[voiserPlayer]
Üniversite tercihlerinin konuşulduğu son günlerde, azınlıkta kalan kişilerin çabaladığı önemli bir süreci daha atlattık. Pek çok okulun lisansüstü programlarının mülakatları tamamlandı, yeni öğrenciler belirlendi. Yüksek lisans ve doktora yapmak isteyen birçok genç için stresli bir dönemdi. Bu dönemde insanlar yalnızlığı kanıksamış olsa da bir desteğe ihtiyaç duyup aynı yollardan geçen insanlara danışıyorlar. Ben de tanıdığım yüksek lisans yapan insanlara danışmıştım, bana da danışan insanlar oldu. Hatta bu süreçte ne kadar yaşlandığımı acı bir şekilde fark ettim. Yüksek lisans mülakatlarını atlatalı dört koca yıl olmuş. Bir lisans süresi kadar. Dört sene boyunca tüm enerjini bir hedefe yönelt ve elde var sıfır! Tamam, belki sıfır değildir de bire yaklaşıyordur. Hala daha olaydan bihaber insanların bakışları, yorumları aynı. Hayatım anlaşılmazlıklar sarmalındayken çevremin daraldığını, en sevdiğim insanların bile bazı sorularını gülünç bulduğumu ve hatta bencillik dozumun giderek yükseldiğini fark ettim. Bu iş biraz da kendini ön plana alma işi. Haftalarca ektiğin en yakın arkadaşını bir kez daha ekerken bahane bulmaya bile mecalin kalmıyor bazen. Ne yani, yazdığın makalenin son teslim tarihine bir gün kala Kadıköy’de aylak aylak gezecek misin? N’olmuş yani dünyadaki tek kardeşinin düğünü varsa, bir gün önce de doktora mülakatın var otur ders çalış! Dışarıdan bakınca acımasız ve çok sıkıcı bir hayat. Ama içine girince insan akıp giden zamanı tutamıyor. Öğrenme ateşi bambaşka bir şey, karşı koyarsan seni yakıp geçer.
Lisansüstü hayata adım attığımdan beri tecrübe ettiğim, hissettiğim, keşke biri beni önceden uyarsaydı dediğim tüm konuları gerek sosyal medya hesaplarımda paylaşıyor gerekse bana akıl danışan insanlara naçizane anlatıyorum. Tüm düşüncelerimi toparlamak zor olsa da yazıya döküp özetlemek istedim. Bu yazının amacı kesinlikle üstenci bir şekilde “gençlere tavsiye vermek” değil. Zira yaşadığım toplumdan kopuk bir biçimde “atlayın, zıplayın, kod yazın, hey sen bırak o kitabı ve hemen girişimci ol” şeklinde direktifler verecek özgüvenim hiçbir zaman olmadı. Lisansüstü sürecin kabaca maddi ve manevi maliyetlerini anlatmayı ve biraz da iç dökmeyi amaçlıyorum. Genç akademisyenlerden oluşan sitemizde bu yazıma katılanlar, eksik yazmışsın diyenler olacaktır ya da tam tersi beni eleştirenler ve gözden kaçırdığım pozitif yönleri gösterenler olacaktır ki bunu çok isterim. İnsan alıştım zannetse de yalnızlık hissini bertaraf edecek en ufak bir umuda bile hemen tutunuyor.
Kendine Yatırım Yapmanın Maliyetleri
Öncelikle bahsettiğim sorunların yalnızca ülkemize ait olmadığını ve tüm dünyada kısıtlı kaynaklarla araştırmalarına devam eden insanların birçok sorun yaşadığını bilmekte fayda var. “PhD Comics” adıyla yayınlanan ince nükteli illüstrasyonlarda dünyanın neresinde olursanız olun kendinizi görüyorsunuz. Akademinin belli başlı teamülleri insanı çok yoruyor. En basitinden bir makale yayımlamak istediğinde, makalenin dergi tarafından kabul edilip edilmeyeceğini bilmeden uzun saatler harcayıp o derginin formatına göre makaleyi düzenlemek gerekiyor. Makalenin kabul aldığı en güzel senaryoda ise maliyet sorunu ortaya çıkıyor. CV’si dolu, araştırmalarıyla öne plana çıkan, eleştiri almak isteyen bir akademisyen adayı olmak isteyenler; yayımlayacakları makaleler, sunacakları bildiriler için gelirlerini aşan ücretler ödemek zorunda kalıyorlar. Hiçbir çıkar gözetmeksizin bilgi birikimini ve zamanını ortaya koymak için üstüne para ödüyorsun ve kimse bu düzeni değiştirmiyor. Bazı makaleleri yayımlamak için sayfa başına ekstra para ödemek gerekiyor. Özellikle Türkiye’de akademik teşvik sistemi geldiğinden beri bayağı ciddi bir sektör oluştu. Uluslararası konferans adı altında bilimsel yeterliliği düşük, aynı insanların aynı konuları konuştuğu toplantılara katılabilmek için fahiş fiyatlar ödemek gerekiyor.
Bir diğer yüksek maliyet kalemi olarak psikolojiyi saymak gerekli bana kalırsa. Yüksek lisans yaparken sağlıklı kalabilmek için psikoterapi, spor ve /veya kişisel gelişim kitaplarına belirli bir bütçe ayırmak şart haline geldi. Son yıllarda lisansüstü öğrenciler üzerinde yapılan bilimsel çalışmalar arttı ve lisansüstü öğrencilerinin toplumun genelinden daha fazla depresyon ve anksiyeteye meyilli olduğu saptandı. ABD’de ekonomi bölümünde doktora yapan öğrenciler üzerinde yapılan çalışmaya göre, lisansüstü öğrencilerinin ortalama Amerikan halkından üç kat daha fazla akıl – ruh sağlığı rahatsızlıklarına meyilli oldukları ortaya kondu [i]. Bu konu üzerine Türkçe literatürde makale ya da tez bulmakta güçlük çektim ancak kişisel deneyimlerim ve gözlemlerime dayanarak Türkiye’de de aynı sonucun çıkacağını düşünüyorum. Kültürel olarak düşündüğümüzde, lisansüstü öğrencilerinin yaşadıkları psikolojik taciz inanılmaz boyutlarda. Kişisel alana saygı duymayan insanlarla bir arada yaşadığımız için eniştenin amcasının oğlu, komşunun görümcesi, dayının baldızı herkes ama heeeeerkes okuduğun okul hakkında, evlenip evlenmeyeceğin hakkında, çocuk sahibi olup olmayacağın hakkında, çalıştığın iş hakkında yorum yapıyor. Bu saygısızlığı kabul etmesen bile yok saymak zorlaşıyor ve insan kendini sorgulamaya başlıyor. İşsizlik psikolojisi ve maliyeti, kendini işlevsiz hissetmekle birleşiyor. Ancak bir lisansüstü öğrencisi belirli mesai saatleri olan insanlardan daha fazla çalışıyor. Araştırma yapmak, bir tezin üzerine gitmek; duruş bozukluklarını beraberinde getiren oldukça uzun bir masa başı mesaisi aslında. Bu mesaiden ücret almıyor olmak demek işsiz ve işlevsiz olmak anlamına gelmiyor. Bu bilgiyi hep akılda tutmakta ve kendi modunu düşürmemekte fayda var.
Bahsetmeyi unuttuğum, nedense üçüncü sıraya kalan asıl büyük sorun temel ihtiyaçlar. Akademik yola girince, temel ihtiyaçlar akademinin arkasında kalıyor. Barınma, beslenme gibi sorunları ailenizin desteği ile sağladığınızı var sayarsak; araştırma görevlisi olmadan yapılan lisansüstü bağımlı bir hayat anlamına geliyor. Bağımlı hayatta tüm lüksleri kısıtlamak gerekiyor. Üniversiteden mezun olur olmaz iş hayatına başlayan akranlarınız belirli bir süre sonra kendilerine yeten düzeni şöyle ya da böyle kuruyor. (Sonra onların davet ettikleri düğünlerde “Nasıl çeyrek takacağım şimdi ya?” diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi.) Akademik kariyer dışında bir iş hayatı ile akademik kariyeri yürütmek ise oldukça yıpratıcı. Haftanın beş günü, mesaiden çıkınca dolu kafa ile kendini derse oturmaya zorlamak çok zor. Hafta içi çalışıp hafta sonu herkes dinlenirken tez okuması yapmaya çalışmak büyük bir fedakârlık ve bir süre sonra insan tükeniyor. Zamanı yönetmeyi öğrenmek bir çözüm olsa da, işteyken tezi, okuma yaparken de işi düşünürken buluyorsunuz kendinizi. Kendi adıma bu iki süreci paralel yürütmekte zorlandığımı ve birçok şeyi aksattığımı söyleyebilirim.
Ekonomik ve psikolojik maliyetlerin yanı sıra moral değerlerin korunmasından da bahsetmek gerekli. Tüm Araştırma Görevlisi kadrolarının güvencesiz bir şekilde 50/d kapsamına alınması ile bizim dönemimizde akademik kariyer yapmayı hedefleyenlere büyük bir darbe vuruldu. Doktorası biten kişiler kapının önüne konuyor ve onlara ders vermek için çok kısıtlı seçenek bırakılıyor. Güvencesizlik bir yana, hali hazırda razı olduğumuz bu kadrolara bile girmek çok büyük sıkıntı. Bir keresinde bir akademik ilan açıldığında abartısız tam yirmi dakika sonra kime açıldığını öğrendim. Böyle birçok örnek duyuyoruz. Akademik kadrolar belirli kişilere açılıyor ve o belirli kişilerden olabilmek demek belirli kişilerin akrabası, tanıdığı olmak ve aynı düşünceleri körü körüne savunmak demek. Kimseyi töhmet altında bırakmak değil amacım ancak artık öyle kanıksadık ki bu durumu, şaşırmıyoruz bile. Hatta bu durum kadroları da geçti lisansüstü öğrenci alımlarında bile yaygınlaştı. Doktoraya kadar gelebildiğim için kendimi şanslı bile sayıyorum. Akademisyenliği memuriyet gibi gören, kadrom olsun diye düşünen ve hiçbir birikimi olmayan insanların kadrolara yerleştirildiğine şahit oluyoruz. Vasatın yüceltildiği devirde, dil puanı olmadan üniversitede kadro alan kişiler bir de ekstra para verilerek yurt dışında dil eğitimi almaya gönderiliyor. Bu durumun kamuoyunda infial yaratması beklenirken, YÖK’ün uygulamasını eleştiren insanlar “kolejli elitist” olarak etiketlendi. Akademinin git gide değersizleştiği ve değersizleştirilmesi için özel çaba sarf edildiği inkâr edilemez bir gerçek.
Sonuç Yerine
Buraya kadar aslında bir yol haritası vermekten çok yaşanması muhtemel sorunları özetledim. Tüm bu süreçlere ve daha fazlasına, gittikçe daha da artan dozda katlanmaya hazır hissediyor musunuz? Dört yıl önceki Büşra, bunlara kulak asmazdı. İnsanın içine hırs, bilgi açlığı, öğrenme ateşi düşünce gözü hiçbir şeyi görmüyor. Bunları yaşarken normalleştirip dışarıdan bakınca durumun vehametini anlayabiliyor insan. Sorunları gören rasyonel insanlar da kendi yolunu çiziyor. Eminim ki henüz akademik kariyerin başında olan genç arkadaşlarım bu yazıyı okuyup beş dakika sonra bildiklerini okumaya devam edecek. Belki de bu dirayet bizleri güçlü kılıyor. Peki ne yapabiliriz? Her şey ya da hiçbir şey. Ya düzene ayak uydurup kendimizden vazgeçeceğiz ya da akademiyi değiştireceğiz. Değişimin yolu da – bence – ne olursa olsun ilkeli durmakta. Hangi bilim dalı olursa olsun, bilimi savunan ve ilerleme için uğraşan insanlar kalıcı olacak. Hiçbir iktidar, hiçbir savaş bilgi üreten insanın önüne geçemez. Bu düşünceye sahip olmak ve içselleştirmek akademide hayatta kalmanın tek yolu.
[i] Barreira P, Basilico M, Bolotnyy V. . “Graduate Student Mental Health: Lessons from American Economics Departments”. Working Paper, Harvard University, 4. 11. 2018.