[voiserPlayer]
Birkaç hafta önce Ahmet İnsel’in Twitter’da yaptığı muhalif bir paylaşımın altına yazılan yorumlar, bir süredir devam eden bir suçlamanın küçük halkalarından biriydi sadece. İnsel, iktidarın giderek otoriterleşen yönetim biçimine bir dönem destek vermekle ya da Fransızların deyimiyle söylersek, cehenneme giden yolun taşlarını döşemekle suçlanmaktaydı.
Esasen ne bu suçlama ne yenidir, ne de muhatabı sadece Ahmet İnsel’dir. Kısaca “yetmez ama evet”çiler (YAE) olarak kodlanan liberal-sol diyebileceğimiz ve belirli bir dönemde AKP’ye destek vermiş kesim bugün günah keçisi ilan edilmiştir. Bu yaklaşımda zaman zaman dozu kaçan suçlamalar silsilesinin yanında, anlaşılabilir bir serzeniş ve hayal kırıklığı da saklıdır. Ancak yine de burada geçmişte liberal-sol aydınların yaptığına benzer bir hataya düşülmektedir. Öncelikle toptancı bir şekilde YAE diyen herkes ölçüsüzce suçlanmakta, ikinci olarak ise demokrasi olgusu yine liberal-sol kesimin daha önceden yaptığı gibi onlar ve biz ikilemine sıkıştırılmaya çalışılmaktadır.
Belirtmek isterim ki bu yazı YAE’cilerin bir savunusu değildir. Tam tersine, onların bir türlü yapmadıkları bir özeleştiriye onları davet etmektir. Ancak bunun yanında, demokrasi denilen kavramın siyah-beyaz bir olgular seti önümüze koymadığını da vurgulamaktır.
Öncelikle AKP’ye ilk döneminden itibaren destek veren, ardından belirli aralıklarla onunla düşünsel bağını koparan farklı tonları olmakla birlikte, geniş bir şemsiyede toplanabilecek bu liberal entelektüelleri İlker Aytürk belirli bir paradigmanın savunucuları olarak değerlendirmiştir. İlker Aytürk’ün 2015 yılında yazığı makale[1], uzun bir süredir bir şeylerin ziyadesiyle ters gittiğini düşünenlere yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Aytürk, makalesinde post-Kemalizm kavramını topyekûn bir paradigmayı işaret etmek için kullanırken ortaya attığı “post-post-Kemalizm” kavramıyla da bir dönemi tanımlamak istemiştir. Artık içinde yaşadığımız bir dönemi… Bugünü ve geçmişi kapsayan yeni bir okuma biçimi ihtiyacını…
Önce kavramları kısaca açmaya çalışayım. Esasen bir paradigma olarak post-Kemalizm’i tanımlamak hem kolay hem de zor. Zorluğu çok farklı kesimden ismin, bu perspektifle vakaları yorumlamasından kaynaklanmakta. Bohça fazlasıyla geniş yani. Ancak bu zor husus, belki de paradoksal bir şekilde paradigmayı ortaya çıkaran ve bir yönüyle onu tanımlamayı da kolaylaştıran bir etken.
Şöyle ki, akademi, siyaset ve kültür ortamı da dâhil Türk yazın hayatında 1980’lerden itibaren siyasi ve sosyal olayları görece tarihsel bir perspektiften okuma iddiası ortaya çıkmıştır. Özellikle 1970’lerden itibaren gelen siyasi istikrarsızlık, 12 Eylül darbesinin yarattığı boğucu atmosfer, hak ve özgürlükleri fazlasıyla sınırlayan yeni anayasa, düşünce insanlarında derin bir bıkkınlık ve çıkışsızlık duygusu yaratmıştır. Muhtemelen bu çıkışsızlık duygusu, artık semptomlarla uğraşmak yerine hastalığın kaynağına eğilme güdüsünü başlatan ana etken olmuştur.
Buradan sonra ise Aytürk’ün de makalesinde belirttiği gibi, ortaya bir muhalif koalisyon çıkmıştır. Elbette bu muhalif koalisyonun farklı fraksiyonları vardır. Ama burada ana grupların ismini rahatlıkla koyabiliriz. Sol kesim, gittikçe sağcılaşan ve sertleşen devlet uygulamalarından rahatsızken siyasi liberaller ordu ve bürokrasinin beka unsurunu öne çıkararak siyasete sürekli müdahale etmesinden şikâyetçidir. Her ne kadar darbeden pek zarar görmeseler de İslamcı kesim de modernleşme, laiklik, Batılılaşma gibi kavramlardan ve uygulamalardan rahatsızdır. Ancak hemen belirtelim, 80’lerden itibaren İslamcı kesim 12 Eylül darbesinin makbul görüş olarak ortaya çıkardığı Türk-İslam sentezi yaklaşımının nimetlerinden faydalanmaya, kamuda bazı pozisyonlara yerleşmeye çoktan başlamıştır. Kürt siyasi hareketi ise etnik ayrımcılığa, orantısız devlet şiddetine, asimilasyon politikalarına karşıdır. Son olarak, küresel ekonomiye dâhil olmayı, AB’nin bir parçası olup devletin müdahalelerinden kurtulmayı ve istikrarlı bir ekonomik yapıyı isteyen bir grup iş insanı da sistemin değişmesi gerektiğini düşünmektedir.
Kısaca post-Kemalizm Türkiye’nin bitmeyen vesayet rejimine bir teşhis koyuyor ve asıl sorunun kaynağının Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinden kaynaklandığını söylüyordu. Ülke daha demokratik bir yola girebilecekken kurucu ideoloji, Jakoben bir tarzda, seçkinci otoriter bir modernleşmeye imza atmıştı. Özelikle askeri darbe ve müdahalelerin, Atatürk’ü ve Kemalist devrimi kendi müdahalelerinin meşruiyet kaynağı olarak ortaya koymaları, Atatürk’ü ve erken Cumhuriyet’i, siyasi hak ve özgürlük talep eden bu çok fraksiyonlu koalisyonun gözünde antipatikleştiriyordu.
Özellikle 12 Eylül darbesinin Atatürk vurgusu, her yere dikilen Atatürk heykelleri, askeri darbenin faşizan eylemlerinin onaylanması için kilit bir simgeye dönüşmüştü. Darbeci generallerin nezdinde Atatürk ve Kemalist Devrimler, her türlü antidemokratik hareketin temize çekilmesini sağlayan bir tür sihirli kavram setiydi. Onlara karşı olmak, Atatürk ve devrimlere karşı olmaktı.
Şunu kabul etmek gerekiyor ki Cumhuriyet devrimleri sağ düşünürler nezdinde hiçbir zaman bütünüyle benimsenmemiştir. Sol içinde de Atatürk ve Kemalizm konusunda ortak bir tavır yoktur. Hâl böyle olunca Türk toplum ve siyasetini nefes alamaz hâle getiren askeri tahakkümden kurtarmanın yolunun, kendi tarihimizi bütüncül bir şekilde sorgulayıp ona eleştirel bakmaktan geçtiği görüşü hâkim oldu.
Aytürk’ün de makalesinde belirttiği gibi Mete Tunçay’ın “Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931)” adlı çalışması post-Kemalist paradigma olarak adlandırılabilecek yaklaşımın öncü çalışması olacaktı. Üzülerek söylemeliyim ki Mete Hoca’nın laiklik konusunda kitabında söylediği şeylerin gerçeklikten ne kadar uzak ve en kibar tabirle ne kadar naif olduğunu, şu yaşadığımız son on yıl bize acıyla göstermiştir.
Mete Tunçay, Şerif Mardin, Nilüfer Göle, Taha Parla, Levent Köker gibi isimler, resmi inkılap tarihinin dışarıda bıraktığı konulara farklı şekillerde yaklaşarak bugün yaşadığımız birçok sorunun kökeninin Kemalist modernleşme projesine dayandığını iddia ettiler. İslamcı siyasetin ve Kürt muhalefetin güç kazanmasıyla birlikte de post-Kemalist düşünce akımı akademik dünyadan çıkıp gittikçe genişleyen bir şekilde siyasette, ana akım medyada, sanat ve kültür dünyasında popülerleşen bir okuma biçimine dönüştü. Özellikle 90’ların ikinci yarısından itibaren iyice görünürlük kazanan bu yaklaşım, 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte, artık resmi tarihe meydan okuyan bir yaklaşım olmaktan çıkacak, siyasi desteğin tüm olanaklarını da arkasına alarak ana akım medyanın temel paradigması haline gelecekti.
Hatırlayalım, o dönemde televizyonlarda hiç olmadığı kadar tarih programları yapılıyor, açık oturumların ana teması erken Cumhuriyet Dönemi oluyordu. Cumhuriyet tarihi tek ve çok partili dönem olarak ikiye ayrılıyor, Birinci Meclis’in ne kadar demokratik olduğu üstüne uzun uzun söylevler çekiliyordu. Türkiye’nin 20. yüzyıl boyunca bir türlü demokratikleşememesinden 1908-1950 arasındaki İttihatçı-Kemalist zihniyet sorumluydu.
Çizilen resim aşağı yukarı şöyleydi: Ülke, kuruluş aşamasında antidemokratik ve yer yer faşizan bir yönetimin eline geçmişti, hâlbuki karşı tarafta son derece demokratik insanlar yer almaktaydı. Su şöyle değil de böyle aksaydı ülke çok farklı olabilirdi, neyse ki artık bunun farkına varmıştık ve şu an seçilmiş olan muhafazakâr iktidarla bunu başaracaktık. Denilebilir ki devlet televizyonları ile hükümetin yönettiği basın organları kapılarını post-Kemalist görüşü savunanlara sonuna kadar açmıştı. Bu kapıdan giren birçok akademisyen ve düşünür ise çok geç kalınmış olan “geçmişle hesaplaşmayı” büyük bir şevk ve şehvetle yapmaya başlayacaklardı.
Pek tabii bu paradigmayı savunan kesim çok geniş bir skalayı barındırmaktaydı. Post-Kemalist paradigmanın sıkıntı ve açmazlarını bugünden konuşmak elbet görece kolay. Ancak daha o günlerden bu yaklaşımın teorik sıkıntıları olduğu o kadar açıktı ki… Şöyle ki, ön kabul Kemalizm’in resmi bir ideoloji olduğu yönündeydi. Ancak ne makro ne de mikro seviyede Kemalizm’in bir ideoloji olduğunu söylemek neredeyse imkânsız. Zira, Atatürk’ün ve onu takip edenlerin düşünce ve yaklaşımlarının dünyayı açıklayan felsefi bir boyutu olduğunu ya da katı bir iktisadi, siyasi ve kültürel programa tabi olduğunu iddia etmek ne kadar gerçekçi bir yaklaşım olabilir! Dahası, ne kadar dürüst ve hakkaniyetli olur böylesi bir iddia? Bugün sokağa çıkıp rastgele seçtiğiniz on kişiye Kemalizm nedir diye sorarsanız, bu on kişi de farklı bir şey anlatır. AKP’nin ilk dönemlerinde Tek Parti dönemi, karşılaştırmalı incelenmesi gerekirken çoğunlukla bütün çevresel koşullardan arındırılmış bir şekilde analiz edilmekteydi. Üstelik çok partili hayata geçilmesinin ardından 1950 sonrası siyasi arenada otoriter eğilimler hiç yokmuş gibi bir kabul ön plana çıkmıştı.
Şunun adını koymamız gerek; en başından kategorik olarak AKP’ye karşı olan ulusalcı kesimin, “biz zaten her şeyi biliyorduk” yaklaşımı yaşanan olayları bir iyiler ve kötüler senaryosu üstünden okumaktır. Ve en hafif tabirle ergen bir okuma biçimidir.
Demokrasi iyiler ve kötüler mücadelesi değildir. Demokrasi, eğer bir mücadeleyse, herkesin herkesle mücadelesidir ve bu mücadelede her grubun siyasi alanda temsilinin önü açılmalıdır. Demokrasi dediğimiz olgu, ortadaki yün yumağını farklı güç odaklarının kendine doğru çekiştirdiği bir sistemdir. Şayet ortada birbirinden ayrı düşünceleri savunan farklı güç odakları yoksa en uzlaşmacı kabul edilen grup bile meydanı boş bulduğunda bir süre sonra kendi iktidarını mutlaklaştırmak için anti demokratik yolları devreye sokacaktır. Nietzsche’den beri çok iyi biliyoruz ki güç olgusu, bir çeşit afyondur. Sadece ona sahip olanı değil, onun etrafında kümelenenleri de meftun eder. İnsanoğlu onu kaybetmemek için her şeyi yapar. Bütün bunlara rağmen ilk defa Yunan şehir devletlerinde nüveleri görülen demokrasi, tüm olumsuzluklarına karşın insanlık tarihi boyunca bulabildiğimiz en kabul edilebilir yönetim biçimidir.
Bugün YAE’ciler olarak kodlanan ve AKP’ye bir dönem destek veren, soldan, liberal görüşten, merkez sağdan birçok yazar ve akademisyen, meydanın bu kadar boş kalacağını hesaba katmamışlardı. Kürt siyasetinin, merkez sağın, her türlü sol siyasetin, kadın hareketinin, ulusalcıların, iş dünyasının, basının, akademinin kendi siyasi talep mevzilerini bu kadar hızlı ve sistemli bir şekilde kaybedeceklerini düşünmemişlerdi. Elbette bu yorum bir ön kabulden yola çıkmakta. O da, bu kesimin siyasal İslam’ın ülkeye demokrasi getireceğine gerçekten inanmayacak kadar olgun oldukları kabulü. Yoksa gerçekten buna inandılarsa diyecek sözümüz yok. Ama bu kabule rağmen birtakım hatalar yaptılar.
AKP’ye destek veren liberallerin en büyük açmazlarının başında, toplumu düalist bir biçimde yorumlamaları gelmekteydi. Birbirinden çok farklı siyasi partileri, grupları, sivil toplum örgütlerini, yapıları, kültürleri, statükoyu savunan Kemalistler olarak yaftaladılar. Bu kolaycı ve toptancı yaklaşım onlar açısından vesayetle yaptıkları mücadeleyi kolaylaştırsa da, muhtemelen şimdi onların da anladığı gibi, toplumu okuma edimini son derece sorunlu bir perspektife sıkıştırmıştır. Bu öyle bir yanlış okumaydı ki, kabaca, laik merkez sağcılarla sol Kemalist düşünürleri, darbeci generallerle sosyal demokrat CHP’lileri aynı kefeye koymaktaydı. Bu ikili okuma, AKP’ye siyaset zemininde paha biçilmez bir kolaylık sağlayacaktı. Zira bugün hâlâ AKP, bu ikiye bölünmüş toplum olgusunun üstünden günlük siyasi manevralarını yürütebilmektedir.
Bir diğer husus, liberal entelektüellerin dini örgütlenmeleri sadece din ve vicdan hürriyeti bağlamında yorumlamış olmalarıdır. Onların diğer din ve inanışlara ya da inanmayanlara nasıl baktıkları; özgürlük, eşitlik ve demokrasi hakkında ne düşündükleri; dahası, bu alanlarda nasıl uygulamalar yaptıkları pek sorgulanmadı. Ama son tahlilde, yakın zamanda dini örgütlenmelerin iktidarı tek başına ele geçirmek için nasıl bir yapılanma içine girdiği anlaşıldı.
Bugün gelinen noktada şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki post-Kemalist paradigmaya destek veren, AKP’yi kullanarak Türk siyasetini dönüştürmek isteyen ve kendilerine gösterilen siyasi teveccühü şehvetle kabul eden liberal-sol kesim yanlış bir okuma yapmıştır. Kullanmak istedikleri AKP tarafından kullanılmışlardır. Zira böylesi bir siyasi güç ortaklığında, mıntıka temizliği yapıldıktan sonra, kazanan her zaman aktif siyaseti yapan kurumsallaşmış parti olur. Ancak son kertede tüm suçu onların üstüne atıp elimizi yıkamak dürüst bir davranış olmayacaktır.
Şunun altını bir kez daha çizmek isterim ki hiçbir zaman AKP’ye kategorik olarak karşı olanların safında yer almadım. Bugün onların haklı olduklarını da düşünmüyorum. Ama demokrasinin, o kategorik karşı oluşa bile ihtiyaç duyduğunu, farklı güç odaklarının kaçınılmaz bir şekilde uzlaşmayı getireceğini biliyorum. Siyasi literatürde demokrasinin onlarca tanımı mevcuttur. Ve fakat en kapsayıcı ve yalın olanı, onun bir uzlaşma rejimi olduğudur. Mutlak güç, ancak ve ancak birçok ayrı kutbun mecbur kıldığı bir uzlaşma zemininde engellenebilir. Bu olmadan demokrasinin hayati unsuru olan kuvvetler ayrılığı prensibi hayata geçirilemez. Herhangi bir nedenle, bir kesimin siyaset sahnesinden dışlandığı görüldüğünde, orada tehlike çanlarının çaldığını bilmek gerekir.
Bugün muhalefetin farklı kesiminden birçok insan, AKP’ye kimi zaman kantarın topuzunu kaçırır bir şekilde destek veren liberal-sol aydınlardan o dönemle ilgili bir özeleştiri talep etmektedir. Kanımca bu yapılmadan, bundan sonra söylenen sözlerin anlamı da olmayacaktır.
[1] İlker Aytürk, Post-Post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken