[voiserPlayer]
Geçen hafta başlayan ve 13 Aralık’ta sona erecek COP25 (25. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı) iklim zirvesi Madrid’de sürüyor. Sonuçları merakla beklenen bu zirve Dünya’ya kelimenin tam anlamıyla kuşbakışı bakmak için çok uygun bir zaman. Tarihte bugüne kadar en çok reprodüksiyonu yapılan fotoğraflar arasında olan “Mavi Bilye” (The Blue Marble) bundan 47 yıl önce Apollo 17 uzay aracı Ay’a doğru ilerlerken 7 Aralık 1972’de çekildi. Bugün aslında bizlere sıradan gelen bu görüntü o dönemde oldukça büyük ilgi uyandırmış ve hatta çevre hareketlerinin sembolü haline gelmişti. Bu fotoğraf, Dünya’yı 29 bin kilometre uzaktan, sınırlar olmadan, sonsuz boşlukta yalnız başına mavi bir bilye gibi duran gezegen olarak gösterdi. Böylece de varlığımızda güçlü bir imge olarak yerini buldu. O günden beri elbette pek çok kere dünyanın fotoğrafları çekildi ve çekilmeye devam ediyor.
Fakat Apollo 17, Ay’a gönderilen son insanlı uzay göreviydi ve o zamandan beri insan türünün hiçbir üyesi Dünya’dan bu kadar uzaklaşmadı. Bu kadar uzaklaşılmasa da halen uzay çalışmaları özellikle de Uluslararası Uzay İstasyonu’nda çokuluslu ekipler tarafından sürdürülüyor. Bu şanslı (ve elbette başarılı) insanlar, yani astronotlar/kozmonotlar/taykonotlar, Dünya’yı hiçbirimizin göremeyeceği bir mesafeden görme fırsatını elde ediyorlar. Uzaydan Dünya’ya bakmak düşüncesi entelektüel, romantik, edebi vesaire pek çok konuda insanı etkileyebilir. Fakat bu bakışın gerçekten de getirdiği farklı bir felsefi perspektif de var. 1987’de yazar Frank White’ın “kuşbakışı etkisi” (overview effect) adlandırdığı etkiye göre Dünya’yı dış uzaydan gözlemlemenin insanlar üzerinde farklı bir etkisi oluyor. Çünkü bu sayede Dünya, sınırların olmadığı, boşlukta asılı kırılgan bir yaşam küresi olarak yani aslında tam da olduğu gibi gözüküyor. Maalesef aynı etkiyi Mavi Bilye gibi fotoğraflara bakarak oluşturamıyoruz.
Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA) astronotu Donald R. Pettit diyor ki “Dünya’yı çok iyi bildiğimi düşünürdüm; çünkü fotoğraflara, videolora ve benzerlerine defalarca bakmıştım.” Sonra devam ediyor, “Dünya’nın uzaydan neye benzediğini entelektüel olarak biliyorsunuz çünkü tabii ki hepimiz fotoğrafları gördük. Ama fiziksel olarak orada olmakla aynı değil bu.” Üstelik anlatmaya devam ederken boyutların hemen algılanamadığından da dem vuruyor, “insanın uzay tecrübesi; ancak biraz rahatladığınızda ortaya çıkıyor,” diyor. Bakmaya devam ettikçe ne kadar çok şey görüldüğünü anlatıyor ve görüleceklerin Dünya ile sınırlı olmadığını vurguluyor. Bu bana hemen 1990 yılında Voyager 1’in 6 milyar kilometre uzaktan çektiği ve gönderdiği, astronom Carl Sagan sayesinde büyük üne kavuşan fotoğraf “Soluk Mavi Nokta”yı (The Pale Blue Dot) hatırlattı. Sagan’ın sözleriyle, “insan kibrinin budalalığına dair, ufacık dünyamızın uzaktan alınmış bu görüntüsünden daha iyi bir ispat olamaz. Bence bu, birbirimize daha iyi davranma sorumluluğunu ve bildiğimiz tek yuvamız olan soluk mavi noktayı koruyup el üstünde tutmamız gerektiğini vurguluyor.”
Bugün, özellikle de iklim değişikliği ve muhtemel gezegensel felaketlerin bütün hayatı veya büyük bir bölümünün hayatta kalmasını tehdit ettiğinin anlaşıldığı bir dönemde, bu iki fotoğrafa tekrar bakmamızda büyük bir fayda var; zira şu aşamada bugüne kadar yalnızca 536 kişinin uzaya gittiğini göz önünde bulundurursak Dünya’ya böyle bakabilme ihtimalimiz bir hayli düşük. Bu sebeple her ne kadar “kuşbakışı etkisi”ni doğrudan yaşama şansımız yok denecek kadar az olsa da bu etki üzerine derinlemesine düşünmemizin önünde bir engel yok. Hem ulusal hem bölgesel pek çok siyasal, sosyal, kültürel vb. sorunlarla mücadele içinde olduğumuz bu zamanda Dünya’ya kuşbakışı yaklaşmak lüks gibi gelebilir. Hâlbuki belki de buna en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlardan birindeyiz.
Gezegensel felaketler, kıyamet ve insanlığın soyunun (ve belki tüm hayatın) tükenişi pek çok inanç sistemi ve kozmolojinin temelinde yatmasına rağmen bu tarz dünyanın sonu yaklaşımların küresel bir güvenlikleştirme üretememiş olması ayrıca ilginç bir husus. Büyük olasılıkla birbiriyle mücadele içinde olan gerçeklik iddiaları konunun özündeki kapsayıcılığı hükümsüz kılmış gibi duruyor. İnsanların çevreye etkilerinin boyutu kaydedilen rekor seviyedeki sıcaklıklardan, biyosferdeki gözle görülür bozulmadan ve diğer pek çok göstergeden anlaşılıyor. İşin şaşırtıcı ve üzücü yanı bunlara dikkat çekmeye çalışan Greta Thunberg gibi bir aktivist özellikle sosyal medyada ciddi bir dirençle karşılaştı. Oysaki kendisi aklıselim sahibi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği argümanlarla hatalarımızı yüzümüze vurup geleceğimize sahip çıkmamız için bizleri yüreklendirmekten başka bir şey yapmamaktaydı.
İklim aktivizmi günümüzde mevcut olan en özgürleştirici hareketlerden biri. Kozmopolitan bir toplumsal anlayışı içinde barındıran ve toplulukçuluğun sığ görüşünü somut çözümler ve arayışlarla çürüten yeni bir siyasallık yaratma potansiyelini de içinde taşıyor. Bir diğer deyişle popülizm ve sağın yüksek görünürlük elde ettiği bugünlerde aslında kozmopolitan ve dolayısıyla anti-populist tepkiselliği iklim aktivizminde görebiliyoruz.
Belki yakın bir zamanda Mars’a insanlı yolculuk gerçekleştirip koloni kurma yolunda önemli adımlar atacağız; ancak bunları gerçekleştirebilmek için dahi gezegenimize ihtiyacımız var. Bizim başka bir Dünyamız yok. Ayrıca tıpkı uzaya çıkan herkesin gördüğü gibi bu mavi bilyede aslında önceden çizilmiş sınırlar da yok. Elbette hâlihazırda siyasal ve zihinsel sınırların varlığını inkâr etmek mümkün değil; fakat bunları problematize ettiğimiz ölçüde mavi bilye vizyonuna yaklaşabiliriz. Bu yüzden gezegenin ve üzerindeki canlıların devamlılığını sağlamak en büyük önceliğimiz olmalı. Eğer güvenlik algımızın nesnesini gezegenimiz olarak kabul edersek önümüze çıkan siyasa alternatifleri onun korunmasına, hayatta kalmasına dair olacaktır. Bu sebeple iklim değişikliğine verilen cevaplar uluslararasılaştığı, küreselleştiği miktarda da bir dünya toplumu üretecektir.
Göçten kimliğe pek çok konuyu güvenlikleştirerek kitlelerin desteğinin alınabildiği bir durumda çevresel konularda bir mutabakat oluşamıyor olması çok şaşırtıcı. Oysaki iklim değişikliği dünya çapında bir zarar anlamına geliyor. Belki devletin sınırlarına ordularla gelmiyor, belki özerklik istemiyor; ama her yerde herkesin hayatına etki ediyor ve etmeye devam edecek. Bazı rejimler halklarının özgürleşmesinden korkuyor olabilirler ama o rejimler de devamlılıklarını vatandaşların varlığıyla sağlayabilirler. İklim değişikliği dolayısıyla bu temel gerekliliği tehlikeye atıyor. Yani konuya “realist” bir açıdan bakarsak ve temele hayatta kalma güdüsünü alırsak mevcut siyasal aktörlerin tepkileri hiç rasyonel durmuyor.
Güvenlikleştirme ve güvenliksizleştirme çoğunlukla el ele giden iki önemli yönetimsellik stratejisi. Bu bağlamda da net olarak olumsuz etkileri var. Örneğin göç güvenlikleştirilirken göç hareketleri ile terörizmin ilişkilendirilmesi de güvenliksizleştirme eylemi olarak gerçekleşiyor. Bir diğer deyişle, terörizm gibi sürekli bir tehdit algısı normalleştirilirken döneme göre çeşitli faktörler bununla bazen açıkça bazen gizlice bağlantılandırılıyor. En sık gördüğümüz de göç konusunun bu şekilde işlenmesi. Sonuç olarak da göç doğrudan bir güvenlik meselesi halini alıyor ve ilgili devletlerin bu konuda aldığı tedbirler meşrulaştırılıyor. İklim değişikliği ve iklim aktivizmi bu noktada yeni bir anlam kazanıyor. Artan kuraklıkların, yükselen su seviyelerinin sonuçlarından en belirgini yeni göç hareketleri olacak. Bu da temel bir çelişkiye işaret ediyor. Bir yandan güvenliksizleştirilmiş algıyı devam ettirmek gerekirken bir yandan güvenlik meselesi olarak anlamlandırılan duruma da kozmetik de olsa bir çözüm üretmek gerekiyor. Bugüne kadarki zirveler tam anlamıyla bu çelişkiyi ve dolayısıyla da yönetimsel aklı destekleyen sonuçlar üretti. Her ne kadar yakın zamanda Avrupa Parlamentosu “iklim acil durumu” ilan etmiş olsa da bunun ne kadar somut sonuçlar üreteceğini kestirmek güç. AB organlarının güvenlikleştirme ve güvenliksizleştirme ikili dinamiğinin itici güçlerinden olması konuya şüpheli yaklaştırsa da yeni Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Avrupa’yı dünyanın ilk iklim nötr kıtası haline getirecek “yeşil yeni düzen” politikasını 5 yıllık başkanlığının temeline oturtmak istemesi umut verici bir gelişme.
“Kuşbakışı Etkisi”ni bizzat deneyimleyebilme olasılığımız çok düşük. Ancak bu etki, aslında, insan aklının Dünya’yı bir gezegen, kırılgan mavi bir bilye olarak algılayabilme yetisine sahip olduğunu gösteriyor. Yani varlığımızın zamansallığını ve mekânsallığını idrak edebilme ve bütün bu varoluşa uzaktan bakabilme gücümüz var. Diğer bir deyişle yine cevabı aklımızda bulabiliyoruz. Bu akıl elbette yeni bir akıl. Aydınlanma’dan ilhamını almış; ancak araçsallaşma tuzağına düşmeyen özgürleşmeci bir akıl. Bir kez daha COP25 iklim zirvesinde gördüğümüz gibi genç nesillerin iklim konusundaki duyarlılıkları ve bu konuda harekete geçmiş olmaları, oluşmakta olan bu kozmopolitan özgürleşmeci aklın dikkate ve takdire şayan bir emaresi. Mavi bilyemiz evrenin büyüklüğünde soluk mavi bir noktadan ibaret olsa da henüz tam anlamıyla Dünya’ya benzeyen, (akıllı) canlıların evrimleşmiş olduğu bir gezegen bulunulamadığı düşünülürse, bu gezegenin ve üzerinde yaşayan bütün canlı türlerinin devamlılığını sağlamaktan büyük bir ahlaki görev düşünülemez. Kuşbakışı bakabilmek hem bu görev için hem de eleştirelliğimizin devamı için olmazsa olmaz.
Fotoğraf: Lena Bell