[voiserPlayer]
Ne kadar garip zamanlardan geçiyoruz değil mi? İmkanları elverenler evlere kapandı işlerini oradan halledip yaşamaya çalışıyorlar ama her şey yolunda gitmiyor haksız mıyım? Hepimizin “zaman bulursak yaparız” dediğimiz şeyler için şartlar müsait ama sürekli dört duvar arasında tıkılı yaşamaktan bunları yapacak heves bulamıyoruz. Kendi adıma konuşayım, aylardan beri kafamda dönen bir hikâye var. Açtım bilgisayarı. Yatağıma uzandım. Meşrubat, çerez vs. makul ölçekte. Yaklaşık beş altı saat öyle durdum. Totalde kaç sayfa yazdın derseniz o gün içinde: Bir. Bu girişimin üzerinden geçen 4 gün sonrasında da totalde üç sayfa yazabildim. Ortaya çıkan metinden ne kadar (u)mutlu olduğum kısmına girmiyorum bile.
Bu yazıyı da sözde iki üç gün önce yazıp Enes’e gönderecektim. Enes ki, işlerim biraz yoğunlaşsa ve 2 hafta üst üste yazı gönderemesem anında özelden yürüyüp “Hacı naber? Neden yazı göndermiyorsun? Artık bizi sevmiyor musun?” diye darlayan sevgili bir arkadaşımdır. O bile arayıp sormadı. Yani, anlayın durumun vahametini. Belli ki kendi başındaki dertlerden beni sıkıştırmak aklına gelmemiş. E malumunuz sinema salonları da kepenk indirdi. Belki onu da göz önünde bulundurmuştur.
Fakat tabii değerli okuyucularımızı evde sıkıntıdan kıvranırken izlemelik şeylerden mahrum bırakamayız. Bu defa bir yazı fiyatına iki film. Gel vatandaş gel.
The Platform (El Hoyo)
2019 bayağı sosyal mesajlı film yaptı değil mi? Parasite, Joker, Knives Out, Dark Waters, Ready or Not… Bu film her ne kadar Netflix‘e yeni düşmüş olsa da 2019’da çıkan diğer eserlerle yan yana getirince bir trende işaret ediyor sanki. Dünyanın özellikle popülizm ve diktatörlüklerin pençesinde kıvrandığı, alt tabakanın bir an yaşam standartlarının arttığı illüzyonuna kendini kaptırdığı, orta sınıfın ringde köşeye sıkıştırılıp çeşitli yumruklarla sersemletildiği bugünlerde zenginlerin keyfi yerinde sayılır. 2018 yılında ilk trilyon dolar değerinde şirketleri gördük. Tabi bazı ekonomistlere göre ilk değiller ama olsun biz şimdi gördük onları, ilk onlar sayılır. 20. yy. zenginlerinin servetleri de 100 milyar sınırını aştı. Komünizmin hayaleti dolaşıyor diyemesem de bir huzursuzluk var, orası kesin. Göçmen sorunu, iş-ev arasında sıkışmış hayatlar, ayrımcılığın ve bölünmenin gündelik hayatın üzerine düşen gölgesi…
Tam bu şekilde girdiğimiz bir yılda sinemalarda bu temalarla karşılaşmamız tesadüf değil. El Hoyo için ise İspanya’dan bu konulara dair orijinal sayılabilecek bir iş gelmiş diyebiliriz açıkçası. Distopik bir hapishanede gözlerini açıyor kahramanımız. Cube filminde işlenene paralel olmasa da her katında çeşitli sürprizler olan bir dikey D&D zindanı (tabii Beholder, Minotaur, Ejderha gibi şeyler yok ama) olan bu yerde kimsenin hikayesi diğerine benzemiyor gibi görünüyor. Yukarıda bin bir uğraşla ustalıkla hazırlanan yemekler ilk kattan başlayarak en dibe kadar gidiyor, bazıları karnını doyuruyor ama alt kat sakinleri biraz sıkıntılı…
Doyumsuz, düşüncesiz, başkalarının yükselme ihtimaline karşı tahammülsüz, paylaşım fikrini reddeden… Bu insanların ilk kattan bir sanat eseri gibi giren sofrayı en alt kata çöplükten hallice göndermesi işin en derin ironisi. Film aslında dev bir dayanışma ve iş birliği ironisi bu açıdan bakınca. Çünkü aslında herkesi idare edebilecek kadar mükellef bir sofra nasıl oluyor da bu kadar hoyratlık ve nefrete sebep olabiliyor? Çünkü sistem en başından bunu teşvik etme yönünde kurulmuş. Aslında düzenin devamı bu mekaniklerin aksamadan işlemesine bağlı biraz da…
Film baştan sona kapitalizmin zararları anlatımını merkeze alsa da dava neferlerine de bir çift sözü var. Düzenden rahatsız olan herkesin aslında daha iyiye giden bir yolda kurtarıcı Mesih olamayabileceğini de söylüyor. (Kişisel not: O zaten milyarda bir piyango. Tüm paranızı rulet masasında bir numaraya yatırıp zengin olmayı beklemek bile daha mantıklı ama nedense insanlar binlerce yıldan beri bu beklentilerin yeniden ve yeniden yanlışlanabileceğine bir türlü ikna olmamış gibiler.) Düzenin uyumsuzları bile başka huzursuzluklar ve başka trajediler yaratabilir diyen filmimiz, yarısına kadar düzgün bir şekilde götürdüğü kurgusu sonlara doğru biraz aksamaya başlasa da nispeten tatmin edici bir sonla finiş çizgisini görebiliyor.
Tüm oyuncular ortanın üstünde iş çıkarmış olsa da anlatım genelde başrol oyuncusu Ivan Massagué üzerinden gidiyor ve kendisi çok başarılı. İnandırıcı, samimimi ve tutkulu bir şekilde üzerine aldığı rolün hakkını veriyor. Görsel tasarım çok iyi. Platformun ve odaların insanı buran ve ümitsizliğe sevk eden yanları var (Corona günlerinde nasıl ilaç gibi geldi anlatamam).
Blow The Man Down
Sırları sever misiniz? Herkes kendi sırlarını sever elbette. Onlar olmasa nasıl kendi haylazlıklarımız ile gizliden gizliye övünebilirdik? Yahut bir felaketin eşiğinde zangır zangır titrerken kimsenin tanık olmamasının verdiği rahatlıkla hala güçlüymüş gibi görünemezdik. Ama tabi sizin gözünüz gibi koruduğunuz sırlarınız başkaları için ne ifade eder bunu da çok sık düşünmeyiz haliyle.
Bu bir kadın hikayesi. Kadınlar tarafından yazılıp yönetilmiş. Danielle Krudy ve Bridget Savage Cole (İsim de isim he, hey maşallah) erkeklerin horoz gibi şişinerek gezdiği, zamanın yavaş aktığı bir kasabada içlerinde sırları taşıyan kadınların gücünü yakalamaya çalışmışlar. Herkes için yeterince boğucu ve yaşaması güç olan bu habitatta kadınların işleri çok daha zor. Sınırları kabul ettirmesi en çok onlara zor galiba.
Bu tamamen benim varsayımım ama yüz yılların biriktirdiği bir bıkkınlıktan dolayı kadınlarda özgürlüğe duyulan hasret daha fazla. Belki bu yüzden risk almaya da daha yatkın gibiler. Sınırları kabullenmekte belki bu yüzden zorlanıyorlar ve hüsranları daha çabuk açığa çıkıyor olabilir. Filmde iki kız kardeşin annelerinin ölümü sonrası dünya başlarına yıkılırken başlarına gelenler anlatılıyor. Bildikleri, sahip oldukları her şey parmaklarının arasından kayıp giderken birbirlerini de kaybetmenin eşiğine geliyorlar.
Ama bu kız kardeşlerin kısa bir zaman aralığında karşısına çıkan tehditler ve onlara yaklaşımları, birbirlerine yakınlıkları ve düşkünlükleri anlatıma çok şey katıyor. Çünkü erkekler şeriflik taslamakla meşgulken onlar kendi hayatlarını kurmanın hatta kurtarmanın derdindeler. Eğlenceli diyaloglar, gri-karanlık tonuna rağmen cıvıl cıvıl atmosferi ve iyi oyunculuklar.
Bir filmde hem kadın dayanışmasının hem de “kadın kadının en büyük düşmanıdır” örneklerinin görünmesi her ne kadar ilginç gelse de kesinlikle bir bütün olarak sakil durmuyor ve sonunun da iyi bağlanmasıyla tatmin ediyor. Abartılı espriler yok, kahkaha patlamaları olmasa da yer yer ufak detaylar gülümsetip eğlendirebiliyor ve filmin sonu… Aslında türküyü kimin mırıldandığının faş etmesi ve konuşmadan varılan bir uzlaşma… Her şeyi özetliyor aslında. Amazon Prime‘ın bu özel yapımı her türlü sade ve karmaşadan uzak film sevenlerin ilgisini bekliyor.
Son söz: İki tane film yazmışım hangisine son söz? Kendime son söz yazmak istiyorum müsaadenizle.
- Koronavirüsü kardeşim. Güldün eğlendin ama sal bizi. Bu gereksiz yere uzattığın şakanın en bitmesi gereken zamanlara gelmedik mi? Sevgiler… İlhan…
- İnanır mısınız bilmem ama bir yanımda ayının tekinin testere gibi mısır yediği diğer yanımdakinin sürekli telefonunu açık tuttuğu sinema salonu tecrübelerimi şimdiden çok özlüyorum. En son bir filme gitme imkânım olduğunda vizyonda Bloodshot vardı ve hakkındaki eleştirilere (eleştiri de değil idam hükmü gibi yorumlar vardı) bakıp gitmekten vazgeçtiğim için bile pişmanım. Sinemasız hayat geçer mi?
- Kendi OHAL’imi kendim başlattığım esnada “ne güzel lan daha çok yazar, okur, izlerim ehe” diye sevinmiştim içten içe. Ama o işler öyle olmuyormuş. Odaklanmakta zorlanıyorum, isteksizlik had safhada. Nasıl geçer bu günler hiç bilmiyorum ama her gün bir sonraki gün doğumunu görmek için gözlerimi kapatıyorum. Benzer durumda olan herkese selam olsun, yalnız değilsiniz.