[voiserPlayer]
Hamas’ın 7 Ekim’de gerçekleştirdiği saldırı ve İsrail’in şiddetlendirdiği işgal girişimiyle beraber Filistin meselesi yeniden alevlendi. Bu durum dünyanın her yerindeki insanların, çoğu zaman da kendi dünya görüşlerine paralel olarak, bu iki saftan birini “daha mağdur bulduğu” bir ayrışmanın yaşanmasına neden oldu.
Bu ayrışma sürecinde ortaya çıkan tepkilerde dikkatimi çeken bir tepki tipi var. Dünyanın birçok yerinde çeşitli Lgbti grupları, trans aktivistleri ya da feministler, Filistin ile dayanışma içerisinde olduklarına dair açıklamalar yaptılar. Bu açıklamalar üzerine pek çok isim “eğer bu eşcinsel kişi Filistin’de yaşasaydı idam edilirdi”, “kadın olarak Filistinde yaşasan Hamas seni çarşafa sokardı,” “Hamas’ın yönettiği yerde bir trans olsan çatıdan atılırdın” gibi birbirine benzeyen pek çok Hamas karşıtı (esasında İslam veya Arap kültürü karşıtı) tepki gösterildi.
Pek çok pro-İsrail propaganda hesabı da yaşanan çatışmayı aydınlanma/barbarlık, Batı medeniyeti/terörizm ikilemi üzerinden sunmaya gayret gösterdi. Bu söylenenlerin çoğu yanlış değil. Sahiden bir eşcinselin Hamas’ın yönettiği bir yerde yaşaması mümkün değil, ya da bir kadın, özgür bir Filistin’de istediği gibi giyinemez; temel hak ve hürriyetlerinin bir kısmından faydalanamaz.
Ancak, bu eleştirilerin altında hastalıklı bir taraf da var. Bir insan hakları savunucu olduğumun altını çizerek, evrensel insan haklarına duyulan inancın kültürel ırkçılığın moral zemini haline gelebilme tehlikesi taşıdığını söylemek istiyorum.
Benoist, Amerikan halkında yaygın olan “terör psikolojisinin anlaşılmazlığı” algısının, Amerika’nın değerlerinin dünyanın en iyi, en doğru ve özgür olduğuna ilişkin şaşmaz inançtan kaynaklandığını söyler. Bu yüzden, bu düzene saldırmak isteyen kişiler “normal” olamaz. Ancak hasta, sapık ya da sadist olabilir. Bu hastaların ise sağlıklı kişiler tarafından “iyileştirilmesi”, sapıkların ya da sadistlerin de yok edilmesi gerekir.
Kendi inandığı şeylerin “mutlak iyi” olduğuna inanan, inanmayanı iyileştirilmesi gereken hastalar olarak gören, buna karşı direnenlere yok edilmesi gerekenler olarak bakan bu tavırda dinsel bir çağrışım var. Dinsel diyorum, çünkü evrensel insan hakları ideolojisi de tıpkı evrenselci dinler gibi dünyanın nasıl olması gerektiğine dair bir projeksiyon sunarlar ve bu haklar, tarihin belli bir noktasında ortaya çıkan tarihsel ürünler olmalarına rağmen bunların evrensel olduğuna “inanılır.”
Elie Wiesel’in Evrensel İnsan Hakları Beyannamesini “world-wide secular religion” olarak nitelendirmesi isabetli bir tanımlamaydı. İnsanın doğuştan sahip olduğuna inanılan, her türlü siyasi iradenin üstünde ve bu iradenin sınırlarını çizen kutsal değerler olarak insan hakları, ona inananları yekpare bir ahlaki topluluğa dönüştürmeyi amaçlaması bakımından Durkheimci anlamda bir din olarak değerlendirilebilir. İnsan haklarının dinselleşmesinin pratikte zarardan çok fayda sağladığını düşünsem de -diğer tüm evrensel dinler gibi- seküler bir din olarak evrensel insan hakları dogmatiği de bu dinlerin bünyelerinde taşıdığı tehlikeyi taşımaktadır.
Evrensel dinsel değerler bünyelerinde hastalıklı bir yan barındırırlar. İnandığı değerlerin mutlak doğrular olduğuna dönük şaşmaz inanç, buna inanmayanları kaçınılmaz olarak en yumuşak tabirle “aldanmış” tarafta konumlandırmalarına neden olur. Dinsel değerler iyi ile kötü arasında ontolojik ve sürekli bir çatışma sunduğu için barışın ancak kötü değerlerin (bazen de kötülerin) tamamen ortadan kaldırılması ya da kontrol altına alınması durumunda sağlanabileceğini ima eder.
Modern siyasetin en büyük başarısı siyaseti ve devletler arası ilişkileri bu dinsel zeminden koparmasıydı. Savaşların bile din savaşı olarak değil, çıkar savaşı olarak gerçekleştirilmesi insanlık için büyük bir ilerlemeydi . Çünkü, çıkar savaşları bu çıkar elde edildiğinde biter, ancak din savaşları “kötü olan” ortadan kalktığında sona erer ve çıkar savaşlarının aksine dinsel savaşlarda düşman, sadece çıkarın önünde duran askerler değil, bir bütün olarak kötü değerleri benimseyen erkekler, kadınlar, çocuklardır. Bu insanlar iyi ihtimalle “doğru yola sevk edilmek üzere eğitilmesi”, kötü ihtimalle ise yok edilmesi gereken varlıklardır. Bu bakış açısına göre inanmayanlar, iyi ve doğru değerlere inanmadıkları için ortaya çıkan şiddeti hak ederler.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra insan hakları değerlerinin evrensel bağlayıcı değerler haline gelmesiyle yaşadığı dinselleşme, bu değerlerin “koruyucusu” olan devletlerin, yeni dünyanın kutsal değerlerini çiğneyen devletlere müdahale etmesine meşruiyet zemini sağladı. Tüm insanlığın “iyiyi” hak ettiği iddiasıyla dünyanın her yerinde bu “evrensel iyi değerleri” tanımayan devletlerle mücadele edilmeye başlandı. Bu durum yalnızca hegemon devletlerin bu değerleri araçsallaştırmalarından ibaret değildi. Hem uluslararası hukuk bu şekilde şekilleniyordu hem de özellikle Batı’da yaşayan insanlar bu müdahalelerin iyi ve doğru olduğuna inanıyorlardı. Orta çağın “iyilik” adına üretilen meşru şiddet konsepti, bu yolla yeniden devletler arası düzenin bir parçası haline geldi.
Evrensel değerlerin haklılığına dönük şaşmaz inanç, bazen buna karşı çıkanların gayrı-insanileştirilmesini de beraberinde getirir. Bu değerler şaşmaz derecede iyi ve doğru iseler normal bir insan bu değerlerin hakim olmasını isteyecektir. Bunu istemiyorlarsa ortada “anormal” bir durum vardır ve bu anormalliğin ortadan kaldırılması gerekir. Eğer bunun önündeki engel hükümetler ise hükümetlerin devrilmesi; bir bütün olarak o insanların dinleri, kültürleri engel oluyorsa bu kültürlerin düzeltilmesi; eğer problem halk ise bu halkın eğitilmesi ve tabii ki bu “iyi değerlerin” hakim olmasına direnenlerin de kontrol altına alınması veya yok edilmesi gerekir.
Hamas ve LGBT, Filistin ve Kadın Hakları ya da İslam ve demokrasi yahut insan hakları meselelerine dair yapılan tüm yorumlarda aynı dinsel dehümanizasyon tınısı var. Filistinliler kendi topraklarını savunan insanlar kategorisinden, evrensel “iyinin” karşısında olanlar kategorisine taşınıyor. Bu iyinin karşısında oldukları için onlara “normal” insanlar olarak muamele edilmemeli! İsrail’in haklı Filistinlilerin haksız olması tarihsel, sosyolojik, siyasi olayların hepsinden tamamen bağımsız bir şekilde, evrensel “iyi değerlerin” neresinde durdukları üzerinden yorumlanıyor.
Yeterince “LGBT friendly” değiller, bu yüzden Hamas (açıkça söylemeseler de Filistinlilerin değerleri) kötüdür; yeterince queer değiller, bu yüzden onların temsil ettikleri değerler yanlış; insan haklarına inanmıyorlar bu yüzden Filistinlileri bu haklara inanan bir devletin yönetmesi kendileri için de daha iyi olacaktır gibi akıl yürütmelerin niteliği, insan hakları yerine İslam ya da Hristiyanlık gibi evrenselci dinler bağlamında düşünüldüğünde daha iyi açığa kavuşacaktır.