bu kurumların halka yanlış bilgi verdiği, bağışların şeffaf şekilde harcanmadığı, organizatörlerin devleti aciz göstererek siyaset yapmaya çalıştığı, çeşitli hükümet yanlısı gazeteciler tarafından sık sık vurgulandı.
Öte yandan, hükümet yanlısı birçok yardım vakfının, İslami dernek ve oluşumun bu tip eleştirilerden muaf bırakıldığını da söylemek gerekir. Bu durum ise bazı sivil toplum örgütlerinin iktidar tarafından aslında sivil alanın bir parçası değil, siyasi aktörler olarak tanımlandığını da göstermektedir.
Son olarak, hükumet kendi performansını ve vaatlerini olabildiğince abartma yoluna gitti. Topluma verilmek istenen mesaj, duruma hakim ve şehirlerin yeniden yapılandırılması için gerekli kaynaklara sahip, çalışkan ve irade sahibi bir hükümetin iş başında olmasıydı. Bunu göstermek için hızlı şekilde temel atma törenleri düzenlendi, hastane inşaatları başladı ve depremzedelere bir sene içinde evlerine kavuşacakları söylendi. Televizyonlarda, canlı yayın bağış kampanyaları düzenlendi. Toplanan her kuruş anında ekrana yansıtıldı ve milyarlarca lira kaynağın depremin yaralarını sarmak için kasada olduğu halka gösterildi.
Kısacası hükümet, yaşanan bu doğal afeti, muhalefeti ve kendisini yeniden tanımlama ve kimliklendirme fırsatı olarak gördü ve bunu değerlendirdi. Bu stratejinin başarılı olduğu ise 14 ve 28 Mayıs tarihlerinde yapılan seçimlerde görüldü. Başkanlık seçimlerinin ikinci turunda, deprem felaketi yaşayan illerde toplam 7 milyon 319 bin oy kullanıldı ve Erdoğan, rakibi karşısında 4 milyon 103 bin oy aldı.
Depremin ilk günlerinde Erdoğan’ın rakibi Kılıçdaroğlu halkın bütün öfkesini temsil eden bir performans sergilemiş, birçok muhalif bu sayede Erdoğan’ın deprem bölgelerinde büyük bir çöküş yaşayacağını düşünmüştü. Halbuki seçim sonuçları bunun tam tersine işaret etti. Bu durum ise otoriter hükümetlerin benimsediği medya stratejisinin, depremin yarattığı yıkımdan ve bu yıkımla başa çıkarken gösterilen performanstan daha önemli olduğunu göstermektedir. Bu stratejileri bir model olarak formüle etmek ise gelecekte yaşanabilecek krizlere karşı toplumun ve siyasi aktörlerin buna nasıl karşılık vereceklerine dair düşünmelerine yardım edecektir.