[voiserPlayer]
Türkiye’ye “içerden” veya “dışardan” bakan sosyal bilimciler ve siyasi analistler, nasıl oluyor da bu ülkede hala bir “sosyal patlama” yaşanmadığına akıl sır erdiremiyorlar. Üstelik yıllardır…
Oysa, ne her “patlama” öyle terör eylemlerindeki bombalar, tahıl tozu veya gaz sıkışmaları sonucu oluşan madenlerdeki ve tahıl ambarlarındaki patlamalar gibi birden bire olur, ne de her toplumun “sosyal patlaması” birbirininkine benzer.
Zaten Türkiye’nin patlamaları kendi içinde en az üç koldan, yoldan ve düzlemde, bilinçli söylemlerle veya bilinçdışı imgelemlerle gerçekleştiriliyor. Çünkü bir yandan “gaz verilirken” diğer yandan da “gazı alınıyor”. Üstelik yıllardır:
- Elbette öncelikle ve daha önce daima iktidar ve muhalefet iş ve el birliği ile yönetildiğini vurgulamış olduğum devlet tarafından.
- Kurumsal siyaset ile toplumsal siyaset arasında kendi misyonlarınca ve taraflılıkları ile aracılık eden başta medya, aile, okul, dini/kültürel cemaatler, tarikatlar, hükümet-dışı örgütler (HDÖ/(NGO)/STK), kültür-sanat/eğlence endüstrisi vb. olmak üzere, tüm geleneksel, modern ve post-modern kurumlar tarafından.
- Toplumsal/kişisel sorunlarına tüm olanakları, yaratıcılıkları ve dayanma gücü ile çözümler üretmeye çalışan bireyleri tarafından.
“Sıklıkla balık baştan kokar” deniyor, fakat o işin sadece görünen ve geleneksel kültürel veya ideolojik ezber kısmı. İlk örseleyici ve zedeleyici darbe nereden alınmışsa balık kokuşmaya oradan başlar.
Fakat burada bence önemli iki husustan birisi çürümenin her üç katmanda da eş zamanlı olarak yayıldığı ve ilerlediği. Diğeri ise halkın sürekli olarak gerek bozulmanın, gerekse iyileşmenin sorumluluğunu ve inisiyatifini tepeden, devlet yönetiminden ve güçlü bir liderden beklemeye koşullanması. Özetle, edilgen kalması.
Özerkleşme Kaygısı ve Özgürleşme Korkusu
Türkiye, Kuzey Avrupa’da başlayıp dünyaya yayılmış moderniteye direndikçe direndi. Tabii başlarda bu ülkelerin bilim-teknolojide ve ekonomide hızla ilerleyip güçlenmesine imrendi. Fakat kurumsal yapılanmasını ve sistemik işleyiş kurallarını doğrudan ithal veya taklit ederken, paketin içindeki diğer değerleri almayı ve kullanma kılavuzlarını okumayı reddetti.
Böylece geçtiğimiz ilk yüzyılında, veya kendi deyişimle kolektif olarak toplumlaşmasının birinci yaşında, hem köklü dini/kültürel alışkanlıklarının, hem de uzak/yakın tarihsel travmalarının esiri olmaktan da kurtulamadı. Kapalı, cahil, muhafazakar ve otoriter güçlerin iradesine bağımlı kalmış nüfus; gelişme, demokratikleşme ve özgürleşme kaygılarını yenemedi.
Atatürk’ün hevesleri, devrimleri ve modern bir ulus-devlet inşası için tüm girişimleri her ne olursa olsun, onun ve ilkelerinin izinden ne kadar güçle gidilmiş olursa olsun…
Yüzyılın sonunda, parçalanmış Osmanlı İmparatorluğu’ndan artan nüfusun “duyuşsal ve bilişsel bakiyesi” tüm kazanç ve kayıplardan sonra buna yetmedi. Dahası, emperyalist, Yahudi-Hristiyan, Batı, düşman, vb. bellediği ve tanımadığı, “dilini bilmediği” tüm ötekilerinden ürkekliğini yüz yılda atamadı.
Çünkü bekâsını, yani varoluşunu idame ettirebilmek için dışarda ve içerde “düşman” imgelemlerinden ve onları üretip, beslemekten bir türlü özgürleşemedi.
Ben böyle yazıp söyleyince ülkenin entelektüel veya çok bilmiş kişilerinden alınganlık yapıp bozulanlar oluyor. “Yarası olan gocunur” demeyeceğim. Zira tekil bireylerin şu veya bu biçimde gelişmişliklerinden, siyasi veya toplumsal görüşlerinden değil, ülkenin topyekûn bir kolektif oluşum olarak davranışlarından söz ediyorum.
Bu kolektif yapı-sistem, amip gibi pek gelişmemiş, amorf ve esnek bir organizma veya ahtapot gibi akıllı, çok kollu ve akışkan bir yaratık gibi hareket ediyor olabilir.
Fakat günün sonunda, tarihin akışı içinde, belirli bir yönde, istemli veya istemsiz değişimleri ve bilinçli veya bilinçdışı dönüşümleri mutlaka vardır.
Toplumun bilinçlenmesi ve özerkleşmesi ise bireyleri, grupları, cemiyetleri, cemaatleri, hatta devlet ve özel kurumları ne kadar özerkleşebilmiş olurlarsa olsunlar, bütüncül toplumsal tasarım içindeki kendi rol ve konumlarının bilinci ile “eşgüdümlü” davranabilmeleri ile sağlanır ve sürdürülür ancak.
Yani bir kurumun veya devlet yönetiminin “siyasi başarılarla gücü elinde tutması ve iktidarı bırakmaması” bu açıdan anlamsız. Çünkü faydasız. Nitekim bugün gerek ülke yönetimi, gerekse siyasi partilerin ve diğer kurumların yönetimi söz konusu olduğunda, Erdoğan’a ve Kılıçdaroğlu’na yöneltilen eleştiriler bunun en güzel (“başarısızlık”) örnekleri.
Kaldı ki, bir ülkenin başka ülkelerden kurtuluş savaşı ile siyasi bağımsızlığını kazanmış ve bazı uluslararası antlaşmalarla da bunu garanti altına almış olması, özerkleşmiş olduğu anlamına gelmez.
Zaten bağımsızlık (independence) ve özerklik (autonomy) ayrı kavramlardır. Bu konuyu zaman zaman “bağımsız Merkez Bankası” veya “özerk üniversite” gibi klişe söylemli tartışmalar gündeme geldiğinde hatırlatmışımdır. Şimdi ayrıntısına girmeyecek olmakla birlikte bugünlerde üzerinde yeniden-düşünülmesinde yarar görüyorum.
Bilinçli veya Bilinçsiz Bastırma ve İnkarcı Savunma
Öte yandan, elbette bugün de olduğu gibi, Osmanlı ve Cumhuriyet aydın ve entelektüelleri gibi bireysel öncüller ve bazı akımlar olmadı değil. Zaten başta TSK ve CHP olmak üzere bazı kurumlar, toplumu tepeden modernleştirmeye girişmiş elitlerin simgesel ve sosyal temsilleri olarak kolektif imgelemlere kazındı.
Bana kalırsa bugün mutlaka doğru anlaşılması ve çözülmesi gereken temel problem şurada: Toplumun bir bölümü bunu “seçkinci kibir” ile sahiplenip başka bir bölümünün öznelliklerini, toplumcu ve bütünlükçü tasarımda söz söyleyememesini önemsemeyerek “bastırdı.” Zamanla serzenişler yükseldikçe ve kamusal alanda görünürlükleri arttıkça da “inkar” yolunu seçti.
Diğer kesimler ise bir yandan muhtelif kimlikler etrafında ve rejim karşıtı ayrışırken, diğer yandan da bu durumu isyan duyguları ile “içe alıp” (interiorization), diğerlerinin de aslında kendileri gibi öznelliklerini ve toplumcu ve bütünlükçü tasarımda söz söyleyememesini inkar etti. Haset ve imrenmesini bastırdı. Kin, nefret ve husumet, kolektif bilinç dışında yeşerdi ve semizlendi.
Kolektif Karakter ve Liderlik Tipleri
Cumhuriyet toplumu Klein’ın terminolojisiyle yüzyılın başlarında savaş sonrası “depresif pozisyondan” yüzyılın sonlarına doğru “paranoid pozisyona” geçti.
Bugün gerekçelerini ancak tahmin edebileceğim Disney dizisi tartışma yaratan Atatürk, hiç kuşkusuz inisiyatif ve radikal kararlar alabilen öncel bir liderdi. Travmatik ve depresif ahaliyi peşinden sürükledi ve bu ülkeyi kaostan çıkarıp inşa etti.
Muhalefet ve bazı analistler Erdoğan’ın da hiç değilse toplumun yarısının algısını yöneterek, açıkçası kandırarak ve aldatarak, iktidarda kalmayı becerdiğini söylüyorlar. Hatta kara propaganda diye eleştirseler bile, onun “algı yönetimine” için için imreniyorlar. Seçimden iki yıl öncesinden beri ironik olarak ”siz de ak propaganda ile yönetmeyi öğrenin o halde” minvalinde yazmış olduğum halde ve hâlâ, ancak sızlanmayı ve sorumluluğu dışsallaştırmayı biliyorlar.
Son seçimlerden sonra şimdi de yerel seçimlerde büyük şehir belediye yönetimlerini geri kazanmaya kararlı görünen Erdoğan da, siyaseten başarılı, radikal kararlara imza atmış ve öncülük etmiş bir lider sayılır.
Fakat pek çok yönden olduğu gibi şu bakımdan da Atatürk ile kıyas kabul etmeyecek önemli bir fark var aralarında:
Atatürk son derece heterojen halk kitlelerini kendi yanına çekip etrafında toplamayı başarıp peşinden sürüklerken, Erdoğan halkın kendine yakın ve yüzyılın ikinci yarısından itibaren hayli homojenleşmiş bir kesiminin olduğu yere gitti. Bastırılmış, hasır altı edilmiş diğer siyasi imgelemlerin de siyasi söylemsel sesi ve eylemsel simgesi oldu. Dileyeneler ister “tepeden/tavandan”, isterse “yerden/tabandan” toplumsal değişimi savunadursun. Dileyenler de işletme kitaplarındaki liderlik tipleri ezberini tekrar ededursun.
Her hâlükârda, Cumhuriyet’in son çeyreğinde Türkiye tüm halledemediği iç/dış çatışmaları ile, daha doğrusu bunların “yansıtımsal özdeşimlerini” (projective identifications) olumlayarak, kendine yeni bir lider tipi üretti. Yani bir tür “proje liderler.”
Belki de Erdoğan’ın ”ben ekonomistim” deyişini ve ülkeyi batıran faiz-enflasyon sarmalını ve para politikası(zlığı)nı eleştiren başta ekonomistler, onun “politik ekonomiden” değil de, “psişik ekonomiden” söz etmiş olabileceğini düşünebilmeliler. İktidarını bu şekilde sürdürebildiğini görebilmeliler.
Toplumun psişik ekonomisi de “iflas” eder ve ettirilir elbette. Çünkü defalarca ve yukarıda da yazmış olduğum gibi, ülkeyi iktidar ve muhalefet, kurumsal/toplumsal siyaset birlikte yönetir.
Tarihte liderler, toplumların kolektif karakteri ile aday olarak çıka(rıla)n bireyler ona hitap edebildiği takdirde ve zamanlarda çıkar.
Geçtiğimiz yüzyılda bu “tampon” ülkede toplumunun kolektif karakter yapısı da, kendi dış/iç dünya ilişkilerinin yönetimi ile ve karşılıklı pazarlıkları ile birincil/temel narsisizmden daha kırılgan bir yapı olan “borderline/sınır” karakter de değişti. Yedi yıl önceki yaz ortasında yaşanmış büyük krizin şokunu hâlâ atlatamayarak ise artık patolojik boyutlara geldi.
Nitekim “birincil/temel narsisizmi” örselenmiş kitleyi Atatürk, “Türk milleti zekidir, çalışkandır” vb. söylemleri ile yüceltmiş ve motive etmişti. Bu, “sağlıklı narsisizm ve milliyetçilik”tir. Depresif ve post-travmatik bireylerin, kurumların ve elbette toplumların özerkleşip güçlenebilmesi için de elzemdir.
Fakat cinsiyet, ırk, etnisite, din, mezhep, dil, vb. bazlı ayrımcı ve kendini kayırıcı, ötekini düşmanlaştırıcı faşizan milliyetçilik ise patolojik narsisizmdir. Ve “gerileme”dir. Bireye, kuruma, topluma zarar verir. Bugün dünyada ve bizde yükselişe geçen milliyetçilik de budur.
Türkiye’de kötü yönetilen ve karşısına antagonistik konumlanarak çıkarılan göçmen karşıtı söylemler, Maraş depremi sırası ve sonrasında dehşetle izlenmiş insan canının ve malının değersizleştirilmesi, doğanın katledilmesi, her türlü hak, hukuk ihlalleri, kısacası özgürlük ve özerkleşme ve demokratik güçlenme borderline/sınır patolojinin “kendini jiletlemek” gibi çok uç noktalara varmış ve kendine zarar veren birer “gerçeklik testidir.”
“Kutuplaşma” diye diye tartışmalarla ve popülist araçsal rantçı siyaset taktikleri ile olumlanarak şizo-yarılmış Türkiye, bu derin ve paradoksal sarmalından çıkarak kendi kendine toparlanmak zorunda.
Zaten edilgen halk da çok uzun süreler kolektif her hangi bir “patlamaya” mahal vermeyecek şekilde, bireysel ve toplumsal krizlerle beslenerek yaşadı. Fakat kendine zarar vere vere de birden çöker.
Bugünlerde, yani seçimin üstünden üç ay geçtikten sonra düş kırıklıkları yaşayanların öfkeleri arttıkça artıyor. Öfke patlamaları köşe bucak ayırt etmiyor. Şiddetin envai türünden, biçiminden ve dozundan geçilmiyor.
Tüm toplumsal paydaşlar, yani bireyler ve kurumlar, iş ve el birliği yaparak öncelikle kendi dışında suçlu ve bahane aramaktan vazgeçmeli. Mutlaka sorumluluk üstlenmeli.
Yeni hikayeler ve mucize yaratacak liderler aramayı bırakmalı. Halkın durduğu yere giden, ona dokunan ve inisiyatif alabilen kişilerin önünü açmalı.
Kendisi de hem onların elinden tutmalı, hem de kendi içindeki lideri bulup çıkarmalı.
Bir yandan özerkleşmeye, bir yandan da kolektifle dayanışma ve eşgüdüm içinde olmaya uğraşmalı.
Fotoğraf: Susanne Jutzeler