[voiserPlayer]
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 1 Eylül’de aniden gündeme düşen basın toplantısı yapacağı haberi, siyaset dünyasında ve kamuoyunda “bir erken seçim çağrısı mı gelecek” heyecanı yarattı. Beklentilerin aksine Bahçeli, erken seçim çağrısı yapmadı, ancak seçime nasıl bir atmosferde gidileceğine dair önemli ipuçları verdi. Beklendiği üzere Bahçeli, olağanüstülüklerin olağanlaştığı bir konjonktüre işaret ediyordu. Bu, beklenmeyen bir gelişme değildi. Çünkü olağan koşullarda seçimi kaybedeceği hem kamuoyu araştırmalarında hem de daha da önemlisi toplum nezdinde kabul gören iktidar bloğunun, Türkiye’yi olağanüstü koşullarda seçime götürmeyeceğini düşünmek gereksiz iyi niyet olurdu.
Ancak Bahçeli’nin açık tehditlerle dolu açıklamasında üstü kapalı bir kabul de vardı. Bahçeli, adaylarının Erdoğan olduğunu söylerken, daha önce görülmemiş kadar erken bir seçim kampanyasının da startını vererek adaylarının seçilmesi için “olağanüstü” bir çaba göstereceklerini belirtti. Buradaki kabul, Erdoğan’ın olağanüstü bir çaba göstermeden seçilemeyeceği gerçeğini Bahçeli’nin de kavraması ve 4 Eylül itibariyle MHP adına seçim kampanyasını başlatmış olmasıydı.
Bahçeli’nin bahsettiği “olağanüstü gayretler” elbette yalnızca mitingler ve seçmenlerle buluşma toplantılarından ibaret değildi. Bu “olağanüstü gayretler”, aynı zamanda demokrasiye deli gömleği giydirmeyi de içeriyor ve otoriterlikle arasındaki sınırların adeta yutulmasına işaret ediyordu. Bahçeli, sosyal medyanın parlamento açılır açılmaz sınırlanmasının şart olduğunu söyleyip, Türkiye’nin iktidar lehindeki medya hegemonyası dolayısıyla muzdarip olduğu bilgi asimetrisini aşmanın yegane alternatifi olan sosyal medyayı da kısıtlayarak ülkeyi tek sesli bir cinnet ortamı içinde seçimlere götürme niyetini ortaya koymuş oldu. Ayrıca o, bu yolla, Peker’in seçim döneminde tonunu arttırırken, muhatap hiyerarşisini yükselterek devam edeceğini açıkladığı ifşalarının da kamusal görünürlüğünü azaltıp bu ifşaların iktidar tabanında yarattığı rahatsızlıkların üzerini örtme niyetinde olduğunu da satır aralarında ortaya koydu.
Tüm bunlarla beraber, çöplüğe dönen bilinçaltlarımızda ciddi bir payı olan 7 Haziran-1 Kasım sürecinde yaşadıklarımızı da düşünürsek, Türkiye’yi çok da kolay bir seçim süreci beklemediğini ifade etmemiz mümkün. Ancak soru şu: Bahçeli, neden seçim kampanyasını başlattığı gün bu kadar tehditkâr bir konuşmaya imza attı? Bunun en temel nedeni, iktidar bloğunun vites arttırmaktan çekinmeyeceğine dikkat çekerek, bu tehditle beraber karşı blokun kamusal aktörlerinin vites düşürebileceğine dair inançtı. Bu, yalnızca şiddet ve yaptırım yoluyla bir vites arttırmaya işaret etmiyor. İktidarın üzerine giydiği kıymeti kendinden menkul “milliyetçilik zırhı” ve önüne geleni hain ilan etme konforuyla itibarsızlaştırmayı da içeriyordu.
Dolayısıyla bu nokta, muhalefetin dikkat etmesi gereken ilk önemli duruma işaret ediyor: iktidar, otoriterlik lehine vites arttırdıkça, demokrasi ve toplumsal diyalog lehine vites arttırmak. Bu noktada altılı masanın doğası ve Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrısı, muhalefete son derece kullanışlı bir zemin sunuyor.
İkinci olarak muhalefet, iktidarın “hain” gibi son derece sübjektif bir sıfatla muhalefetin kamusal aktörlerini itibarsızlaştırma çabasına karşı, İstanbul seçimleri öncesinde yaşananları hatırlatıp, bu seçimler öncesinde de iktidarın Öcalan’dan istemesi muhtemel yardıma dikkat çekmeli. Ayrıca vatanseverliğin mezurasının neye göre AK Parti ve MHP’nin elinde olduğu, AK Parti ve MHP’yi; CHP, İYİP, Deva, Gelecek, Saadet ve DP’ye oy verenlerden daha vatansever kılan şeyin ne olduğu sorusu devamlı olarak sorulmalı. Bu yolla, partilerin liderleri üzerinden kurgulanan şeytanlaştırma süreci, partilerin tabanlarına indirilerek halkın kişisel-sosyal ilişkileri düzeyinde bir sorgulama sürecine girmesinin önü açılmalı.
Üçüncü olarak muhalefet, Kılıçdaroğlu’nun SADAT’ın önüne giderek yaptığı meçhul olması muhtemel faili baştan meşhur ilan etme stratejisinde olduğu gibi, iktidarın olası kaos planlarını baştan ifşa etmeli. Bu yönde, Karamollaoğlu’nun camilere dönük saldırı risklerine dikkat çekmesi gibi, altılı masanın ideolojik çeşitliliğine dayanarak herkes, kendi hitap ettiği tabanın sosyalleşme alanlarına dönük riskleri açıklamaya özen göstermeli.
Dördüncü olarak, olası saldırı durumlarında muhalefet, her zamankinden daha cesur ve bir arada davranarak halka cesur davranması gerektiğini hatırlatmalı ve iktidarın değişmemesi durumunda kaos senaryolarının kalıcı hâle geleceği yönünde telkinlerde bulunarak can güvenliği kaygısının seçmenleri iktidara değil, muhalefete yönlendirmesi için çaba sarf etmeli.
Son olarak muhalefet, bizim gibi otoriter popülist rejimlerin liderlerinin temel stratejilerinden birinin birleşik muhalefeti dağıtmak olduğunu hatırından çıkarmayarak, her ne olursa olsun seçimlere tek adayla gitmesi gerektiğinin bilincinde olmalı. Bu seçimin en çok istenenin değil, en çok istenmeyenin üzerinden şekillenmesi gerektiği hatırlanarak, bütün motivasyon seçimlerin ilk turda kazanılmasına yönlendirilmeli.
Elbette kamusal gücün bu kadar kontrolsüzce kullanıldığı bir ortamda hiçbirimizin elinde sihirli değnek yok. Dolayısıyla bu ortamda, kendi elimizde sihirli değnek olmasa da, iktidarın elindeki yukarıda açıkladığım sihirli değnekleri almanın ortak yolu, dayanışma ağlarını güçlendirip kaynaklarımızı tek noktaya kanalize etmekten geçiyor.
Fotoğraflar: Jeremy Bishop