[voiserPlayer]
Ben ömrünü CHP’ye adamış biriyim. Yıllarca politik tercihim dolayısıyla işsizlikle cezalandırıldım. Ancak ne ilkelerimden ne de CHP’liliğimden geri adım atmadım. Sanırım parti tarihine benden daha hakim insan sayısı da bir elin parmaklarını geçmeyecektir. İşte bu bilinç dolayısıyla gözümü kör etmiş bir partizanlıktan kaynaklı değildi bu tercihim elbette. CHP’nin tarihte durduğu yere, Türkiye’yi dünyanın onurlu memleketleri arasına sokan, ona hürriyetini ve istiklalini teslim eden ve bununla da yetinmeyip bu memlekette refahı ve mülkiyeti tabana yayma iddiası için mücadele veren bir parti olmasından kaynaklıydı. Yine bu tercihim, CHP’nin bana muazzam bir gelir kapısı olmasından kaynaklı değildi. Bugüne kadar partiyle bir kuruş maddi ilişkiye girmiş değilim, girmem de. Siyaseti hiçbir zaman bir gelir kapısı olarak görmedim, toplumsal sorumluluğun gereği olarak algıladım. Ya da makam ve mevki beklentisinin belirleyici olduğu bir öncelik sıralamasıyla da bu tercihte bulunmadım. Zaten hâlihazırda bir unvanım var ve başka bir unvana dönük beklentim belirleyici değil. Ben hep CHP’nin yarım kalan hayaline, yani bu ülkede sosyal adaleti sağlamaya, refahı ve mülkiyeti tabana yaymaya, her insana onurlu bir yaşam sağlamaya ve “hiçbir çocuğun yatağa aç girmemesi” rüyasına nasıl hizmet edebilirim diye düşündüm. Netice itibarıyla ben kendimi yetiştirecektim ki CHP de gelişecekti. Nitekim “Mülkiye Cuntası”nın 1950’lerde Forum Dergisi’nde başlattığı ideolojik tartışma, partiyi 1970’lerde iktidar yapmamış mıydı?
Peki, sonucunda ne oldu? Partiden sistematik olarak dışlandım. Hemen hemen diğer bütün partilerin dikkatini çekip, liderler düzeyinde bilgi sağlamam talep edilse de etik bulmadığım için böyle bir işe girişmedim. Bu tür talepler geldiğinde teklif getiren partilerin bilgisi dâhilinde böyle bir teklif aldığımı CHP’ye de ilettim, yine benzer bir etik kaygısıyla. Aldığım yanıt ise sistematik dışlanmanın bir parçasıydı: “E tabi, yeni kuruldu bu partiler, kadroya ihtiyaçları var.” Yani bu utangaç bir “Sen CHP’de benzer bir role sahip olmak için yetersizsin, o partilerin seni istemesinin sebebi onların da yetersiz olması” demekti aslında. Tabii ki bu söylemin sahiplerini benden yeterli kılan şey neydi bu da belirsizdi. Kerameti kendinden menkul bir yeterlik hâliydi bu. Yine de gülüp geçtim, sonuçta memlekete dair güzel rüyalarla çıkmamış mıydık bu yola? Yani Turan Güneş’in 1961 Anayasası için yaptığı “Çalıkuşu Feride’nin iyimserliğiyle yaptık biz bu Anayasayı, sosyal adaleti Anayasaya koyunca sağlanacak sandık” benzetmesi gibi bir hayale kapılmıştım: CHP iktidara gelince her şey düzelecekti. CHP iktidara gelince mevcut hâliyle her şey düzelir mi bilmem ama mevcutta bundan da büyük bir sorunumuz var: Tarihin en başarısız iktidarına karşı CHP iktidara gelebilecek mi?
CHP elitlerine sorduğumuzda bundan şüphe duymamızı dahi meczupluk olarak algılıyorlar. Çünkü yaşanan her şeyi Kılıçdaroğlu’nun adaylığı çerçevesinde değerlendiriyorlar. Yani sanki iktidar, bütün adımlarını iktidarını kaybetmemek için değil de iktidarını Kılıçdaroğlu’na kaybetmemek için atıyormuş gibi sınırlı ve aslı olmayan bir çerçeve içinde düşünüyorlar. Nitekim hiçbir iktidar iktidarını bir x ya da y ismine kaybetme kaygısıyla tetiklenmez, sadece iktidarını kaybetme kaygısıyla tetiklenir. Ya da şöyle ifade edelim: CHP elitlerinin Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı olmasını çok istemeleri, Cumhurbaşkanının Kılıçdaroğlu’na kaybetmekten çok korktuğu anlamına gelmez. CHP elitlerinin her şeyi bu indirgemeci çerçeveden değerlendirmeleri sonucunda iktidar, bir taşla iki kuş vurmuş oluyor: Bir yandan CHP’yi kent yoksullarına ulaştıran, giremediği mahallelere sokan ve Kürt seçmenle aktör bazında bir güven ilişkisi tesis ederek partisinin elini rahatlatan Kaftancıoğlu ve İmamoğlu’na siyasi yasakla yaptırım uygularken, diğer yandan da CHP yönetiminin bu yasaklardan Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığı için mağduriyet devşirme çabası dolayısıyla birleşik muhalefet içindeki adaylık tartışmasını alevlendiriyor.
CHP elitlerinin Kılıçdaroğlu’nun adaylığından başka hiçbir ihtimali duymak dahi istememeleri ise İmamoğlu’nu parti içinde marjinalize ediyor. Üstelik bu iş artık İmamoğlu’nun aday olmayı isteyip istememesinden de bağımsız bir hâl aldı. İmamoğlu’nun bu ölçüde marjinalize olması, İYİP ve İmamoğlu arasındaki mesafeyi azaltmak gibi bir sonuç doğurdu. İYİP’in altılı masanın oy potansiyeli düşük partileriyle eşit söz hakkına sahip olmasından kaynaklı olarak ortaya çıkan bir diğer sonuç ise Kılıçdaroğlu’yla İYİP tabanı arasındaki mesafenin açılması oldu. Sonuçta muhalefetin iki potansiyel adayından biri İYİP’le yakınlaşarak HDP tabanından, diğeri ise İYİP tabanından blok oy alma şansını zora soktu. İşte tüm bunları anlatıp potansiyel risklere dikkat çekme kaygısındaki bizlere ise “İktidarın oyununa gelme” yaftası kolayca yapıştırılıyor.
Peki, muhalefetin blok hâlinde hareket etmesi gereken böyle bir konjonktürde yukarıda dikkat çektiğim riskten daha büyük “iktidar oyunu” olur mu? Sanmıyorum. Ömrümün hatırladığım kısmında CHP’nin en büyük başarısını kazanan İmamoğlu’nun parti içinde bu kadar marjinalize olduğu bir denklemde kesin olan tek şey CHP’nin bu süreçten kazançlı çıkmayacağıdır. Muhalif olmanın ziyadesiyle maliyetli olduğu günümüzde, CHP’de başarılı olmanın maliyetini parti içinde arttırmaya değil, azaltmaya; kösteklemeye değil, desteklemeye ihtiyacımız var. Aksi durumda yaşadığımız ve yaşayacağımız hayal kırıklığını hiçbirimiz hak etmiyoruz. Bundan kaçınmamızın yolu ise CHP elitlerinin farklı sesleri yaftalamak yerine dinleme kabiliyeti göstermesinden geçiyor. Haklı olmanın beratı kimsenin elinde olmadığı gibi bugün derdimiz birbirimize karşı bir tartışmayı değil, iktidara karşı bir seçimi kazanmak. Bunun yolu da CHP’li olmanın maliyetini azaltmaktan geçiyor. Bu maliyet azaldığında muhalefetin enerjisini tüketen İmamoğlu vs. Kılıçdaroğlu ikileminden çıkıp, muhalefetin enerjisini doğru yere kanalize edeceği İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu birlikteliğine yeniden kavuşmuş olacağız.
Fotoğraf: Jimmy Ofisia