[voiserPlayer]
Madrid Zirvesi’nde kabul edilen 2022 Stratejik Konseptinin insan güvenliği kavramına yer vermesi NATO tarihinde güvenlik algılarının değişimi açısından önemli bir dönüm noktasını temsil ediyordu. Bu yeni Stratejik Konsept, ittifakın değişen güvenlik ortamında karşılaşacağı geleneksel savunma ve caydırıcılık gündemini ele alırken tarihinde ilk kez devlet güvenliğinin ötesine geçerek sivilleri koruma ve sivil kayıpların azaltılmasını önceleyen insan güvenliği kavramını yaklaşımının merkezine koyduğunu duyurdu.
NATO gibi bir askeri ittifakın gündemine nispeten yeni giriş yapmış olmasına rağmen insan güvenliği meselesi aslında, akademik ve politik çevrelerde 1990’lardan beri tartışılan bir konu. İnsan güvenliği kavramsal olarak Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 1994 yılında yayınladığı İnsani Kalkınma Raporu’nda ilk kez ortaya atıldı. Bu kavramla devlet merkezli güvenlik tanımları aşılarak, çevresel güvenlik tehditleri, iş güvensizliği, hava kirliliği, uyuşturucu kaçakçılığı, terörizm gibi tüm insanlığı etkileyebilecek konular üzerinden bir insan güvenliği tanımı yapıldı.
Bu rapor, devletleri yeni konsepte dair ortak bir anlayış geliştirilmesi çabasına sevk ederken 2012 yılındaki Birleşmiş Milletler kararıyla insan güvenliğine ilişkin genel bir tanım kabul edildi. Bu tanım, insan güvenliğini dünyada yaşayan tüm insanların özgürlük ve onur içinde, yoksulluktan ve umutsuzluktan uzak yaşama hakkını, toplulukların korunması ve güçlendirilmesi gerekliliği üzerinden ifade ediyor, devlet güvenliğini sağlamak amaçlı tehdit ve zorlayıcı önlemlerin insan güvenliğinin yerini alamayacağını da ortaya koyuyordu. Yani, Birleşmiş Milletlere göre devletlerin güvenliği insanların güvensizliğine rağmen sağlanmamalıydı.
Birleşmiş Milletler’in kavramsal çerçevesinden yararlanarak şekillendirilen NATO’nun insan güvenliği konsepti; çatışma bölgelerinde başta çocuklar olmak üzere sivillerin korunması, çatışma kaynaklı cinsel şiddetin önlenmesi, insan kaçakçılığı ile mücadele ve kültürel varlıkların korunmasını temel aldı. Sivillerin korunması ve sivil kayıpların azaltılmasına yönelik genel politikalar, insan güvenliğiyle olan temel ilişkisi sebebiyle kriz önleme ve yönetimine ilişkin NATO gündeminin merkezinde konumlandırıldı.
İnsan güvenliği kavramının NATO gündemine bu denli geç girişinin temelinde ittifakın devlet merkezli güvenlik anlayışı kadar, Rusya’nın Ukrayna saldırısının insan güvenliğine dönük bir tehdit olarak inşa edilme çabası da yer alıyor. İttifakın insan güvenliği yaklaşımı ve temel ilkelerine dair 2022 tarihli belgesi de bu savı doğrular nitelikte.
Bu belgede Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü saldırı savaşının sivilleri hedef alan ve askeri amaçları gerçekleştirmek için sivil güvenliğini göz ardı eden karakterinin insan güvenliğine olan ihtiyacı yinelediği özellikle belirtilirken NATO’nun yeni dönemde insan güvenliği sağlayıcı aktör kimliği de ön plana çıkarıldı. İttifak bir yandan sorumluluk alanına giren çatışma ortamlarında insan güvenliğini sağlamayı amaçlarken sivil kayıpların önlenmesi konusunda partnerlerle diyaloğu teşvik edici diplomatik rolüne de vurgu yaptı.
NATO-İsrail İlişkileri
NATO’nun 2022 yılı itibariyle Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliğine doğrudan bir tehdit olarak tanımladığı Rusya’nın, Ukrayna’daki saldırgan eylemleri karşısında insan güvenliğine yaptığı vurgu, ittifak üyelerinin ortak değerleri ve ittifakın tarihsel arka planı açısından oldukça anlaşılır. Ancak, NATO-İsrail ilişkileri ve İsrail’in 7 Ekim saldırısına yanıt olarak başlattığı askeri operasyon göz önüne alındığında insan güvenliği konsepti açısından problemli bir durum ortaya çıkıyor.
NATO’nun İsrail ile olan ilişkisi Akdeniz bölgesinde güvenlik ve istikrarı sağlamayı amaçlayan Akdeniz Diyaloğu işbirliği forumu ile başladı. 1995 yılında Akdeniz Diyaloğuna dahil olan İsrail, aynı yıllarda ABD Kongresi tarafından “NATO üyesi olmayan önemli müttefik” ilan edildi. 11 Eylül saldırılarının Orta Doğu güvenliğine dair yarattığı kaygılar, NATO’yu ilk defa sorumluluk alanı dışında bir bölgede faaliyet göstermeye iterken İsrail NATO için stratejik bir partner olarak önem kazandı.
İsrail, Akdeniz’de terörle mücadeleyi amaçlayan Etkin Çaba Harekatı’na katılan ülkeler arasında yer alarak NATO ile ikili işbirliğini güçlendirirken NATO, 2006 yılında İsrail ile başlattığı Bireysel İşbirliği Programı ile Akdeniz Diyaloğunun çok taraflı çerçevesini aşmayı amaçladı. Bu program İsrail’i Avrupa dışında NATO ile böylesi bir işbirliği yapan ilk ülke konumuna getirmesi sebebiyle NATO-İsrail ilişkileri açısından oldukça önemli bir gelişmeydi. Ancak terörle mücadele, silahlanma, lojistik ve bilgi paylaşımı alanındaki ortaklıkların ve NATO-İsrail askeri tatbikatlarının artmasını amaçlayan bu programın kendine has bazı kısıtlılıkları mevcuttu.
Öncelikle NATO, İsrail ile yürütülen Bireysel İşbirliğinin, Akdeniz Diyaloğunun diğer üyeleriyle, özellikle de Mısır’la, dengeleri bozmasını istemiyordu. Ayrıca, program kapsamında İsrail’in NATO ile işbirliği yapacağı konu başlıkları daha ileri müzakerelere tabi tutuldu ve eşgüdüm mekanizmasının eksikliği müzakerelerin ilerlemesinin önünde bir engel oldu. Bu durum, İsrail ve NATO arasında daha kapsamlı bir işbirliği için çerçeve oluşturulması sürecini zorlaştırdı. Bu doğrultuda İsrail, Etkin Çaba Harekâtında ancak sınırlı bir varlık gösterebildi.
NATO’nun 2010 Stratejik Konsepti, partner ülkelerle işbirliğinin güçlendirilmesine odaklanarak bu sorunları aşmayı amaçlıyordu. 2011 yılında hayata geçirilen yeni partnerlik politikası NATO ve İsrail arasındaki eşgüdüm ve danışma mekanizmalarının geliştirilmesi anlamına geliyordu.
Yeni partnerlik politikası, her partner ülkenin NATO genel merkezinde daimi bir temsilci bulundurmasını ve NATO ile resmi diyalog kurulmasını mümkün kılarak ileri işbirliğini teşvik ediyordu. Ancak, aynı yıl içinde İsrail’in Brüksel’de resmi bir temsilcilik açma başvurusu ve NATO toplantıları ve tatbikatlarına katılma isteği Türkiye tarafından veto edildi.
Bu vetonun kaynağı, 31 Mayıs 2010 tarihinde Türkiye’den Gazze’ye insani yardım taşıyan altı gemiye İsrail Savunma Kuvvetleri’nin müdahalesiydi. Altı gemiden beşinde İsrail kontrolü sorunsuzca sağlanmışken olaya adını verecek olan Mavi Marmara gemisinde on yolcu İsrail güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu yaşamını yitirdi. Bu olay, İsrail-Türkiye ilişkilerinde ciddi bir gerilime neden olurken, İsrail ve NATO arasındaki ilişkilerin beklenen seviyeye ulaşmasını engelleyen bir faktör hâline geldi.
2016 yılında İsrail’in resmi olarak Türkiye’den özür dilemesi, saldırılarda yaşamını yitirenlere tazminat ödeme taahhüdünde bulunması ve Gazze’deki ablukayı hafifletme vaadiyle birlikte İsrail-Türkiye ilişkileri normale dönme eğilimi gösterdi. Bu gelişme, NATO-İsrail ilişkilerinin daha üst bir seviyeye çıkmasına yönelik bir fırsat olarak değerlendirildi. Ekim 2016’da NATO’daki ilk daimi temsilcisi göreve başlarken İsrail, Akdeniz’deki Deniz Muhafızı Operasyonu’nun ve NATO’nun çeşitli bilimsel ve teknik programlarının aktif katılımcısı olmayı başardı.
Hamas’ın 7 Ekim saldırılarından sonra İsrail’in kara harekatına verilen desteğin, NATO ve taahhüt ettiği değerler arasında bir mesafe yarattığı düşünülebilir. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in 11 Ekim’deki Savunma Bakanları Zirvesinde İsrail’in askeri harekatının meşru müdafaa hakkı olarak tanındığı ve ittifakın üyelerinin “büyük bir kısmı” tarafından desteklendiği açıklaması da insan güvenliği meselesinin İsrail ile ortaklık bağlamında geri plana atıldığını gösteriyor.
Stoltenberg’in Gazze’deki olaylarla ilgili tek umut verici açıklaması ise İsrail’in eylemlerinin “orantılı” olması gerekliliği yönündeydi. Ancak gelinen noktada şu önemli soruyu sormak gerekiyor: Bu orantı nasıl belirleniyor ve mevcut orantısızlık ittifakın insan güvenliği yaklaşımının neresinde konumlanıyor?
İsrail’in kara harekatı, NATO’nun gündemini karmaşık hâle getirirken aynı zamanda Türkiye faktörü üzerinden ilişkileri de zorlayıcı bir noktaya taşıyor. On üç yıl aradan sonra Türkiye-İsrail ilişkileri Gazze olayları nedeniyle bir kez daha gerilmiş durumda.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İsrail’in bölgedeki eylemlerini meşru müdafaa sınırlarını aşarak Gazze halkını kitlesel olarak imha etmeyi amaçlayan açık bir “katliam ve barbarlık” olarak nitelendiriyor. Türkiye’nin Gazze konusundaki ateşkes ve arabuluculuk taleplerinin dikkate alınmaması, sadece İsrail-NATO ilişkilerini etkilemekle kalmayıp aynı zamanda İsveç’in NATO üyeliğinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylanma sürecini de aksatabilir gibi görünüyor.