Carl Schmitt’in siyaset teorisinin merkezinde yer alan “istisna” kavramı, onun hem egemenlik anlayışını hem de demokrasiye yönelik eleştirilerini anlamada kritik bir rol oynar. Schmitt’in ünlü tanımıyla söylersek eğer, “Egemen, istisna hâline karar verendir.” Bu cümle, hukukun sınırlarının ve düzenin temelinin, olağanüstü durumlarda ortaya çıkan siyasi iradede yattığını ima eder.
Schmitt’e göre hukuk düzeni, normların uygulanabildiği “normal” durumlar için geçerlidir. Ancak, kriz veya olağanüstü hâl durumlarında normların uygulanabilirliği askıya alınır ve tam bu noktada egemenin kim olduğu görünür hâle gelir.
Egemen, istisna durumunu tanımlama ve hukuk düzenini askıya alma yetkisine sahip kişidir. Bu tanımlama, liberal hukuk devletinin “normların üstünlüğü” ilkesini sorgular, çünkü Schmitt’e göre normlar, kendi varlıklarını sürdürebilmek için karar anına, yani istisnaya bağımlıdır.
Schmitt’in demokrasi anlayışı, liberal temsili demokrasiyle açıkça çelişir. O, demokrasiyi esasen halkın homojenliğine dayandırır. Temsil kurumları ve çoğulculuk, Schmitt’e göre halk iradesini bölerek siyasal birliğe zarar verir. Burada istisna kavramı kritik hâle gelir.
Olağanüstü hâl, çoğunlukla çoğulcu tartışma mekanizmalarını devre dışı bırakır ve doğrudan karar verme yetkisini “egemen”e, yani güçlü yürütme organına verir. Bu, Schmitt’in liberal demokrasiden ziyade karar odaklı, yürütme ağırlıklı bir demokrasi anlayışını savunmasına yol açar.
Schmitt, liberalizmi “normsuz demokrasi” veya “kararsızlık rejimi” olarak görür. Ona göre, liberalizm sürekli müzakere ve uzlaşma arayışıyla siyasetin özünü, yani dost-düşman ayrımını bulanıklaştırır. Ancak kriz anında, bu tartışma zemini çöker ve karar zorunluluğu doğar. Bu zorunluluk, istisna kavramıyla birlikte, liberalizmin teorik olarak görmezden geldiği siyasal iradenin gücünü ortaya çıkarır.
İtalyan düşünür Giorgio Agamben ise bu kavramı radikal biçimde yeniden yorumlayarak, modern devletlerde istisna hâlinin geçici olmaktan çıkarak kalıcı bir yönetim paradigmasına dönüştüğünü savunur. Ona göre olağanüstü hâl, artık yalnızca nadir kriz anlarında değil, sürekli biçimde devrede tutulan bir iktidar tekniği haline gelmiş, böylece bireyler hem hukukun içinde hem de dışında yer alan “Homo Sacer” konumuna indirgenmiştir. Bu perspektif, günümüzde güvenlik politikaları, mülteci kampları, terörle mücadele yasaları ve pandemi uygulamaları gibi alanlarda, istisna rejimlerinin demokratik hukuk devletini nasıl aşındırdığına dair eleştirel bir çerçeve sunar.
“Homo sacer” Roma hukukunda öldürülmesi serbest, ama kurban edilmesi yasak bir figürdür, yani hukukun hem içinde hem dışında olan kişi. İstisna hâlinde insanlar bu konuma indirgenir; hukuken korumasız, ama yine de devletin kontrolünde. Nazi toplama kampları bunun en uç örneğidir. Kamp, ne tamamen hukukun içindedir ne de tamamen dışındadır, tam anlamıyla istisna mekânıdır.
AKP, 2002’de iktidara geldiğinde kendisini demokratikleşme, AB üyeliği ve ekonomik istikrar söylemleriyle tanımladı. Türkiye’ye daha demokratik bir gelecek vaadi üzerinden sesleniyordu. Bu dönem, Schmittçi anlamda “normal” siyasal düzenin içinde kalınan, kuralların işler göründüğü bir evreydi. Ancak Schmitt’in dost-düşman ayrımı siyaseti, burada yavaş yavaş belirginleşmeye başladı. Zaten hazır bir zemin yok değildi. AKP’nin tek yapması gereken mevcut kültürel kamplaşmayı belirginleştirmekti. AKP bunu ustaca yaparken, muhalefetin de buna çanak tuttuğu gerçeğini de es geçmeyelim lütfen. İktidar, askeri vesayet ve Kemalist bürokrasiye karşı “demokrat halk” söylemiyle meşruiyetini pekiştirdi. Bu, ileride olağanüstü karar yetkisini meşrulaştıracak söylemsel zeminin oluşmasını sağlayacaktı.
2010’lara gelindiğinde sahnede artık farklı bir Türkiye vardı. Anayasa referandumu, yargının yeniden dizaynı, devletin güç dengelerinin kayışı… Bu süreçte Schmitt’in “egemen, istisna hâline karar verendir” tanımı daha görünür hâle geldi. İktidar, olağanüstü durumları tanımlama ve kurumları yeniden biçimlendirme yetkisini kendisinde topladı. 2013 Gezi protestoları, “halk iradesine karşı kalkışma” olarak tanımlandı. 17-25 Aralık süreci, “paralel yapı” söylemiyle devletin içindeki muhalif odaklara karşı bir olağanüstü hâl gerekçesi oldu.
Bu dönemde Agamben’in tarif ettiği gibi, olağanüstü tedbirler artık sadece kriz anına değil, süreklileşen bir güvenlik siyasetine dönüştü. İstisna hâli, bir yönetim tekniği olarak kalıcılaşmaya başlamıştı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, Schmittçi anlamda saf, yoğun ve net bir “istisna anı”ydı. OHAL ilanı, Agamben’in “istisna hâlinin kalıcılaşması” uyarısını doğrular şekilde, geçici bir güvenlik önlemi olmaktan çıktı. OHAL’de çıkarılan KHK’lar, hukuk düzeninin yerini, yürütmenin doğrudan kararlarına bıraktı. Parlamento, sadece onay mercii; yargı, iktidar iradesinin uzantısı hâline geldi. 2017 referandumuyla başkanlık sistemi kurumsallaştı, yürütme artık tüm kuvvetlerin üzerinde konumlandı.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan, Schmitt’in tahayyül ettiği egemen figürüne en yakın hâlinde duruyor. Olağanüstü hâl tanımlama yetkisi, yalnızca savaş ya da darbe gibi uç anlarda değil, ekonomik krizden pandemi yönetimine, uluslararası gerilimlerden iç siyasete kadar geniş bir alana yayılmış vaziyette. Resmî olarak OHAL kalkmış olsa da, Agamben’in dediği gibi onun ruhu, artık günlük hayatın içine sinmiş durumda. İstisna, bir yönetim seviyesi değil, normun ta kendisi olmuş halde.
Türkiye, böylece norm ile istisna arasındaki sınırların silikleştiği, hukuk ile siyasetin iç içe geçtiği bir rejime evrildi. Kurallar var, ama her an askıya alınabilir; kurumlar var, ama karar anında tek bir merkeze tabi. Schmitt, bu manzarayı “karar anının üstünlüğü” olarak selamlayabilirdi. Agamben ise bunun kalıcı bir istisna rejiminin soğuk sureti olduğunu söylerdi muhtemelen.
Olağanüstülüğün süreklileşmesi, kabul edelim ki, yalnızca hukuki ya da kurumsal bir mesele değildir, toplumsal hafızayı da dönüştürür. İnsanlar, kuralların her an askıya alınabileceği bir düzende yaşamaya alıştıkça, istisnayı “doğal” kabul etmeye başlar. Böylece hukukun koruması altında yaşama talebi yerini, güçlü bir liderin güvenliği sağlayacağı inancına bırakır. Ya da hukukun istisna yaratma mekanizmalarını kullanmaya zorlanırlar. Bu, Schmitt’in dost–düşman mantığının toplumun en küçük hücrelerine kadar sızması, Agamben’in uyardığı çıplak hayatın gündelik bir gerçekliğe dönüşmesidir.
Böylesi bir iklimde, siyaset artık uzlaşı sanatından çok, kararın mutlakıyetini sahneleyen bir tiyatroya benzer. Kurumlar, bu sahnede dekor, kurallar ise yalnızca oyunun gerektirdiği ölçüde vardır. Türkiye, AKP’nin yirmi yılı aşan iktidarında, norm ile istisna arasındaki o eski çizgiyi kaybetti. Kimi zaman sessiz, kimi zaman gürültülü adımlarla ilerleyen bu dönüşüm, bugün geldiğimiz noktada, yalnızca hukuki düzenin değil, siyasal tahayyülümüzün de sınırlarını yeniden çizdi.
Siyasal tahayyülün yitimi, muhalefet açısından yalnızca stratejik bir zafiyet değil, varoluşsal bir boşluk yaratır. Mevcut iktidarın istisna rejimini kalıcılaştıran söylem ve pratikleri karşısında, muhalefet çoğu zaman yalnızca “mevcut norm”a dönüş vaadiyle yetinmek zorunda kalır. Oysa bu norm, zaten çoktan erozyona uğramış ve toplumsal hafızada silikleşmiş bir zemin hâline gelmiştir. Halkın önemli bir kesimi için “normal”in neye benzediği belirsizdir artık, bu belirsizlik ise iktidarın olağanüstülük dilini daha inandırıcı kılar.
Böylesi bir ortamda muhalefet, Schmitt’in tarif ettiği dost-düşman çerçevesinde iktidarın çizdiği sınırların içine hapsolur. Agamben’in işaret ettiği gibi, istisna hâli yalnızca hukukta değil, siyasetin hayal gücünde de hüküm sürmeye başlar. Alternatif bir gelecek tasavvuru üretilemedikçe, muhalefet iktidarın tanımladığı oyun alanında, iktidarın belirlediği kurallarla mücadele eder. Bu, seçim kazanma ihtimalini değil, asıl siyasal dönüşüm kapasitesini zayıflatan ana durumdur.
Fotoğraf: Wallace Henry