[voiserPlayer]
Türkiye’nin kentleşme sürecinde, neredeyse her zaman sadece kat pazarlığı yapıldı. Bu pazarlıktan başarılı çıkanlar, şehirde tutunmayı, sınıf atlamayı, zenginleşmeyi ya da sadece barınacağı bir konutu garanti etmeyi sağlamış gözüküyor. Binaların ya da şehirlerin kalitesi ise yalnızca bazı kriz anlarında kamuoyunu meşgul edebildi. Bugün, bu sürecin bir felaketle sonuçlandığına tekrar şahit oluyoruz.
Bu noktada, kümülatif bir felaketle karşı karşıya olduğumuzu kabul etmeliyiz. Bu felaketin farklı boyutlarıyla ilgili her birey, uzman ya da yasa koyucu kendi bulunduğu konumdan yorumda bulunuyor. Bu yorum çokluğu, çeşitli risklere, kusurlara ve ihmallere dikkat çekiyor, genel bir duyarlılık yaratıyor, tepki ve önlemlere ilişkin heyecanı artırıyor. Ancak, farklı faillere işaret eden bu yorumlar, kompakt bir resim sunmakta yetersiz kalacaktır. İstisnaların öne çıkarıldığı, ihmallerin boca edildiği bir deprem magazini, kısa sürede bizi tekrar çaresizlik ve çözümsüzlük ile baş başa bırakabilir.
Türkiye’nin mevcut kentleşmesinde bir kırılma ile karşı karşıya olup olmadığımızı analiz etmek ya da yeni bir kırılmayı önerebilmek için bu kümülatif felaketin kaidesini soğukkanlı ve objektif bir şekilde ortaya koymalı. Bu kaidenin çok katmanlı ve çok failli ama en önemlisi ortak kaidemiz olduğunu hatırlatmak ile başlayalım. Dolayısıyla, bu kaidenin üzerindeki unsurların, yani kurumların, müteahhitlerin, vatandaşların, profesyonellerin ya da yönetmeliklerin tekil kusurlarına değil bir bütün olarak kendisine bakalım.
50’lerden itibaren Türkiye’nin tecrübe ettiği hızlı kentleşme sadece büyük şehirlerin nüfusunun artmasına değil, küçük kasabaların da hızla yoğunlaşmasına, yeni işyerlerinin ve altyapıların inşasına, yeni aktörlerin, daha önce tecrübe edilmeyen yaşam tarzlarının ve sosyolojik ilişkilerin, saygınlık kriterlerinin, servet fırsatlarının da ortaya çıkmasına vesile oldu. Burada, Türkiye’nin hızlı kentleşmeye cevap verecek kapasitesinin sınırlarından dolayı, kentleşme modelinin tekil failler arasında bir pazarlık rejimi kurduğu, bir rant piramidi oluşturduğu ve bu rant piramidinin modele meşruiyet sağladığı iddia edilerek toplumun tüm bireylerinin fiildeki ortaklığına vurgu yapılacak. Ancak böylelikle 70 yıllık kentleşme modelinin sonuçlarını tartışmak ve gerçekçi bir gelecek tahayyülünü ortaya koymak mümkün olacaktır.
Türkiye’nin kentleşme modeli, faillerin birbiriyle ilişkili olarak rol ve beklentilerini ortaya koyan 4 ana önerme üzerinden okunmalı:
- Türkiye’nin hızlı kentleşmeye cevap verecek kurumsal, mali ve profesyonel kapasitesi yoktu.
Türkiye, yetişmiş teknik eleman sayısı, finansal şartları sınırlı olduğu bir dönemde hızla inşaat talebiyle karşılaştı. Bu kapasite eksikliği içinde ortaya çıkan kentleşme, hızlı talebi karşılayamadığı için fragmenter, günü kurtaran, fırsatları değerlendiren ve ucuz maliyet üzerine kurulu bir modeli mecbur kıldı. Nüfus ile birlikte artan talebi karşılamak, küçük müteahhitler, mal sahipleri, yerel siyasetçiler, minibüsçüler, kalfalar, komisyoncular gibi fragmenter aktörlerin esnek ve dinamik bir iş birliği ile mümkün oldu. Anlık sorunlara hızlı çözüm bulunabiliyor, maliyetler dağıtılabiliyor, küçük yatırımlar ile büyük işler kotarılabiliyordu. Ancak bu model, kaçınılmaz bir şekilde uzun dönemli riskleri ve maliyetleri göz ardı etmeyi gerektirdi. Bu bağlamda, kamunun rolünün ise arsa politikaları ile sınırlı, başka bir deyişle, rantı üretmek ya da yönlendirmek olduğu görülüyor. Daha organize ve planlı önermeler hem bu alanın profesyonelleri hem karar vericiler tarafından sıklıkla planlanmış ve dar alanlarda uygulamaya geçmiş olmakla birlikte geniş çaplı hayata geçemediğini hatırlayalım.
- Modelin fragmenter yapısı, tekil faillerin sorumluluğunu diğerlerine devredebilmesi ile devam etti.
Bu fragmenter yapı, tekil faillerin kabahatlerinin ve tekil fiillerin sonuçlarının küçük olmasını sağlıyordu. Böylelikle, müteahhit, yasa koyucu ya da vatandaşlar tekil sorumluluklarını üstlenmek durumunda kalmıyor, hızla artan ve değişen fail sayısı sorumluluğu, bir sonraki nesle ya da yeni gelenlere devredebiliyordu. Denetimsizlik, seçim öncesinde imar vaatleri ya da “Nöbetleşe Yoksulluk” bu bağlamda iş görüyordu. Aynı zamanda, her devir mevcut aktörler için ekonomik, siyasi ya da sosyal fırsatlar sağlıyordu. Kuralları sıkılaştırmak, bu modelin işlememesi ile sonuçlanabilirdi. Zengin olmuş, sınıf atlamış, küçük de olsa bir servet edinmiş, mahalle değiştirmiş ya da yeni bir eve taşınmış olabilirdiniz. Bu, hiçbir vatandaşın dışında kalmak istemeyeceği bir dinamizmdi ve her aktör kabahatinin farkında olsa dahi, bu küçük sorumluluğu bir diğer aktöre atfedebileceği bir zemin sunuluyordu. Dolayısıyla, gecekondu mahallelerinde de şehir merkezlerinde de, hatta mümkün olan her konumda aynı süreç işledi.
- Rant piramidi, tekil failler ile yetkililer arasında kurulan bir pazarlık rejimi ile ayakta kalabildi.
Bu model içinde, sosyal politikalar ya da kentleşmenin finansal maliyetinin rant ile ikame edildiğine dikkat etmeliyiz. Modelin tıkandığı noktalarda, kuralların esnetilmesi, rantın tekrar dağıtılması, zaman zaman güçlü aktörlerin öncelenmesi, zaman zaman zayıf aktörlerin gözetilmesi gerekti. Kamunun üstlendiği rol, yani imar afları, yeni inşaat hakları ya da imarlı araziler bu bağlamda işlev görüyordu. Dolayısıyla, bu modelin meşruiyeti ve devamlılığı, tekil failler ile yetkililer arasında kuralların esnetilmesi üzerine bir pazarlık rejimi ile ayakta kalabildi. Bireysel ya da kurumsal aktörler yalnızca tekil menfaatlerini gözeterek sürece dahil oluyordu. Rant fırsatı, tüm toplumun dahil olduğu ve fırsat beklediği bir piramit oluşturdu. Bu rant piramidi içinde, kuşkusuz herkes eşit şartlarda yarışmıyordu ama herkesin payına düşecek bir an gelecek beklentisi vardı. O anlarda hazırlıklı olanlar, piramit boyunca hareket edebildi. Servet biriktirme, sınıf atlama, en azından bir iki nesil belirli bir rahatlıkta ömür geçirme fırsatı sağlanıyordu.
- Kentleşme, yaşam ve kent kalitesi olarak değil bir inşaat ve rant protokolü olarak gerçekleşti.
Bu uzun süreçte aktörler, pazarlık rejimi ve rant piramidi boyunca ortaya çıkan fırsatlardan elde edilecek faydanın tekil maksimizasyonuna odaklanmıştı. Yasal düzenlemeler yeni fırsatlar yarattığı ölçüde işlevseldi. Teknik uygulamalar, anlık ihtiyaçları görecek kadar dikkate alınıyordu. Dolayısıyla, Türkiye’nin kentleşmesi erken sanayileşmiş ya da sosyalist ülkelerde deneyimlenen modern anlamda bir şehir planlamanın ürünü ya da yaşam ve kent kalitesi talebi olarak değil, inşaat ve rant dağıtımına ilişkin bir protokol olarak gerçekleşti. Riskin boyutunun fark edildiği deprem ya da barınma sorunu yaşanan anlarda devreye yeni yönetmelikler ya da TOKİ girebiliyordu. Ancak, bu gibi aksiyonların da anlık çözümler olarak ortaya çıktığını, özünde modelde bir kırılma yaratacak seviyede olmadığını hatırlayalım. Örneğin, afet yasası bir inşaat sübvansiyonu olarak düzenlenmişti. TOKİ inşa ettiği daire sayısını öne çıkarıyor, imar affı ise kentsel ranttan faydalanabilecek kişi sayısını artırdığı için destekleniyordu.
Sadece konutlar ile işyerlerinin yoğunluğundan oluşan, bireysel yatırımın hanenin iç dekorasyonuna, kamusal yatırımın ise teknik altyapıya yönlendirildiği bu modelde, özgün bir kent tahayyülünün ve kentsel yaşam talebinin yersiz kaldığı aşikar. Bu modelde, kentin genel konforu ya da dayanıklılığına ilişkin bir talebin karşılığı olmadığı gibi cari yönetmeliklerden ve aktörlerden bu konuda bir sorumluluk beklemek de mümkün değildir. Dolayısıyla, depremin yarattığı yıkım ile ilişkili tekil bir faili işaret eden her örnek bu çerçeve içinde sönümlenecek, her fail kolaylıkla sorumluluğunu transfer edebilecektir. Bu bağlamda, ele alınacak herhangi bir imar pazarlığı, yalnızca pazarlığa dahil olan aktörlerin kapasitesini okumamızı kolaylaştırır.
Her şeye rağmen, özellikle 1999 yılından sonra belirli bir kırılma yaşandığının da farkında olmalıyız. Yapı kalitesinden kurumlara çok sayıda çalışma, profesyonel tecrübe ve toplumsal duyarlılık birikmiş durumda. Ancak, önerilerin bu kentleşme modeli dahilinde uygulamaya geçtiğini ve bir bütün olarak bu modelin risklerinin devam ettiğini göz önünde bulundurmalı ve henüz bir yaşam ve kentsel kalite talebinin güçlenmediğini aklımızda tutmalıyız.
Fotoğraf: Mostafa Meraji