[voiserPlayer]
Yeryüzünde bugüne dek hemen her koşulda yaşayabilmemizin arkasındaki başlıca unsur olan türümüze özgü olağanüstü adaptasyon becerisi, bir açıdan lanetli bir atavistik miras sayılır. Çünkü alışabildiğimiz şeylerin vicdani ya da etik bir üst sınırı yok gibi gözüküyor.
Toplumumuz, sosyal medya kullanımının kitleselleşmesiyle, evvelce gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine konu olanlara rahmet okutan bir yoğunlukta, çok çeşitli ve fazla sayıda şiddet eyleminden haberdar oldu ve bu o kadar aralıksız bir biçimde devam etmekte ki bunlar artık ne yazık ki “gündelik olan”ın sınırları içinde. Bunların hatırı sayılır bir kısmının ülkede gittikçe derinleşen ekonomik buhranın yarattığı, iş piyasalarından aile yaşantısına ve oradan da bireylerin iç dünyalarına dek dalga dalga yayılan sarsıntılarla ilişkili olduğu söylenebilir elbette; hatta bu çoğumuzun yaşananları kavramak için kurduğu ilk nedensel bağdır.
Belki üstüne bir de 20 yılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten sağ popülist bir iktidarın İslam kültürünün en saldırgan, bağnaz ve pederşahi unsurlarına dayanarak kurduğu -toplumun bir kesimi üzerinde efsununu hâlâ sürdüren- politik diskura aralıksız maruziyetin yarattığı halet-i ruhiyeyi ekleyebiliriz.
Ancak karşılaştığımızda kanımızı donduran sebepsiz, gayesiz bir kötülükle kendini gösteren öyle şiddet eylemleri var ki genellikle “bu terazi bu sıkleti çekmez” deyip konuyu psikiyatri kliniklerine havale etmekten başkası elimizden gelmiyor. Mesela birkaç sene evvel patileri kesilmiş halde ormanda bulunup tedavi esnasında ölen köpek haberiyle karşılaşınca nutkumuz tutulmuştu. Arasak son birkaç yılın arşivlerinde benzer birkaç vaka ile daha da karşılaşırız muhakkak.
Geçtiğimiz hafta Bağcılarda annesinin kafasını kesip sokağa atan şahsın haberi de benzer ama daha dehşetli bir kötülüğün ifadesi oldu. Amacım bu tip vakaların bir dökümünü çıkarmak değil. Şüphesiz failler bu eylemlerini en azından açıklanabilir kılacak psikotik bir atak geçiriyor olabilir, bu olasılığı dışlamıyorum. Fakat tarih -ve eğer o derece bahtsızsak, kendi tecrübemiz- bize insanların hiçbir kin gütmeksizin, intikam, dini bir inanç veyahut ulvi kabul edilen herhangi bir dava uğruna olmayan bir biçimde sebepsiz bir yıkıcılık ve kıyıcılık sergileyebildiğini yeterince gösteriyor. Ve biz, iktisadi ve politik bir hayvan olarak tasavvur edilen bir insan varlığında bunları tatmin edici şekilde açıklamamıza yarayacak ilkeleri bulamıyoruz.
Dahası, insan parçalarına ayrılarak anlaşılabilecek sıradan bir mekanizma da değildir. İnsanın bir mekanizma olarak kabul edilmesi durumunda, insan edimlerinin, üstelik rasyonel olmakla, ‘bilim-dışı saçmalıklar’ın geride bırakılmasıyla övünülen bir çağda, bu tip eylemlere nasıl kalkışabildiği ve bu durumun aşırılığını kavramak güçleşmektedir. Nereye bakmamız gerektiğini belirlemek için uzun boylu bir insan doğası tartışması yürütmemiz gerekmiyor: İnsanın “öncelikle ve her koşulda” rasyonel bir varlık olduğu dogmatik ön kabulünü bir kenara bırakmak, şimdilik ilerlememiz için yeterli.
Baktığımız bu insan manzarasında, karşımızda rasyonalite ile hiçbir ilişiği olmayan kocaman ve tekinsiz bir alan var. Jung, toplumsal standartlara ve ortalama insan davranışlarına uymayan tüm istek, arzu ve dürtülerin menşei olarak ‘Gölge’ kavramını kullanıyordu. Bu kavram, Freud’un İd kavramına benziyor olsa da bir yönüyle bireysel bilinçdışının ötesine uzanıyor. Gölge, aynı zamanda tüm insanlardaki yıkıcılığın ve aşırılıkların kaynağı olarak kolektif bir içeriğe sahip. Bu kavram, Jungiyen literatürde bilinçdışının dizginlenemez ve ‘aşırı’ denilebilecek içeriklerini temsil etmesinden ötürü, insanın yıkıcı eylemlerinde açığa çıkan beşerî kötülüğü anlamamızda kilit bir unsur olabilir. Jung bu anlamda kolektif bilinçdışının güçlerini, ciddiye alınması gereken bir olgu olarak ortaya koyar:
“Kolektif güçlerin bireyin karakterinde meydana getirdiği değişiklikler şaşırtıcı boyuttadır. Yumuşak ve makul biri, manyak ya da vahşi bir canavara dönüştürülebilir. İnsanlar kusuru daima dış güçlere atmaya eğilimlidir, fakat var olmayan bir şey de harekete geçirilemez. Aslına bakılırsa, biz her zaman bir volkan üzerinde yaşıyoruz ve bu volkanın patlayarak çevresini yakıp yıkma olasılığına karşı, bildiğimiz kadarıyla, yapabileceğimiz bir şey yoktur.”[1]
Jung’a göre bu noktada psikolojik bir bütünlüğe ulaşabilmemiz, ancak bilinçdışı güçlerin bir biçimde bilinçle uzlaştırılarak yapılandırılmasıyla gerçekleşebilir. Aksi takdirde bilinç dışı, insan türünün tüm yıkıcı ve aşırı davranışlarında ortaya çıkan kolektif içeriğiyle hem psikolojik bütünlüğümüzü hem de toplumsal yaşantımızın düzenini tehdit etmektedir.
[1] Carl Gustav Jung, Psikoloji ve Din, çev. Raziye Karabey (İstanbul: Okyanus Yayıncılık, 2010), 15-16.
Fotoğraf: Jr Korpa