Türkiye’de 1950’den bu yana rekabetçi seçimler, siyasal rejimin temel meşruiyet kaynağı olarak varlığını sürdürüyor. Ancak seçimler gittikçe daha adaletsiz koşullarda gerçekleşiyor. Geçtiğimiz on yıl boyunca Türkiye, istikrarlı bir demokratik erozyon süreci yaşadı.
Freedom House 2024 raporuna göre “özgür olmayan” ülke olarak sınıflandırılan Türkiye, son on yılda en keskin düşüşü yaşayan ülkeler arasında yer alıyor. Demokratik değerlerdeki gerileme, World Justice Project tarafından hazırlanan Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde de açıkça görülüyor. Türkiye, ölçülen 142 ülke arasında temel haklar alt kategorisinde 133’ncü, hükümet yetkilerinin kısıtlanması kategorisinde ise 135’inci sırada. V-Dem Enstitüsü 2024 raporuna göre Türkiye, son on yılda sivil toplum, medya özgürlüğü ve yürütmenin denetimi koşullarının önemli ölçüde kötüleştiği ülkeler arasında yer alıyor ve 179 ülke arasında 140’ncı sırada bulunuyor. Kısacası Türk demokrasisi, çok partili hayat boyunca –askeri darbe dönemleri dışında– en kötü performansını bugün sergiliyor.
Rejim seçimlerden vazgeçmiyor, ancak son dönemde yaşanan siyasal gelişmeler bizi şu kritik soruyla yüzleştiriyor: Seçimlerin var olması, Türkiye’deki siyasal sistemin rekabetçi karakterini koruduğunu söylemek için yeterli olacak mı?
Türkiye, bugün yalnızca demokratik gerileme yaşamıyor, aynı zamanda siyasal sistemin temel ilkelerinde köklü bir rejim dönüşümüne tanıklık ediyor. Erdoğan’ı yenebilecek en güçlü adayın cezaevinde olması, muhalefetin kazandığı belediyelere sandık dışı yollarla el konulması, ana muhalefet partisinin yargı yoluyla şekillendirilmeye çalışılması ve seçim sistemini kökten değiştirecek anayasa hamleleri… Bütün bunlar, Türkiye’yi rekabetçi otoriterliğin sınırlarına dayandırıyor. Dolayısıyla geldiğimiz noktada asıl soru artık demokrasinin nasıl aşındığı değil, rekabetin hâlâ mevcut olup olmadığıdır.
Otoriterleşme Türkiye’ye özgü bir durum değil, dünya genelinde yükselen bir trend. Rusya’dan Venezuela’ya, Macaristan’dan Belarus’a kadar pek çok ülkede benzer bir tablo var: Demokrasiler aşınırken, rekabetçi otoriter rejimler adım adım güç kazanıyor ve kurumsallaşıyor.
Levitsky ve Way’in literatüre kazandırdığı “rekabetçi otoriterlik” kavramı, biçimsel olarak demokratik ama işleyiş açısından otoriter rejimleri tanımlar. Bu tür rejimlerde seçimler yapılır, muhalefet tamamen yasaklanmaz. Ancak rekabet eşitsiz, kurumsal yapı partizan, medya tek seslidir. Muhalif partiler baskı altındadır, bölünmeye ya da sisteme yedeklenmeye çalışılır ancak yarış dışı bırakılmaları nadiren gerçekleşir.
Bu tür rejimler statik değildir. Zamanla daha da otoriterleşebilir, özellikle muhalefet risk yarattığında. Bu süreç, Venezuela ve Rusya’da merkezileşme, medyanın bütünüyle rejim güdümüne girmesi, seçim manipülasyonu, meclisin etkinliğinin azaltılması, bürokrasinin partizanlaşması, muhalefetin hapsedilmesi, sistem dışına itilmesi ya da ehlileştirilmesiyle gerçekleşti. Bu ülkelerde seçimler hâlâ yapılıyor ama artık gerçek bir rekabetin değil, önceden belirlenmiş sonuçların törensel onayı anlamına geliyor. Siyasal rekabet hem eşitsiz hem de neredeyse tamamen anlamını yitirmiş durumda –iktidarın seçim yoluyla el değiştirme ihtimali söz konusu bile değil.
Türkiye’de otoriter rejim bir gecede kurulmadı, adım adım inşa edildi. Hatırlayalım, Mart 2019’da yaklaşık 13 bin oy farkla İmamoğlu’nun kazandığı İBB seçiminin iptali, bugün yaşanan endişenin erken tarihli bir habercisiydi aslında. İmamoğlu’nun tekrarlanan seçimde bu kez sekiz yüz binin üzerinde oy farkıyla kazanması, şu can alıcı sorunun göz ardı edilmesine yol açtı: Türkiye’de seçimlerin yapılmasına izin verilecek ama sonuçlarına izin verilmeyecek mi? Seçim sonuçlarının kabul edilmemesine yönelik daha erken tarihli bir örnekle Haziran 2015’te de karşılaşmıştık. O seçimde AKP popüler desteğini kaybetse de iktidar değişimi söz konusu olmamıştı.
Yıllar içerisinde kurumların partizan çıkarlarla dönüştürülmesi, seçim mühendisliği ve siyasal kutuplaştırma yoluyla rejim güçlendirildi. Nihayet Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile yürütme, bürokrasi, medya, yargı, güvenlik aygıtı ve sivil toplum arasında kısmi gleichschaltung (yani kurumların iktidar çizgisine zorla hizalanması) sağlandı ve bu sayede derin ekonomik krize rağmen rejim 2023 seçiminden çıkabildi.
Yine de AKP, 2018’den bu yana seçmen desteğini sürdürmekte zorlanıyor ve tek başına parlamento çoğunluğunu elde edemiyor. Partinin oy oranı 2018’de %42,6’ya, 2023’de ise %35,6’ya düştü. Parti 2015 Kasım’ında sağdaki oyların neredeyse %80’ini kazanıyordu ancak 2023’de bu oran %60’ın altına geriledi. Bu kayıplarda, sağdaki ideolojik yeniden hizalanmanın ciddi bir etkisi oldu. Örneğin YRP, AKP’nin oy kaybettiği yerlerde, özellikle Doğu Anadolu’da önemli bir destek buldu. 2023 genel seçimlerinde Cumhur İttifakı’na katılarak oyların %2,8’ini aldı ve beş milletvekili çıkardı. YRP, hayal kırıklığına uğramış AKP seçmeninin desteğini alarak muhalefetin kazanımlarını etkili bir şekilde sınırladı ve dolaylı olarak Erdoğan’ın yeniden seçilmesine katkıda bulundu.
AKP’nin artan kayıpları, özellikle 2024 yerel seçimlerindeki yenilgisi, bu otoriter yapıda gözle görülür bir çatlak yaratmışa benziyor. Parti, katıldığı bir seçimde ilk kez ülke genelinde CHP’nin gerisine düştü. Muhalefetin güç kazanması ihtimali, “sistemin çökebileceği” korkusunu daha da büyütüyor ve iktidarı giderek daha sert yöntemlere itiyor. Dolayısıyla Türkiye’deki otoriterleşmenin derinleşmesinin temel nedeni, iktidarın artık kaybedebileceği bir olasılığın belirmiş olması.
Rekabetçi otoriter rejimler bir kez kurulduğunda, eskiye dönmenin siyasi maliyeti çok yüksektir. Yasaların öngörülebilir olmaktan çıkması ve keyfiliğin istisna değil, norm haline gelmesi, iktidar için bir “geri dönüşsüzlük” durumu yaratıyor. Bu noktada daha fazla otoriterleşmek, iktidarın elindeki gücü korumanın neredeyse tek yolu haline geliyor. Siyasi rekabet artık sadece eşitsiz değil, aynı zamanda cezai risk taşıyan bir zemin üzerinde yürütülüyor. Kaybetmenin maliyeti arttıkça, geri dönüş ihtimali de neredeyse imkansızlaşıyor. Üstelik bu maliyet sadece iktidara değil, ona bağımlı hale gelen bürokrasi, sermaye ve medya aktörlerine de yayılmış durumda. Rejim, kaybetmenin bedelini tüm bu aktörler için ağırlaştırarak daha kapalı ve daha sert bir yapıya yöneliyor. Seçimi kaybetmek, artık neredeyse her şeyi kaybetmek anlamına geliyor.
Tam da bu nedenle, son dönemde açılan davaların siyasi olduğu algısı toplumda çok güçlü olmasına rağmen, iktidar bu algıyı değiştirme ihtiyacı duymadan, krizi derinleştirecek adımları arka arkaya atmayı sürdürüyor. Bu konuda iktidar, kendi seçmenini bile tam olarak ikna edebilmiş değil. Fakat asıl amacın kamuoyunu ikna etmek olup olmadığı da şüpheli. İmamoğlu’nun adaylığının engellendiği ve CHP’nin kurumsal yapısının yıpratıldığı bir denklemde, toplumun ikna edilmesi artık ikincil bir mesele haline gelebilir.
Bu stratejik otoriterleşme uzun vadede sürdürülebilir mi? Otoriterliğin bu düzeyde yoğunlaşması, rejimi daha dayanıklı mı yoksa daha kırılgan mı yapar? Türkiye’ye dair iyimser değerlendirmelerde sıkça dile getirilen bir görüş, ülkenin Rusya, İran ya da Venezuela gibi tamamen otoriter bir rejime dönüşemeyeceğini savunuyordu. Bu görüşe göre Türkiye’nin Batı sermayesine yapısal bağımlılığı, güçlü yeraltı kaynaklarının eksikliği, Batı ittifakının bir parçası oluşu ve bütünleştirici bir ideoloji yaratamaması gibi yapısal sınırlamalar, rejimin otoriterleşme kapasitesini frenleyecekti. Özellikle AB üyelik sürecinin Türkiye’yi demokratik normlara bağlı tutacağı düşünülüyordu. Ancak yaşanan gelişmeler bu beklentileri boşa çıkardı.
Otoriterleşmenin ciddi maliyetleri olduğu açık, fakat bu maliyetler Türkiye’nin demokratik erozyonunu durdurmaya yetmedi. Türkiye bu süreçte uluslararası konjonktürü lehine kullanmayı başardı. Göç ve güvenlik gibi konularda iktidar uzun süredir Avrupa’ya karşı güçlü bir pazarlık gücüne sahip. Demokrasi, Avrupa’nın önceliği olmaktan çıktı –zaten sağ kanat popülizmle başı dertte. Batı sermayesiyle kriz yaşadığında Türkiye yönünü Arap sermayesine çevirdi, ABD ile sorun yaşadığında Rusya ile yakınlaştı. Ekonomik kriz derinleştiğinde toplum genel olarak fakirleşti ama hükümet, işsizliği düşük tutarak kitle desteğini kısmen koruyabildi. Bölgesel krizler ise yalnızca iktidarın güvenlik politikalarını artırmasına değil, aynı zamanda dış politikayı içerideki sorunları perdelemek için bir araç olarak kullanmasına da imkân sağladı. İktidar bloğundaki çatlaklar ise liderin kişisel karizması ve sadakat inşa etme becerisi sayesinde büyük ölçüde görünmez hale getirildi.
Türkiye hâlâ seçim yapılan bir ülke ancak seçimlerin anlamı giderek silikleşiyor. Seçimlerin sonucu artık yalnızca oy sayısıyla değil, seçim öncesi koşulların —kampanya özgürlüğü, medya erişimi, yargı müdahaleleri gibi— nasıl şekillendirildiğiyle belirleniyor. Türkiye henüz Rusya değil, ancak Rusya’da bugün görülen otoriter konsolidasyonun erken evrelerini kendi içinde taşıyor. Bu nedenle, Türkiye’de seçimli otoriterliğin hegemonik otoriterliğe evrilme ihtimaline dair kaygıların artması şaşırtıcı değil. Muhalefet fiilen işlevsizleştirilirse seçimler yalnızca bir vitrin, iktidarın meşruiyetini onaylama töreni haline gelecek.
Bu açıdan ana muhalefet partisinin kurumsal yapısına yönelik müdahalelerin rejimin geleceğinde kritik bir rol oynayacağı ortada. Türkiye’nin Batı ile olan yapısal bağımlılığı geçmişte zannedildiği kadar frenleyici bir güç olmadı. Ancak Türkiye’nin diğer otoriter ülkelerden belki de en önemli farkı, her şeye rağmen toplumsal muhalefetin sinmemiş olması ve inatçı bir şekilde varlığını sürdürmesi. Bu nedenle hegemonik otoriterlik kaçınılmaz değil ama engellenmediği her durumda gerçekleşebilir. Bu gidişatı durdurabilecek tek güç, hâlâ seçmenin iradesidir.