[voiserPlayer]
Kıvanç Tatlıtuğ oğlu Kurt Efe’nin ilkokul eğitimi için Londra’ya yerleşmeye karar vermiş. Daha önce de Korel-Ergenç çifti benzer bir karar almıştı. İlkokul eğitimini Londra’da almış birinin artık Türkiye’ye dönme ihtimali pek yok. Özetle çocuklarını İngiltere’de, Amerika’da yaşasın diye yetiştirecekler; bu çocuklar aldıkları iyi eğitimlerle İngiltere’ye, Amerika’ya faydalı olacaklar.
Avrupa’da siyasi partilerin toplumsal temellerini açıklayan önemli tezlerden bir tanesi, bu partilerin derin tarihi toplumsal bölünmelerin yansıması olduğu argümanıdır. Lipset ve Rokkan, 19. yüzyılın sonlarına doğru Batı Avrupa’da oluşan toplumsal yarıkların katılaştığını ve bugün var olan siyasi partilerin her bir yarığın temsilcisi olarak ortaya çıktığını savunurlar.
Bu toplumsal bölünme teorisi literatürünün büyümesiyle beraber şu dört toplumsal bölünmenin Avrupa’daki başlıca siyasi partilerin temeli olduğu görüşü önemli ölçüde kabul gördü: Sermaye-İşçi, Kilise-Devlet, Şehirli–Köylü, Merkez-Çevre (Türkiye entelijansiyasını takip edenler bu sonuncuya pek aşinadır).
Bugün hâlâ bu geleneksel siyasi yarıklar üzerine tartışmalar yapılıyor olmasına rağmen güncel politikada çok daha yeni ve çeşitli sosyal ayrışmalar ortaya çıkmaya başladı. Literatürde özellikle üç farklı dönüşümün yeni toplumsal yarıkların oluşumunda etkili olduğu yazılıp çiziliyor.
Bu dönüşümlerden ilki olan materyalist ve post-materyalist ayrımı, dünyaya dair “acil ihtiyaçların” varlığı hususunda zorluk yaşamayarak büyüyen 2. Dünya Savaşı sonrası nesillerin, kendilerini ifade etmek gibi daha soyut şeyleri talep etmesi ile başladı (yeni nesillerin kimlik siyaseti etrafında şekillenmesi vb). Ancak bu dönüşüm toplumun tamamanı kapsamadığı ve zaman içinde kademeli olarak birçok değişim yaşandığı için güvenlik, barınma, gıda gibi daha temel ihtiyaçlara vurgu yapan metaryalist nesiller ile post-materyalist nesiller arasında da bir ayrışma ortaya çıktı.
İkinci ayrılma ise küreselleşme sürecinin kazananları ile kaybedenleri arasında ortaya çıktı. Bu ayrımın kazanan tarafında iyi eğitimli, kalifiye, çok dilli ve “dünya vatandaşı” bireyler yer alırken kaybedenler tarafında daha az eğitimli, geleneksel sektörlerde çalışan ve kendisini ulus sınırları içerisinde anlamlandıran (anlamlandırabilen veya anlamlandırmak zorunda olan) kitleler bulunmaktadır.
Sonuncu ayrım ise Yeşil-Alternatif-Liberal ve Geleneksel-Otoriteryen-Milliyetçi ayrımıdır. Özellikle Avrupa Entegrasyonu ve kıta içi göçlerin de artmasıyla ortaya çıkan bu ayrışmanın bir tarafında iyi para kazanabilen ve istediği ülkede kendisine iş bulabilen eğitimli ve uzman kişiler duruyorken yarığın diğer tarafında bu sürecin dezavantajlısı konumundaki kalifiye olmayan, düşük eğitimli kimseler duruyor. Bu çatışma kendi kültürel tabakalaşmasını da ortaya çıkarmaktadır. Bir yanda liberal ve evrenselci değerleri savunan kitlelere karşı diğer yanda ulusalcı, entegrasyon karşıtı tezleri savunan bloklar ortaya çıkmaktadır. Düşük eğitimli ve özellikle işçi sınıfına mensup Avrupalıların yeni sağ partilere kaymasının ana nedeni budur.
Geleneksel anlamda çıkarları sosyal demokrat partilerle örtüşen bu kitle daha az milliyetçi iken hem Avrupa’nın kendi içinde hem de dışardan Avrupa’ya doğru yaşanan yoğun göçler nedeniyle işleri, kirada oturdukları evleri, tüketim ürünleri ve güvenlikleri tehlikeye girdiği için kendi çıkarlarını anti-küreselleşmeci, ulusalcı yeni sağ partilerde görerek o tarafa kayıyorlar. Geleneksel sınıf ayrışması dönüşerek sağ partilerin işçi sınıflarını sol partilerden kopardığı yeni bir siyasal vasat ortaya çıkarmaktadır.
Peki tüm bunların Kıvanç Tatlıtuğ ile ne alakası var? Tüm Atatürkçülüğüne rağmen Kıvanç Tatlıtuğ’un ya da Halit Ergenç’in çocuklarını İngiltere toplumuna faydalı olmak üzere büyütmeleri; iyi eğitimli, Atatürkçü gençlerin hayatlarındaki ilk hedeflerinin Avrupa ya da Amerika’ya gitmek gerçeğini çarpıcı bir şekilde yansıtmasının dışında yalnızca magazinsel bir değere sahip. Üstelik, sosyal problemleri bireylerin tercihlerine indirgemek ve bireyleri yargılamak da anlamsız bir çaba.
Yurtdışına gitmelerinin nedeni olarak (çok da haklı bir gerekçeyle) ülkenin içinde bulunduğu durum gösterilse de bunun esasında ikincil bir neden olduğunu düşünüyorum. Yani Akp on yıl önce iktidarı kaybetmiş olsaydı da bu süreç, daha yavaş olsa da, işleyecekti. Türkiye’de yaşananları kavramaya çalışırken sadece ülkenin kendi iç dinamiklerine bakmak, yaşananların ana nedenlerinin Türkiye’nin kendi içinde olduğunu düşündürse de, Türkiye de dünyayı sürükleyen dalgaların bir parçası olarak öyle ya da böyle dalganın kendisini götürdüğü yere doğru gidiyor.
İyi eğitimli gençler, yazılımcılar, doktorlar, mühendisler (o ülkeleri Akp yönetmiyor olmasına rağmen) Polonya’dan, Yunanistan’dan, İtalya’dan, İspanya’dan; Almanya’ya, İngiltere’ye, Fransa’ya, Amerika’ya gidiyor.
Uluslaşma sürecinde yereldeki bağların zayıfladığı ve insanların köylerden şehirlere akın ettiği sürecin daha büyüğünü yaşıyoruz. İnsanlar yine köylerden kentlere kaçıyorlar, kaçmaya da devam edecekler. Köydeki hayatı şehirdekinden daha iyi olsa bile yine şehre kaçmaya devam edecekler. Bu yüzden Türkiye’nin içinde bulunduğu kötü durum, yalnızca yurt dışına göçü hızlandırıcı bir etkiye sahip. Afrika’dan, Ortadoğu’dan, Orta Asya’dan insanlar Türkiye’ye akmaya devam edeceği gibi buradaki insanlar da Polonya’ya gitmeye çalışacaklar. Polonyalılar İspanya’ya, İspanyollar da İngiltere’ye Amerika’ya gidecekler.
Uluslaşma süreci nasıl yerel bağları yüzyıllar içerisinde ulus kimliği içerisinde erittiyse küreselleşme de yavaş yavaş ulusal bağları çözüyor. Bu noktadan sonra ne olacağımızı bilmiyorum, çünkü uluslaşma sürecinin aksine, insanların içerisinde ortak bir kimlikte eriyecekleri bir zemin olmadığı gibi bunu sağlayacak mekanizmaları inşa edecek küresel bir devlet mekanizması da yok.
Tıpkı uluslaşma süreci gibi bu yeni sürecin de ilk dönüşenleri iyi eğitim alan kesimler oldu. Küreselleşme sürecinin kazananları olarak bir ülkede mutlu olmadıklarında diğer bir ülkeye gitme ve gittikleri ülkede dünyaya kendisi gibi bakan insanlarla aynı zevkler aynı değerler etrafında ortaklık kurma imkanı elde ediyorlar. Buna karşılık ortak bir bağ içerisinde var olmak, bir kollektif yapıyı korumak ve onu daha iyi hale getirmek için sorumluluk alma ve fedakarlık yapma duygusu kayboluyor.
Bu anlamda Atatürkçülük, yalnızca yeni nesiller için aileden miras kalan bir sosyal kimlikten ibaret. Atatürkçülüğün asli hedefi olan kendi mutluluğu rağmına Türkiye için çalışma duygusunun artık diri olduğunu düşünmüyorum ve bunun asıl nedeni küresel değişimlerde yatıyor.
Milliyetçilik ve İslamcılık yoksul halkta, yani bu dönüşümün kaybedenlerinde, hâlâ diri oldukları için bu iki görüşün idealleri uğruna sorumluluk alacak ve fedakarlık yapacak insanlar da mevcut. Ancak bu kitlelere kıyasla iyi eğitim imkanına sahip olan diğerleri, artık başka bir kimliğin ve yeni bir dünyanın parçası olarak yaşayacaklar.
Türkiye 30 yıl önceki halinden, 40 yıl önceki halinden, 80 yıl önceki halinden çok daha iyi bir ekonomiye, çok daha eğitimli ve hatta daha laik bir topluma sahip olmasına rağmen kendisini Atatürkçü ya da milliyetçi olarak tanımlayanların hayalini yurtdışının süslüyor olmasının birincil nedeni Akp değil; insanların, tanımadığı fakat ait olduğunu hissettiği diğer insanlar için kendi hayatından fedakarlık yapma duygusunun yok olması.