[voiserPlayer]
Başlıkta çok çetrefilli bir soru sorduğumun farkındayım. Ya da bu soruya herkesin farklı bir cevabı olduğunun… Üstüne her ideolojinin farklı bir yol çizdiğini ve farklı ön koşulları olduğunu da biliyorum. Burada ayrıca, aslında en ideolojik tutum olan “ideolojiler üstü” bir “objektiflik” iddiasıyla ideolojik olarak karşımda konumlananların silahlarını elinden almak gibi bir aymazlık da yapmayacağım. İdeolojik olarak konumlandığım sosyal demokrat cepheden bir gelecek tahayyülü ortaya koymaya çalışacağım.
Bir kere hepimiz şunu idrak etmeliyiz: Varken toplumca tasarruf etmememizin, kaynakların planlı bir kalkınma yerine günü kurtarma ve günlük sefamıza harcanmasına, verdiğimiz oylarla rıza üretmemizin toplumsal bir bedeli olacak. Bu bedeli öderken, ya kişisel kayrılma arzularımızla hareket ederek Türkiye’nin başka iktidarlarla yeniden bu noktaya, 70 milyon insanın açlık ya da yoksulluk sınırının altında yaşadığı ve buna karşın bir avuç insanın servetine servet kattığı bir tabloya, evrilmesine rıza göstereceğiz ya da bir toplumsal seferberlik hâlinde bu bedeli de sonraki refahı da en adil biçimde bölüşecek bir düzene iktidar gücünü elinde bulunduranları zorlayacağız.
Bunun yolu da “kahramanlar siyaseti”ni, yani ülkemizin de kendimizin de kaderini bir kişinin ya da bir grup kişinin değiştirebileceği teslimiyetini bırakmaktan geçiyor. Liderlerin yaptıklarında keramet aramaktansa, liderlerin yaptıklarına eleştirel bakarak bu eylemlerin Türkiye’nin kalkınmasına hizmet edip etmediğini sorgulamaktan geçiyor. Yani ilk ön koşulumuz, bir etken özneye teslim olup kendimizi edilgenleştirmemek. Seçimden seçime eyleyen yığınlar olmaktansa örgütlü bir biçimde sesini çıkaran bir topluma dönüşmek. Yalnızca tüketirken değil, üretirken de özne olmaktan bahsediyorum en geniş tanımıyla.
Ardından hamasete dayalı, dolayısıyla uzlaşmaya kapalı ve iç politikanın malzemesi olarak kullanılan bir dış politik anlayıştansa, rasyonelleşen ve barışı önceleyen bir dış politika anlayışı için talepkar olmalıyız. AK Parti yıllarında Türkiye hem insan sermayesini hem de maddi kaynaklarını gereksiz bir çatışma durumuna harcadı. Sadece Suriye’yle bozulan ilişkilerimizin ve sığınmacıların Türkiye’ye maliyetinin 200 milyar doların üzerinde olduğu hesaplanıyor. Yani Merkez Bankası’nda buharlaşan ve herkesin öfkesine muhatap olan 128 milyar dolardan çok daha büyük bir meblağ.
Dolayısıyla her karar gibi bu kararın da Türkiye’ye çok büyük bir fırsat maliyeti oldu. Bu maliyet, iktidar tarafından imparatorluk geçmişinden kalan toprak ve doğal kaynak fetişizmiyle aşılmaya çalışılıyor. Sonuçta Türkiye, bir yandan mevcut kaynaklarını boşu boşuna harcarken; diğer yandan da iç politikadaki hamaset kozunu bırakmamak için sürekli olarak daha fazla kaynak harcamak gibi bir kısır döngüye sürüklendi. Buradan çıkışın yolu, taşralı uyanık esnaf mantığıyla kısa yoldan köşeyi dönmek için petrol kuyuları, doğal gaz kaynakları hayalleriyle yaşayıp ülkenin kaynaklarının bu alanlarda israf edilmesine canhıraş destek olmaktansa, barışçı bir dış politik anlayışla kaynakların nitelikli kalkınma için seferber edilmesidir.
Bir sonraki aşamada, yıllardır ucuz işgücüyle Batı’nın demode sanayi mezarlığı hâline gelen Türkiye, bir ağır sanayi cehennemine dönüştü. Nitelikli üretimin yerine, Batı’nın kendi ülkesinde görmek istemediği ve kendi vatandaşını çalıştırmaya dahi ikna edemeyeceği kadar arkaik bir sanayi düzenine razı olduk. İktidarın plansız ve buyurgan üniversite politikasıyla birlikte niteliksel olarak eğitimsiz, niceliksel olarak diplomalı yığınların ortaya çıkması taçlanınca, hem nitelikli kadrolarımız niceliksel olarak aynı işi yapabilecek, imza atabilecek muadillerinin varlığından hem de daha ucuz emek gücü anlamına gelen sığınmacıların emek piyasasını altüst etmesinden kaynaklı olarak ya yoksullaştı ya da sıla derdine düştü. Dolayısıyla yapılması gereken şey, Türkiye’ye dönük sektörel bir iddiayla ortaya çıkıp, bu alan ya da alanlarda Türkiye’yi lider yapabilecek bir yöntem benimsemek. Bu yöntem dahilinde, niceliksel olarak diplomalı yığınları meslek edindirme kursuyla beraber ilgili sektörlerde nasıl istihdam edebileceğimize dair bir planlama ortaya çıkarmak.
Son olarak, her kriz anında emekçiden değil sermayeden yana bir tutum takınan AK Parti, kurumlar vergisinde indirim, sosyal güvenlik primlerinin yükünün hazineye, yani vatandaşların sırtına yüklenmesi, faiz sübvansiyonları, KDV ve gümrük vergisi muafiyetleriyle hem sermaye dönüşümü yarattı hem de sermayeyi “istatistiksel büyüme” için teşvik etti. 2003-2016 yılları arasında milli gelirin %66’lık artışına rağmen nominal gelirin işçi emeklileri için yalnızca %36 ve memurlar için ise yalnızca %32 artması ve aradaki bu büyük farkın kayrılan sermayedarlara çeşitli yollarla tahsis edilmesi bir diğer çarpıklığı ortaya çıkardı.
İktidar, bir yandan sağlık hizmetleri, sosyal hizmetler ve öğrencilere ücretsiz kitap dağıtma gibi yollarla halkın ağzına bir kaşık bal çalarken, diğer yandan da hem sermaye gruplarını büyüttü hem de kendisine yakın bir burjuvazi yarattı. Aynı dönemde esnek ve güvencesiz istihdamdan muzdarip olan ve çoğunluğu oluşturan ücretli emek toplumunaysa ihtiyaç kredilerini layık gördü. Yine onların ucuza ya da bedavaya faydalandıkları hemen hemen bütün hizmetleri de özelleştirerek halkı bir borç sarmalına sürükledi. Günün sonunda, bu projesini laik eğitimden ve eğitimin birliği ilkesinden de geri adım atarak desteklemeye çalışan iktidar partisi, onurlu yurttaşlığın tüm gereksinimlerini ortadan kaldırarak toplumun ensesinde boza kaynatan bir yüke dönüştü.
Dolayısıyla yeni dönemde esnek çalışma koşullarını mutlak suretle kaldırmalı. Bunun yanında, katma değer üreten sanayi sonrası toplumun üretim biçimine dönük bir eğitim sistemi ve bunu destekleyecek bir çalışma düzeni kurgulanmalıdır. Bu, iyi bir planlama gerektirmektedir. Bu planlamada mutlaka örgütlenme özgürlükleri ve hakları tanınmalı, bu özgürlük yalnızca işçileri değil, günden güne genişleyen ve sanayi sonrası toplumların en geniş kesimini oluşturacak olan beyaz yakalıları da kapsamalıdır. Bu bağlamda, beyaz yakalıların, mavi yakalıların ve hatta KOBİ’lerin kim olduğunu tanımlanmalıdır. Bu tanımlama, yapılan işten ziyade bu grupların ortaklaşan çıkarları temel alınarak yapılmalıdır.
Dolayısıyla bu alternatif Türkiye projesi, çağın gereklerine uygun biçimde emekçilere nasıl sosyal haklar tanıyacağını da (yılda bir hafta ya da 15 gün yurtiçi-dışı tatil imkanı, tiyatro-sinema gibi sosyalleşme hakları vb.) ortaya koymalıdır. Bunun yanında bu yeni düzenin örgütlenme hakları da tartışılmalıdır. Unutmamak gerekir ki kapitalist sistemde sosyal demokratların rolü, sınıf çatışmasını önleyecek bir hakemlik rolüne talip olmaktır. Bu da emekçilerin örgütlenip sosyal demokratların arkasında kümelenmediği bir düzende mümkün değildir. Günümüzde artık emekçi dendiğinde yalnızca fabrika proleterleri değil, esnek çalışma koşullarından muzdarip olan toplumun tüm ücretli emek kesimleri anlaşılmalıdır.
Yeni dönemde mutlaka “istatistiksel büyüme” ile “gelişme” arasında bir ayrıma gidilmelidir. “İstatistiksel büyüme”nin bu yoz-yozlaşmış düzeni iyiden iyiye kalıcı hâle getirip bir grubu günden güne zenginleştirirken, geniş kesimleri fakirleştirdiğinin altı çizilmelidir. Bu yeni seferberlik hâlinin aktörleri, “yoz” grubun karşısına koyulan bir “çürük düzenin mağdurları” kavramıyla da KOBİ’leri, beyaz ve mavi yakalıları kapsamlı ve onların lehine bir dönüşüm vadeden projeye ikna ederek, onları, çıkarlarının ortaklaştığına inandırabilmelidir. Yine bu yeni dönemde, sağlık, eğitim gibi hizmetler geliştirilirken, aynı zamanda AK Parti’nin, arasında büyük uçurum yarattığı nominal gelir, bu hizmetler ve milli gelir arasında nasıl bir denge kurulacağı hesaplanmalıdır.
Fotoğraf: Paul Skorupskas