Yunan mitolojisi, bir çeşit çoğulculuğa sahiptir. Bu, diğerlerinde var olan birbirine zıt şeylerden oluşan, yani zevk ya da acıdan oluşan ölüm sonrası muameleden farklı olarak sıkıntıyı içeren bir mit anlayışıdır. Yer altının tanrısı Hades (Dis, Orcus ya da Plüto), yanlarına gelenlere limonata ikram etmez ya da onları kırbaçlayıp terleyince beş yeraltı nehrinden birinde yıkanmaya gitmez. Hades’in yanı sıkılmak içindir, onun yanında yalnızca sıkılınır. Hades, üçüncü seçeneklerin ve birbirine zıt olmak zorunda olmayan seçeneklerin olduğunun sembolik ifadesi olarak yorumlanabilir. Nitekim birey sıkılıyorsa, zevk almak ve acı çekmekten farklı bir şey yapıyordur. Dolayısıyla Hades, farklı bir şeyin tanrısı ve sembolüdür.
Friedrich von Hayek’in öncülüğünde 1930’larda kimsesin pek aklına gelmeyen liberalizmin kör ve gerici sağ ve sol politik kanada alternatif olduğunun hatırlatılması, buna benzer bir durum olduğu için Platon’un Devlet’indeki Atinalı Yabancı’nın teklif ettiği gibi, bu yazıda mitolojik ve aynı zamanda alegorik bir başlık kullanılarak samimi ve didaktik olmak istenmiştir. Friedrich von Hayek’in devlet gücünün sınırlandırılması için sarf ettiği çaba ve düşünsel meselelere yaptığı katkılar bu yazının motivasyonudur.
Biliyoruz ki Friedrich von Hayek, yaptığı çalışmalarla devlet gücünü sınırlandırma düşüncesinin 20. yüzyıldaki en büyük şahsiyetlerinden biri olarak David Hume’un düşüncelerinden kaçınılmaz olarak etkilenmiş ve onun klasik liberalizmin esas kurucusu olduğu görüşünü benimsemiştir. Sir Isaac Newton’ın kalkülüsü icat edip fizikte yaptığı işin (o zamanlar bilim insanı kelimesi kullanılmamakla beraber bilim insanı ifadesi, tarihçi ve bilim filozofu William Whewell tarafından icat edilmiştir) yarattığı etkinin muazzam olduğundan bahsetmeye gerek bile yoktur. Bu etki yalnızca doğa bilimleri (o zamanlar doğa bilimleri için İngilizce’de natural philosophy kullanılıyordu) ile sınırlı kalmamıştır. Doğa bilimlerindeki bu dev etki elbette filozofların ilgilerini bunu sosyal bilimlere uygulamak amacıyla çekmiştir.
David Hume, böyle bir şeyin, yani matematiksel olarak toplum yönetiminin (toplum mühendisliğinin) akıllıca bir şey olduğuna kanaat getirmemiştir. David Hume, matematikte bir sonuca giderken doğru sonuca ulaşabilmek için her şeyi eksiksiz bir şekilde düşünmememiz gerektiğini, yani hiçbir şeyi atlamamamız gerektiğini ifade etmiştir. Matematik yaparken her şeyin ne olduğunu bulmalı ve gerekli her şeyi hesaba katmalısınız. Bunu sosyal bilimlerle kıyasladığımızda muadilini bulamamaktayız, çünkü neden bahsedildiğinin bile bir varsayım olabileceği bir alandayız. Elbette kavramların kesin tanımları vardır ve onları doğru kullanan kişiler olacaktır. Ancak ne olursa olsun bu sosyal bilimlerin yapısını ve sosyal bilimleri ilgilendiren meseleleri matematikle kurmaya ve modellemeye kalkmaya cesaret etmeye yetmez. Friedrich von Hayek de doğa bilimlerinin metotlarının insanı içeren sosyal bilimlere uygulanmaya kalkılmasını hata olarak görmektedir.
Bireylerden oluşan toplum kaotik bir yapıya sahiptir; bireyler başlı başına bir amaçtır ve yöneticilerin bu kaotik yapıyı anlaması mümkün değildir. Müdahale, bireyin amaçlarını başkalarının amaçlarına göre belirlemesi gibi absürt şeylere sebebiyet verecektir ve bu da bireyi kaçınılmaz olarak amaç olmaktan çıkarıp bir araç haline getirecektir. Liberal bir filozof yoktur ki özgürlüğün olmadığı dolayısıyla beraberinde bireyin doğal istekleri olan mutluluğun, huzurun, adaletin ve barışın söz edilemeyeceği böylesine eğreti bir durumu savunsun ve insan haysiyetine yakıştırsın. Tüm bunların, yani gayet açık bir kendindenlik ve bireyin özgürlüğünün tarihinin, bireylerden oluşmakta olan toplumları bir makine gibi yönetmeye kalkan dolayısıyla haddini bilmeyen baskıcı yöneticiler ya da devlet fetişistleri tarafından anlaşılması icap etmektedir. Nitekim Friedrich von Hayek, vaktini bu amaçla doldurmuş bir filozoftur ve kolektif akılsızlıkları eleştirerek kolektivistlerin evcil beyinlerine onların gericiliklerini insanlara göstermek suretiyle rahatsızlık vermiştir.
19. yüzyıl romantizmine geri mi döndük? 2 Dünya Savaşı’na sebep olmuş 19. yüzyıl romantizmi, bugünlerde devam etmekte olan Ukrayna-Rusya ve İsrail-Hamas savaşları ile kendini yeniden göstermiştir. Romantizm, akıl dışı bir şey olarak kendini tekrar etmiştir ama Thukydides’in Peleponnesos Savaşları’nı anlatırken ifade ettiğini unutmamalıyız: Cehalet cüreti, muhakeme ise tereddüdü besler.
Duygusallık, kolektif yapıyı savunanlar için isabetli bir sıfattır. Romantizmin getirdiği yalnızca duygulardır, duygularla düşünceler aynı şey değildirler ve aynı şey sanılırlarsa düşüncenin ayırt edici akılsal ve mantıksal özelliği trajikomik bir şekilde ortadan kaybolacaktır. Romantizmle kurulan dünyalardan, eğer o romantiklerden değilseniz, pek bir şey bekleyemezsiniz.
Günümüzün savaşları (ve elbette daha öncekiler) bireyin haysiyetinin teminatı olan liberal ilkeleri hiçe saymaktadır. Savaşın bireyin üzerindeki yıkıcı, sersemletici vb. olumsuz etkileri bulunmaktadır. Uzlaşmacı yaklaşımın olmadığı bir ortamda birey nasıl özgürleşebilir? Kolektif yaklaşımlar başka topluluklar tarafından benimsenmediğinde cemaatleri, kabileleri zaman zaman karşı karşıya getirir ve sonrasında olacaklarla sanki ilkel bir şey daha da ilkelleşir. Herkesin kabul edebileceği bir temele bağlanmayıp yalnız bir kişinin kendi saf (ve düşünceli!) kanısına dayanmayan, yani Friedrich von Hayek’ten anladığımız gibi, ilkeleri bir defaya mahsus olarak ortaya konmuş değil evrensel olan bir bütünlüğün tutarlılığıdır aradığımız şey. Friedrich von Hayek, neden bu düşüncelerin dogma olamayacağı konusunda entelektüel ihtiyacı gidermiştir.
Bireyler, kolektif bir düzen içinde, bireyin haysiyetine uygun tek düzen olan kendinden düzeni tecrübe edemeyeceklerdir. Sosyal ve siyasi düzen ancak özgürlükleri korumak için sınırlanmış bir devletin bireyleriyle kurulabilir. Bireyler, yapay olarak adaleti yaratırlar ve esasında adaletle özgürlük aynı şey olmadıkları gibi böyle sanıldığı da olmuştur. Özgürlük kavramı çeşitli kültürler tarafından çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Örneğin özgürlük, adil olmak gibi görülmüştür. Özgürlüğü adil olmak olarak görmek kolektif bir bakışın geleneğidir ve adil olanın ne olduğu da bu cemaatin görüşüyle belirlenir.
Rousseau’nun öncülük ettiği etatist özgürlük de özgürlüğü güç ile bir arada yorumlayan bir görüştür. Özgürlük kavramını başka kavramlarla ele alarak yorumlama işi, esas itibariyle onu kavramada ve açıklamadaki acziyetin göstergesidir. Ayrıca şunu da belirtmeli ki özgürlüğe ve diğer kavramlara keyfe keder anlam yüklemek o kavramlara onları elimizden alanlardan daha büyük bir hakaret etmektir.
Hoşgörünün anlaşılması oldukça belirleyicidir ve hoşgörü; romantizmden uzak, gerçekçi ve rasyonel bir olgudur. Friedrich von Hayek liberalizmin dogma hâline gelemeyeceğinden, liberalizmin ilkelerinin bir defaya mahsus olamayacağından bahsederken de ilkelerin, deyim yerindeyse akışkanlığındaki, yani evrenselliğindeki hoşgörünün rolünü görmemek elde değildir. Hoşgörünün olmadığı bir insan topluluğunda sosyal düzen kronik krizlere gebedir. Günümüz savaşlarına buradan yaklaşmamız icap etmektedir. Hoşgörünün pozitif ayrımcılığın yaşanabilmesi için de elzem olduğu ortadadır. “Niçin pozitif ayrımcılığı isteyen feministlerin bunu elde edebilmesi bencil bireyin işine gelmesin ki?” diye sorulması anlamlı olacaktır. Pozitif ayrımcılığı talep özgürlüğü, beraberinde kaçınılmaz olarak karşı taraftan hoşgörü talebini getirmektedir.
Hem sağ hem de sol politik cenahın, zaman zaman bireylerin özel hayatına ve özel hayatını şekillendiren özelliklerine çeşitli sebeplerden müdahil oldukları gayet iyi bilinmektedir. Bu müdahil olmanın arkasında; sağ cenahta sahip olduklarını koruma, değişimi reddetme ve olduğunu varsaydığı şeyi olmaya mümkün olduğunca konforlu bir şekilde devam ettirme isteği yatar. Sol cenahta ise çoğulculuğu muhafaza edip demokratik olduklarını kanıtlamaya soyunulurken gösterilen irrasyonel tutum yatmaktadır. Sol cenahta özellikle son yıllarda bireyin özel hayatını belirleyen özelliklerin politikleştirilmesi, o bireylerin haklarını korumak yerine onları rencide etmektedir. Kolektif şiddetin aracı olarak kullanılan temel hak ve özgürlükler; yarattığı samimi olmayan, irrasyonel politikalarla liberal ilkelere karşı başlı başına bir canavar hâline gelmektedir.