14 Aralık 2024 Cumartesi günü Daktilo1984 tarafından düzenlenen Sağduyu Buluşmaları isimli yuvarlak masa toplantısına katıldım ve toplantının moderasyonunu ben üstlendim. Kırka yakın katılımcı vardı ve mümkün olduğunca her birine söz vermeye çalıştım. Bunu yaparken de, toplantının insicamının bozulmamasına gayret ettim.
Toplantı, Merkez Sağ kavramının ne olduğunu, ülke siyasetinde özlemle anılan bu ekolün nostaljik bir saplantı mı yoksa Türkiye’nin gerçekten ihtiyacı olan ve doğmasına müsade edilmeyen bir çıkış yolu mu olduğunu tartımayı amaçlıyordu. Bu yüzden, konudan uzaklaşmadan, dağılmadan ve herkesin katkısını almaya çalışarak toplantıyı tamamlamak benim için kolay olmadı. Ama sanırım başardık, insanların memnun ayrıldıklarını gördüm.
Bu yazı bir sonuç bildirgesi değil. Sadece, moderatör olarak kendi izlenimlerimi ve toplantıdan bana kalanları yazmak istedim. Bundan sonraki toplantılarda da aynı yöntemi izleyeceğiz. Temalar farklılaşacak ancak moderasyonu üstlenen kişi kendi kanaatlerini okuyucularla paylaşacak.
—
Merkez Sağ kavramı gerçekten somutlaştırılmaya ve kişilerin, kendi öznel tecrübeleri sonucu, bu kavrama atfettikleri karakterden arındırılmaya muhtaç. Burada bir hayalet var ve Türk siyasetinin üzerinde dolaşıyor. Onu kimse görmüyor ama seziyor. Üstelik bir şekilde belirmeye başlayınca da sanıldığı gibi bir şey olmadığı anlaşılıyor ve hemen taşa tutuluyor. Bu yüzden, Merkez Sağ nedir sorusu aslında başlı başına önemli bir girişim.
14 Aralık toplantısının bu tartışmaya yaptığı en önemli katkı, merkezin ve sağın ayrı ayrı tanımlanma ihtiyacını dile getirmesi oldu. Zira katılımcıların bazıları, bir kavram olarak Merkez Sağ’ın, aslında radikal sağ akımların ortaya çıkışıyla birlikte anlam kazandığını, bunun için ise 1970’li yılların bir kırılma noktası olduğu konusunda görüş bildirdiler.
Bu önerme aklıma, yakın doğu kavramının icadını getirdi. Uzunca bir süre, doğuda sadece Osmanlı devleti ile muhatap olan Avrupa devletleri için şarkı alt bölgelere ayırmak lüzumsuz bir işti. Ne zaman ki Japonya modernleşmesini tamamladı ve Rusya ile girdiği mücadele Avrupa siyasetini etkilemeye başladı, o zaman bir uzak doğuya dolayısıyla bir yakın doğuya ihtiyaç duyuldu. Türk siyasetinde de İslami ve milliyetçi grupların sahneye girişiyle Merkez Sağ’ın kendisini tanımlama ihtiyacı duyduğu ve kavramın bu ihtiyaçtan türediği görüşü önemli bir tespitti.
Peki Merkez Sağ kendisini nasıl ayrıştırdı? Ya da şöyle sormak lazım, sağcı bir hareketi merkez yapan nedir? Bunlardan birincisi, Cumhuriyetin kurucu değerlerine bağlılık. Yani, İslami ve milliyetçi partilerin sahip olduğu eleştirel ve revizyonist ton, Cumhuriyeti sıkışır kalınan bir deli gömleği gibi görme huyu ve ulusu daha folklorik ve antropolojik bir biçimde tanımlama eğilimi Merkez Sağ bir partide bulunmamalı. Bu cumhuriyet felsefesine uygun bir kapsayıcılık üretir ve ne etnik ne de dini temelli bir vatandaşlık tanımına yakınlaşır. Böylece, bir yandan cumhuriyetin tanımladığı hukuki statüsü olan vatandaş kavramı benimsenir, diğer yandan da ümmetçilik ve turancılık gibi dış politika gündemleri merkez sağın lügatinden çıkar. Revizyonizmin yerini Cumhuriyet felsefesine uyumlu bir statükoculuk alır. Merkez olarak Cumhuriyetin kurucu değerlerini almak ve bunu revize etme idealizminden sıyrılmış olmak bu noktada önemlidir. Sanıyorum, merkezine evrensel liberal değerleri alan partiler ile ülkemiz Merkez Sağ partilerinin ayırt edici özelliklerinden birisi de budur.
Bir sağ partiyi merkezde konumlandıran bir diğer unsur, toplumun vasatıyla gösterdiği uyumdur. Bu vasatın tanımlanması ise, toplumların genel itibariyle kısa vadeli çıkarlarına odaklanan, kendini ve yakın çevresini daha fazla gözeten ve somut, ölçülebilir refah artışını önemseyen bir birey profilinden türer.
Merkez Sağ’ın toplumun vasatı dediği şey, ideolojik tutkuları olmayan, insani zaafiyetleri bulunan, çabuk hislenmeyen, kendinin ve yakın çevresinin menfaatine odaklanan mütevazı insanlardan kurulu bir alandır. Böylece, topluma büyük davaların ses tonuyla, kelimeleriyle seslenmez. Bunun yerine, onların hayatlarını somut olarak iyileştirecek söylemlere sığınır. Sert, omurgalı ve tahammülsüz bir siyaset performansı yerine esnek ve pragmatik olmayı yeğler. Çünkü toplum da budur, toplumun siyasetçiden talebi de.
Son olarak, meselelerin çözümünde benimsenen yöntemin merkez olmak ile alakalı bir tarafı olduğunu görüyoruz. Bu da, Merkez Sağ’ın kalkınmacı, aslında doğru tabir ile iş bitirici tarafına odaklanmayı beraberinde getiriyor. Merkez Sağ’ın üstlendiği bu kalkınmacı kimlik aslında Demirel ve Özal’ın mühendislik kariyerleri ve büyük kalkınma hamlelerine yaptıkları vurgu ile yakından alakalı. Bu sayede, Merkez Sağ liderler, yaptıkları siyaseti vatandaşların hayatlarını olumlu etkileyen altyapı ve üstyapı yatırımları üzerine kurma eğiliminde oldular. Bu eğilim ise yönetici kadroların teknokrat olma özelliğini, üretilen siyasi söylemin ise mutlaka teknik bir açıklamaya dayanması gerektiğini beraberinde getirdi. Merkez Sağ ile birlikte anılan, rasyonel, gerçekçi ve makul gibi sıfatlar sanıyorum bu teknokrasi eğiliminin bir sonucu.
Öte yandan, merkez kadar sağın da tanımlanması gerekiyor. Toplantıda sağcılığın doğası üzerine yapılan konuşmalar, toplumun gelenek ve kültürüne vurgu yaptı. Hatta Şerif Mardin’in sağ tanımı üzerinde duruldu. Mardin’e göre, dini hassasiyetlere sahip olma ve evrenselliği reddetme Türkiye sağcılığının iki temel özelliği. Bu haliyle, solu da dine kayıtsız ve evrenselliğe meraklı olarak konumlandırıyor. Burada sınıfsal bir çatışmadan ziyade kent ile köy, metropol ile taşra arasındaki gerilimden ve kültür savaşından bahsetmek mümkün. Büyük kentlere göç hızlandıkça, bir yandan kentlerin yerlileri ile sonradan göçenler arasındaki çekişme hızlandı diğer yandan da Anadolu’dan gelen bu insanların temsil sorunu ortaya çıktı.
Geleneksel, yerel, hatta folklorik ve eğitimsiz bu insanların kentleşme, Cumhuriyete uyum sağlama ve kamu kaynaklarına erişim süreçleri, büyük ölçüde sağ partiler tarafından kolaylaştırıldı. Yani sağ siyaset, toplumun değerleriyle çatışmayan, onu dönüşmeye zorlamayan, ancak uzun vadeli dönüşüm kanallarını açık tutan bir performans sergiledi. Bu yükü ise uzun süre Merkez Sağ partiler üstlendi.
Merkez Sağ’ın bir yandan Cumhuriyetin kurucu değerlerine bağlı kalması, teknokrasiden ve makul söylemlerden uzaklaşamıyor oluşu diğer yandan ise geleneksel değerlere bağlı, taşralı ve eğitim seviyesi düşük kitleleri temsil etmeye talip olması ise amorf bir yapı oluşturmuştur. Bu garabet, Merkez Sağ’ın tabanı ile tavanı arasındaki uyumsuzluk olarak ön plana çıkmıştır. Demirel, Özal, Çiller, Yılmaz gibi isimler birçok açıdan oyunu aldıkları kitlelerden farklılaşıyor, bu farklılığı ise kişisel karizmaları ve vizyonları ile kapatmaya çalışıyorlardı. Kendi kuşaklarının en elit üniversitelerinde okuyan ve gerek bürokraside gerek özel sektörde genç yaşlarında önemli mevkilere gelen Demirel ve Özal, taşralı ve muhafazakar köklerden geldiklerini gizlemiyor, bu özelliklerini halkla irtibat kurmak için kullanıyorlardı. Mesleki başarıları ise halkın arasından çıkan ancak teknik bilgileriyle onlara önderlik edebilecek bir avantajdı onlar için. Bu sayede cumhuriyet ile halk arasında köprü olmayı başarmışlardı.
Öte yandan, Çiller ve Yılmaz ne muhafazakar ne de taşralıydı. Üstelik taşradan kente gelip başaran bir profilden ziyade seçkin sınıfa mensup ailelerinin desteğiyle yükselmiş görüntüsü çiziyorlardı. Ne Demirel ne de Özal da görülen kalkınma vizyonuna ise sahip değillerdi. Bu durum 90’lı yıllar Merkez Sağı’nın zayıflamasını ve halk ile elitler arasında köprü olma işlevini yitirmesini beraberinde getirdi. Bir başka deyişle, paradoks ifşa oldu.
Bu yüzden,14 Aralık toplantısına katılan birçok isim, merkez sağ siyaset için lider profilinin önemli olduğunu hatta lider ve etrafındakilerin kimlik ve pratiklerinin Merkez Sağ kavramını şekillendirdiğini iddia ettiler. Yani merkez sağ dediğimiz zaman bir teorinin pratiğinden bahsetmiyoruz, bir pratiğin teorisini yapmaya çalışıyoruz.
Geldiğimiz bu noktada, aslında Türkiye’nin Merkez Sağ siyasete ihtiyacı var mı sorusuna dolaylı da olsa cevap vermeye yaklaştık. Geleneksel toplumun eğilimlerini ve ihtiyaçlarını bilen, bununla çatışmayan ve yeni bir toplum yaratmak için normatif bir çizgide yürümeyen bir liderin ve kadrosunun teknik, rasyonel, makul bir proje üretmesi ve toplumun vasatını temsil etmesi gerekiyor. Sürekli olarak nostaljik bir ruh hali içinde geri çağrılan Merkez Sağ siyasetin hayaleti dediğimiz şey aslında bu. Muhtemelen, enflasyonu halka tane tane anlatan Demirel’in, küreselleşmeyi ve kalkınmayı bir siyasi söyleme çeviren Özal’ın hatıraları birçok insanın zihnine üşüşüyor. Mevcut siyasi aktörler zayıf müktesebatları ile delege siyasetine, medya ve halkla ilişkiler kampayalarına ve sosyal medyadaki gelişmelere verdikleri tepkilere dayanarak siyaset yapıyorlar. Bu durum haliyle bir tatminsizlik yaratıyor.
Son olarak, Erdoğan ve AKP meselesi var. Her ne kadar görülmek istenmese de Erdoğan ve AKP, Merkez Sağ kavramını tamamen dışlayarak ilerlemiyor. Bir önceki hükümetin iç işleri ve dış işleri bakanları merkez sağ kökenliydi. Geride bıraktığımız 22 sene içinde Merkez Sağ’ın birçok önemli ismi AKP içinde kendisine yer buldu. Üstelik Erdoğan, Merkez Sağ’ın sürekli vurgu yaptığı sivilleşme, alt yapı yatırımları, özelleştirme, başkanlık sistemi gibi konularda somut başarılar elde etti. O halde Erdoğan’da eksik olan ne? Niçin Merkez Sağ Erdoğan’ı lider olarak kabul etmiyor?
Bu da merkezin cumhuriyetçilik ve kurumlar ile olan yakın ilişkisiyle alakalı. Zira, soyut ve aşkın bir devletin yerini Erdoğan’ın alması, merkezin de doğrudan Erdoğan ve onun siyasi ikbali olmasını beraberinde getiriyor. Yani Erdoğan, halk ile devlet arasında bir köprü olmaktan ziyade hem halk hem de devlet. Diğer bir ifadeyle, devleti halktan halkı da devletten koruyan bir siyasi çizgiyi temsil etmiyor. Halk ile devleti bütünleştiren bambaşka bir model vaat ediyor. Bu yüzden Erdoğan’ın bir Merkez Sağ lider olarak ortaya çıkabilmesi için kendisini de denetleyecek ve sınırlandıracak bir devlete ihtiyaç var. Bu devletin olmaması, Erdoğan’ın sadece Merkez Sağ değil hiçbir modern ideoloji ile birlikte tam olarak anılamaması durumunu doğruyor.
Bunlar, toplantının moderatörü olarak aldığım notların ve katılımcıların yorumlarından anladıklarımın bana söyledikleri. Mutabakatın değil müzakerenin daha kıymetli olduğu bir toplantı serisine başladık. Umarım önümüzdeki toplantılar da böyle verimli tartışmalara sahne olur.