[voiserPlayer]
Siyasette olgusal hakikatlerin önemini kaybedip yerine siyasetçilerin kendi değer yargılarıyla oluşturdukları politikaların ortalığa saçıldığı bir çağda yaşıyoruz. Yalan söylemek artık siyasetçilerin sıkıştıkları zaman tercih ettikleri bir davranış biçiminin de ötesinde, bunu bilinçli olarak siyasal iletişimin bir parçası haline dönüştüren bir propaganda yöntemine dönüştü. Siyasetin temel bir öznesine dönüşen Post Truth (Hakikat Sonrası) kavramı ve bu bağlamda üretilen komplo teorileri, elbette bir anda ortaya çıkmadı. Postmodern çağda kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte daha da görünür ve teşhir edilebilen bir dönüşüm içinde olan popülist siyaset tarzı ve yalanlar üzerine kurulu politikalar, içinde bulunduğumuz çağda nirvanaya ulaştı. Bunun sonucunda politikacıların söylediği yalanların geniş kitleler tarafından benimsenmesi ve hakikatin giderek önemsizleşmesi, etik değerlerin ortadan kalktığı bir sürecin içinde kendimizi bulmamız ile sonuçlandı.
Gazeteci Mirgün Cabas bu durumu Lee Mcintyre’nin yazdığı ve Türkçeye çevrilen “Hakikat Sonrası”[1] kitabının önsözünde, “Bu yalanlara inananların bazıları (belki de çoğu), inandıkları şeyin yalan olduklarını bilir. Ama ilginç bir yalana bağlanmak, sıkıcı ve bildikleri gerçeklere inanmaktan daha caziptir” şeklinde değerlendiriyor. Bu durum bir başka deyişle insanın kendisini aldatması şeklinde açıklanabilir. Ralp Keyes “Hakikat Sonrası Çağ: Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma”[2] kitabında, “Yaratıcı veri manipülasyonu ve olgu icat etmek, bizi tek bir doğrunun dünyasının ötesine, anlatısal gerçeğin dünyasına taşıyabilir. Süslenmiş bilgiler ruhen doğru, böylece hakikatin kendisinden daha doğru olabilir” diyor.
Siyaset ve hakikat arasındaki çatışma hali, temelde bilginin siyasetçiler tarafından altının oyulduğu ve topluma bilginin kendi değer yargılarıyla çelişmesi durumunda ampirik olmayan teorilerin sunulduğu ideolojik bir yaklaşım olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bilimle çelişen ve Türkiye ekonomisinin baş aşağı gitmesinin önemli nedenlerinden biri olan “Faiz sebeptir, enflasyon neticedir” yaklaşımı, bir insan davranışı olarak incelendiğinde “bilişsel önyargı” kavramı ve esasında hakikatin kabullenilmemesiyle ilişkilidir. Bir insanın ortaya koyduğu fikrin bilimsel olmaması ve çürütülmesi karşısında takındığı tavrı bir “ego savunması” olarak nitelendiren Lee Mcintyre, bunun nedenini, ampirik bir olgu karşısında kişinin öne sürdüğü iddiaların çürütülmesi sebebiyle yaşadığı psikolojik gerilime ve kişinin özeleştiri yapamamasına bağlıyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan bilimle çelişen bu ısrarındaki ana nedeni, Nas argümanı ile açıklamış ve din olgusunu bilimin karşısına koyarak meseleye başka bir boyut katmıştı.
Krallıklar çağından günümüze doğru yapılan tarih okumalarında başat çatışma unsuru olarak din ve bilim karşımıza çıkıyor. Bu iki kavram tarihin akışında öncü bir rol alırken aynı zamanda toplumla birlikte dönüşüyor. Bilim, içinde şüpheyi barındırıyor ve delillerle gelişime, ilerlemeye açık bir yapıda olgusal hakikati oluşturuyor. Din ise bir inanç ve yaşam tarzı olarak felsefi hakikat temelinde şekilleniyor. Dünyada toplumların demokratikleşme sürecini olgusal bir tarih okumasıyla değerlendirdiğimizde bilimsel gelişmelerin iktidar üzerindeki din hegemonyasının kırılmasıyla ivme kazandığını görürüz. Dinin ortaya koyduğu dogmatik anlatıların bilim tarafından çürütülmesiyle ulusların demokratikleşmesi için bir alan da açılmıştı. Türkiye’deki demokratikleşme süreciyle dinin toplumsal hayattaki yerinin birbirine göbekten bağlanmasının nedenini ise siyasetçiler tarafından dinin araçsallaştırılmasıyla açıklayabiliriz. Bu duruma bir delil olarak Dünya Değerler Araştırması Raporu’nda da görüldüğü üzere, “Bilim ve din çatıştığında, din haklıdır” diyenlerin %50’yi geçtiği tek Avrupa ülkesi Türkiye. Bu durum ülkemizdeki siyaset pratiğinde dinin etkisini anlayabilmemiz için bir bütünsellik ilişkisi ortaya çıkarırken aynı zamanda din olgusunun suistimaline açık bir alan oluşturuyor. Ülkemizi vuran deprem felaketinin yine “kader planı” çerçevesinde halka açıklanması, bunun ayyuka çıkan bir tezahürü olması bakımından hiç de şaşırtıcı değil. Bu gelişmelerin aynı zamanda dinin yozlaşmasının önünü açtığı da göz ardı edilmemesi gereken bir husus.
Siyasette hakikatin önemsizleşmesi, insanın kendi çıkar ve değer yargıları ile örtüşmemesi ile doğrudan ilişkili. Sosyal psikolojide bu durum, bireyde kendi bilimsel kanıtlarıyla edindiği rasyonel olguların, toplumsal değer yargılarıyla örtüşmemesi durumunda bu kanıtları (hakikati) göz ardı etmesi, toplumsal baskı karşısında ötekileştirileceği kaygısıyla hareket edilmesiyle açıklanıyor. Mcintyre, kişinin kendi inancıyla etrafındaki inancın örtüşme ihtiyacı hissetmesinin, bu yanılsamadaki tetikleyici faktörlerden olduğunu belirtiyor. Politikacıların hakikat sonrası siyasette aldatma konusunda benimsedikleri eğilimleri ve esnekliği, hakikatin önemsizleşmesinin toplum tarafından da göz ardı edilir bir normalleşme süreciyle ilişkilendiren Keyes, politikacının yalan söylediği halde yalan söylemiyormuş gibi bir tutum içinde olmasının çıplak gerçekliğine vurgu yapıyor.
Bir toplumda yalanın sıradanlaşması ve dürüstlüğün her geçen gün öneminin azalması en ciddi tehlikelerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Keyes’e göre dürüstlük, önümüzdeki bin yılda bıçak sırtında ve “aldatma”, çağdaş yaşamın her kademesinde sıradan hale geliyor. Siyasetin içerisinde artan yalanların, manipülasyon ve algı yönetiminin bir propagandaya ve siyasal iletişimin öznesine dönüşmesi sonucunda, ülkede siyasete olan güvenin sarsılması, ahlaki yozlaşma nedeniyle de halkta siyasete karşı bir güven bunalımı oluşması sonucunun ayrıca unutulmaması gerekiyor.
Bugün dünyada demokrasi ve otokrasi anlatısının iyice güçlendiği bir dönemde post truth siyaset tarzı, aynı zamanda liberal demokratik düzen için de bir tehdide dönüşüyor. ABD’de 45. Başkan Donald Trump, 2020 Başkanlık Seçimleri’ni kaybetmesine rağmen “kazandım” diyebilmiş ve hatta destekçilerinin ABD Kongre Binası’na yaptığı baskınla darbe girişiminde rol dahi oynamıştı. Ancak her şeye rağmen ABD’de “establishment“ adı verilen o kurulu düzen, otoriter eğilimli Trump’ın durdurulmasında etkili bir rol oynamıştı. Bugün dahi ABD iç siyaseti, Trump ile çalkalanmaya devam ediyor. Benzer bir vaka geçtiğimiz yıl gerçekleşen Brezilya seçimlerinden sonra, seçim sonuçlarını kabul etmeyen Bolsonarocular tarafından da gerçekleştirmişti. Fakat her ne kadar yozlaşmış bir demokrasiye sahip olsa da Brezilya’da sistem, çalışan seçim mekanizması sayesinde işlerliğini korumuş ve halkın iradesiyle devlet başkanı seçilen Lula koltuğu devralmıştı.
Ülkemizdeki seçimleri bu yazıdaki akış çerçevesinde değerlendirmek gerekirse ciddi bir ekonomik krizin içine saplanan Erdoğan rejimi, önümüzdeki seçimlere Türkiye’de hakim bir sosyolojik tabanı yansıtan heteroseksüel/ataerkil, dindar/milliyetçi, Sünni/Türk seçmen grubunu kendi etrafında konsolide etmeye çalışarak hazırlanıyor. Bunu da tekeline aldıkları din ve milliyetçiliği kullanarak, muhalefeti bölmeye yönelik kurgulanan algı operasyonları yoluyla, çok zehirli bir dille, kimlik siyasetini sınırsız bir popülizmle araçsallaştırarak gerçekleştiriyor. İktidara karşı varoluşsal gerekçelerle kendi tabanını genişletmeye çalışan muhalefet, birleşme siyasetiyle belirli ölçüde başarı kazanmış ve son yerel seçimlerde bunun meyvesini toplamıştı. Çeşitli kriz anlarından geçen Millet İttifakı, “helalleşme” söylemiyle ülkeyi birleştirme siyaseti izleyen ve 6’lı Masa’ya liderlik eden CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu Cumhurbaşkanı Adayı ilan etti. “Bırakacağımız miras, otoriter yönetimi demokratik yöntemlerle değiştirmek olacak” diyen Kılıçdaroğlu’nun başarılı olması için, din ve milliyetçiliği tekeline alan ve seçmenini de kendi bakış açısına göre dönüştüren iktidara karşı, ekonomi, devletin kurumsal çöküşü ve adalet konularında kampanya geliştirmesi, iktidarın söylemlerinin peşine takılmaması gerekiyor. Düşünün, Kılıçdaroğlu’nun insani bir hatayla Konya’ya ülke demesini veya yanlışlıkla seccadeye basmasını bile son derece çirkin bir şekilde karalama ve linç kampanyasına dönüştüren iktidarın, uzun yıllardır seçimleri “dinini ve vatanını seviyorsan muhalefete oy verme” noktasına hapsettiğini unutmamak gerekiyor. Son olarak, muhalefetin seçimlere “voltran” etkisiyle hazırlanarak sandık mobilizasyonu yoluyla seçim güvenliğini sağlaması, diğer belirleyici faktörlerden biri olacak.
[1] Mcintyre, Lee: Hakikat Sonrası, Çev: Mehmet Fahrettin Biçici, 1. Bs… İstanbul, Can Sanat Yayınları AŞ, 2019.
[2] Keyes, Ralp: Hakikat Sonrası Çağ: Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma, Çev: Deniz Özçetin, 2. Bs…, İzmir, Tudem Yayın Grubu, 2019.
Fotoğraf: Hanyang Zhang