Medya Özgürlüğü Acil Müdahale (MFRR), 2025’in ilk yarısını mercek altına alan son Medya Özgürlüğü İzleme Raporu’nu yayımladı. Yeni raporun bulgularına göre Türkiye bölümünde öne çıkan sonuçlar oldukça kaygı verici: Ocak-Haziran döneminde ülkede 64 ihlal kaydedildi ve bu olaylardan en az 157 medya çalışanı ve kuruluşu doğrudan etkilendi. Tarihsel açıdan bakıldığında, bunun birbirinden bağımsız vakalar değil, iktidarın ifade hürriyeti alanını giderek daraltmak için yargı, medya düzenleyici ve güvenlik organlarını araçsallaştırdığı sistematik bir strateji olduğu görülüyor.
İmamoğlu’nun Tutuklanmasının Getirdikleri
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Mart 2025’te CHP ön seçiminde 15 milyondan fazla seçmenin oyunu alarak Cumhurbaşkanı adayı gösterildi. Ancak adaylık sürecinde önce adaylık için zorunlu bir koşul olan üniversite diploması iptal edildi, ardından da yolsuzluk ve terör bağlantısı suçlamalarıyla tutuklandı. İmamoğlu’nun şahsi konumunun ötesinde bu adım, yargıdan polise, medya düzenleyicisinden dijital mecralara kadar uzanan geniş çaplı bir baskı kampanyasının tetikleyicisi oldu.
Tutuklama sonrası düzenlenen eylemleri izleyen gazeteciler doğrudan hedef alındı. Sadece bir haftada Mapping Media Freedom veritabanına 19 ihlal bildirildi. Bunların çoğu, gösterileri takip ederken polisin orantısız şiddeti sonucunda meydana geldi. Gazetecilerin kendilerini basın olarak açıkça tanıtması ise herhangi bir koruma sağlamadı; uzun süredir süregeldiği gibi polis, medya mensuplarını da eylem kalabalığının bir parçası olarak görmeye devam etti ve haberciler yaşananlara “tanıklıkları” nedeniyle adeta cezalandırıldı.
Baş Fail Olarak Mahkemeler
Yılın ilk yarısında Türkiye’deki ihlallerin neredeyse yarısı yargı kaynaklı olarak kayda geçti. Mahkemelerden beklenmesi gereken ifade hürriyeti ve medya özgürlüğünü korumasıyken, Türkiye’de tam tersi bir uygulama yapılıyor; gazetecilere yönelik ihlallerin en yaygın hali yargı eliyle gerçekleşiyor.
Bu yüzde 48,4’lük orana bakıldığında soruşturmalar, mahkumiyet kararları, hapis ve ertelenmiş cezalar ön planda görünüyor. Özellikle son yıllarda artan adli kontrol ve ev hapsi kararları, yargı baskısının çeşitlenerek yaygınlaştığını da gösteriyor.
2025 ortası itibarıyla 17 gazetecinin cezaevinde olduğu, çok daha fazlasının ise süregelen davalarla karşı karşıya olduğu raporda belirtiliyor. Hakaret, terör örgütü üyeliği gibi muğlak ithamlarla yürütülen bu süreçlerde yargı artık sadece yasa uygulayıcısı değil, toplumsal tartışmalara girmeden önce eleştirel sesleri tırpanlayan bir “siyasi eşik bekçisi” rolüne bürünmüş durumda görünüyor.
Haberi Polis ve RTÜK Aracılığıyla Kontrol Etmek
İhlallerin üçte biri de polis ve güvenlik güçlerinden kaynaklı olarak öne çıkıyor raporda. Bu da Türkiye’deki medya ortamını medeni bir tartışma alanından çok bir “çatışma sahası”na çeviriyor. Özellikle önemli olayları takip eden gazetecilerin hedef alınması, sadece bireysel sesleri değil, bütün haber merkezlerini susturmaya yönelik caydırıcı bir etki yaratıyor.
Öte yandan, kaba kuvvet tek yöntem de değil. RTÜK, eleştirel medya kuruluşlarını yayın lisanslarını iptal etme tehdidi savuruyor, yayın yasakları ve ekran karartma uygulamalarına sıklıkla başvurup ağır para cezaları uygulayarak baskı ortamını kurumsallaştırıyor. RTÜK’ün yayıncıların yalnızca iktidarın yaptığı resmi açıklamalara dayanmasını istemesi, bağımsız doğrulama ilkesine doğrudan bir müdahale ve haberciliği yapılamaz hale getiren bir baskı biçimi olarak ayrıca kayda geçiyor raporda.
Daralan Dijital Alan
İmamoğlu’nun tutuklanmasının hemen ardından sosyal medya mecralarına erişimin kısıtlanması, iktidarın kriz anlarında bilgi ve haber dolaşımını tamamen kontrol etme isteğini tekrar gözler önüne serdi. Polis doğrudan sokakta bilgi akışını engellemeye çalışırken, BTK ve diğer kurumlar dijital alanda aynı yönde kısıtlamalar getirerek bilgi akışını internet ortamında engellemeye çalıştı.
Anaakım medyanın neredeyse tamamen hükümet kontrolünde olduğu bir ortamda sosyal medya, kalan tek çoğulcu kamusal alan durumundaydı. Ancak burada da resmi söylemler daha yaygın bir biçimde görünürlük edinmeye başlıyor. Bağımsız medya her ne kadar bu kanalları kullanarak çoğulcu bir medya ortamı sağlamaya yönelik adımlar atsa da, mecralardan kaynaklı algoritmik baskılar ve ülke içinde uygulanan teknik yavaşlatmalar bağımsız medyanın görünürlüğünü boğarak söylemsel üstünlüğü resmi açıklamalar tarafına yönlendiriyor.
Demokrasiye Karşı Silah Olarak Yargı
MFRR raporu, Türkiye’de uzun süredir gözlemlenen eğilimi net biçimde doğruluyor: Yargı, demokratik ilkeleri korumak yerine medya özgürlüğünün en büyük ihlalcisine dönüşmüş durumda. Bugün mahkemeler, polis ve düzenleyici kurumlar bağımsız gazeteciliğe karşı ortak bir cephe oluşturuyor. Bu durumda kamusal alanın çöküşü, toplumun tercih ve kararlarını dayandıracağı önemli bilgi ve haberlerden mahrum kalması anlamına gelebilir.
Türkiye’nin deneyimi, özellikle yargı bağımsızlığının tehdit altında olduğu Avrupa ülkeleri için uyarıcı bir örnek teşkil ediyor. Medya özgürlüğü bir gecede ortadan kalkmaz; hakları savunmakla yükümlü kurumların içeriden dönüştürülmesiyle, iktidarın aracı haline gelmesiyle kademeli olarak erozyona uğradığı bir sürece yayılır. Türkiye’de bu dönüşüm neredeyse tamamlanmış görünüyor ve eğer engellenmezse kalıcı hale gelmesi işten bile değil.
Tarih bize gösteriyor ki böylesi yapılar bir ülkede sağlamlaştığında, etkileri sınırlarını da aşar ve başka ülkelere ihraç edilir. Türkiye’deki bu çöküş, yalnızca Türkiye’yi değil çok daha geniş bir coğrafyayı da ilgilendirir.