[voiserPlayer]
Türkiye’nin tüm sorunlarının sebebi, yıllardır temcit pilavı gibi önümüze konulanın aksine, modernleşme hikayesinde değil, demokrasi serüvenindedir. Neden bu ülkeye iradi kötülük yapan otoriter rejimler iş başına geldi? Sorumuz da çıkışımız da burada aslında. Örneğin klişe hikayeyi takip edecek olup bizdeki “çarpık modernleşme” yorumları merkezle çevrenin gerçek manada çatıştığı Fransız modernleşmesine uygulansa orası daha da çarpık bir modernleşme çıkar.
Moore’un 1966’da tespit ettiği, demokrasiye ulaşmanın ön koşulunun bir burjuvazinin varlığı olduğu yargısına Atatürk ve 1913 sonrası entelijansiyanın o tarihlerde varması ve ait olmadığı-olmayacağı bir sınıfı yaratma çabası, bu insanların demokrasiye ulaşma niyetinin açık göstergesidir ayrıca.
Elbette amaç liberal değil, solidarist demokrasiydi. Atatürk’ün hem Rousseau etkisiyle kolektif şuur yaratılmadan iradeyi teslim etmenin intihar olacağı düşüncesi hem de toplumların emperyal fantezileri kenara bırakması için görece refah sahibi olması gerektiğine dair inancından kaynaklı olarak…
Ancak tüm bunlar olmasaydı da demokrasinin önceki nesillerden devralınmayacağı gerçeği değişmez. Her kuşak demokrasiyi yeniden keşfetmelidir. 1908-23 nesli kendi çağına göre bir demokrasi keşfetmişti. Sonraki nesiller onlardan devraldıkları demokrasiye hayıflanmak yerine onu çağa göre keşfetmeye çalışsalar memleket de demokrasimiz de bu hâle düşmezdi. Çünkü demokrasiyi nevi şahsına münhasır kılan, hiçbir zaman yeterince demokratik olmaması ve daha fazlasının arayışına izin vermesidir.
Fakat biz, mevcudundan daha iyisini aramak yerine hep sorumluluktan kaçarak geçmişin kusurları üzerinde tepinip bugünün bütün sorunlarının açıklamasını o günlerde aradık. Yani sürekli olarak küfelik olup, paket paket sigara tüketip siroz olmamızı, kendi buyurganlığımıza değil de genetik kodlarımıza bağladık, bir örnek vermek gerekirse.
Ülkede kutuplaşmanın tarafı olan her grup, kendisini “demokrasi distribütörü” sayarak, karşısında konumlananı doğası gereği anti-demokrat kabul ediyor. Eylemle değil, eyleyenle ilgilenen bu anlayış, demokrasiyi öz-erdeminden soyutlayıp, grup aidiyeti ve o grubun değer yargılarına indirgiyor. Dolayısıyla asgari bir nezakete ve tahammüle muhtaç olan demokrasi, demokrasi kılıfıyla kuşa çevriliyor.
Geçtiğimiz 20 yıl tam da bunun hikayesi aslında: Öyle bir 20 yıl ki bu, kendi cephesinden yanlışa yanlış diyen hiçbir kamusal figür linçten azade kalamadı. İtirazı da geçtim, linçlemek istediklerinin şarkı sözünden nem kapıp histeri krizi geçirdiler. Psikologlarına anlatmaları gereken linç dürtülerini, “değerlerimiz” kisvesiyle bize demokrasi hikayesi diye anlattılar. Demokrasinin ihtiyaç duyduğu tahammül ve hoşgörünün zaten –sınırları asla tam açıklanmayan- “bizim medeniyetimizde” doğası gereği bulunduğu iddiasıyla hepimizi kendi sınırları içinde eylemeye zorladılar.
Yani, hem her türlü farklılığa tahammülsüz olup hem de hoşgörü medeniyeti edebiyatı yaptılar. Kendi değer yargılarını dünyanın merkezinde konumlandırıp, her bireyin o yörünge etrafında dönmesini istemeyi “hoşgörü” diye pazarladılar.
Dolayısıyla bu seçim, bize bu cinnet ortamını demokrasi diye pazarlayan anlayıştan kurtulma seçimi olacaktır daha ziyade. Değil Türkiye’yi demokratikleştirmek, Türkiye’nin kuşa dönmüş demokrasisinin son kalıntıları olan milletin özneleştiği tek alanı, seçim gününü bile şaibeli hâle getirerek siyaset mühendisliğiyle iradesinin sandığa yansıdığı şekilde bir temsile dönüşmemesi için çaba gösterenlerden kurtulma seçimi de olacaktır aynı zamanda.
Demokrasiyi her zaman en iyi gördüğümüzü seçmek olarak görmemek lazım. Demokrasi, bazen de en kötünün seçilmesini engellemektir. Basit bir matematik değil, analitiktir. Dolayısıyla bu seçim, neyi seçeceğimizden çok neyi seçmeyeceğimizin seçimidir. Demokraside en olmaması gereken şeye dayanan, çoğulculuğu yutan ve bizi iki ihtimal arasına sıkıştıran bir referandumdur adeta. Dolayısıyla çoğulculuğu yutanları gönderip, bize yeniden tahammülü ve çoğulculuğu hatırlatanlara bir şans verme seçimidir.
Sonrası? Sonrasında elbette mücadele sürecek. Temsili demokrasinin tüm dünyada kriz yaşadığı bugünlerde, aşırılıkları bertaraf etmek için yalnızca fırsat eşitliğinin değil, fırsat adaletinin de yaratıldığı bir düzeni yaratmak olmazsa olmazımız. Yani hem refahı hem de mülkiyeti tabana yaydığımız bir düzenden bahsediyorum, demokrasiyi ayakta tutabilmek adına.
İş bununla da bitmiyor tabii… Temsili demokrasinin krizi, yalnızca altyapı dönüşümüyle değil, bunu katılımcı demokrasiyle harmanlayıp uzlaştırarak aşılabilir. Bu da hem güçlü bir yerel yönetimler hem de sivil toplum aracılığıyla karar alma süreçlerine kendi öz-katılımını sağlayarak kamusal özne hâline gelen yurttaşlarla mümkündür. Hele ki Türkiye gibi toplumsal fay hatlarının son derece derin olduğu ve kutuplaşmanın da bu yüzden had safhada seyrettiği ülkelerde siyasete girmekten imtina eden insanların özel alana hapsedilmesinin önüne geçmenin yegane yolu, bu iki alanı güçlendirerek, onları en azından kendi mikro problemleri içinde kamusal özne kılabilmektir.
Ancak tüm bunları başarabilmenin anahtarı, neyi seçmeyeceğimizden emin olmamız ve demokrasimizi bu girdaptan çıkaracak bir karar vermemizde saklıdır.
Fotoğraf: Element5 Digital