[voiserPlayer]
Bir süredir ara verdiğim (daha doğrusu devam ettiremediğim) yazılarıma vesile olur diye Nuri Bilge Ceylan’ın filmine gitmemin üzerinden neredeyse dokuz gün geçti. Sinemadan çıktıktan hemen sonra o duygu yoğunluğu ile klavyenin başına geçmek istemedim. Biraz içimde demlenmesini istedim. O zaman hesabım, birkaç gün sonra kafamda kalanlar ile filme dair fikrimi yazmaktı. Ama çeşitli işler güçler ve tembellikler araya girdi, olamadı.
Girizgahı geride bıraktığımıza göre ufaktan başlayalım. Ama müsaadenizle filme geçmeden önce, daha film gelmeden kopan gümbürtüye dair birkaç söz etmek istiyorum. Daha filmin ismi duyurulduğu günden beri “Yine mi taşra?” sorusu ve “taşra övücülüğü” etrafında çeşitlendirilebilecek iki tip eleştiriye denk geldim. Bence temelsiz olan bu itirazlar hakkında diyeceklerim ise aşağıdaki gibidir:
- Öncelikle, bir filmin anlatım dili ve neyi anlattığı, olayların geçtiği yerden daha önemlidir ki Kuru Otlar Üstüne özelinde düşünürsek bu fenomen daha fazla öne çıkıyor açıkçası. Arka plan ve çekimlerin yapıldığı lokasyonlar önemsizdir demiyorum, ama bazen bunlar abartılıyor gibi geliyor bana. Mesela, ben kimsenin Martin Scorsese veya Woody Allen’ın filmlerinin çoğunlukla New York’ta geçmesinden şikayet ettiğini görmedim. Bazı yönetmenler kendi dillerine uygun gördükleri yerlere sadıktır ve bunda bir sorun yoktur.
- Nuri Bilge Ceylan filmlerinde taşra övücülüğünden şikâyet etmek için sanki onun eserlerini hiç izlememiş olmak gerekiyor gibi geliyor bana. Çoğunlukla hikâyesini anlattığı yerlerin boğuculuğunu ve tiplemelerin iki yüzlülüğünü yansıtan yönetmenin belki de en son yaptığı şeydir bu. Genelde başrol karakterleri, sıkışıp kaldıkları o taşranın mahkûmu gibi görülebilecek insanlardır.
Şimdi filmimize gelirsek, evet film yine taşrada geçiyor ve evet yine göze çarpan bir kırsal yaşam övme çabası yok. Buraya kadar her şey tamam gibi. Nuri Bilge Ceylan yine ustalığını konuşturmuş. Görüntüler, kompozisyonlar vs. kesinlikle göz dolduran cinsten. Bazı (özellikle kapalı alanlarda geçen) sahnelerde cut’lar arası (Türkçesinden emin olamadım) çekim sürekliliklerini aksatan şeyler gördüm. Ama bu gibi şeyler o kadar seyir zevkini baltalayan şeyler olmadığı için bana önemsiz göründü. İç mekanlar her detayı ile gerçekçi geliyor ve inandırıcılığı pekiştiriyor. Geniş alanlarda ise bana, sanki kadraj dışında sürekli bir şeyler oluyormuş gibi bir his verdi. Anlayacağınız filmin görsel dilinden bir şikâyetim yok.
Zaten Nuri Bilge Ceylan filmlerinden çekim kalitesi düşük bir eser beklemiyorduk; o tarafta sınıfı geçmiş. AMA sevgili yönetmenimizin kariyerinin erken dönemlerinden beri sürekli eleştirildiği akıcılık, replikler, hikâye anlatımı ve oyunculuk gibi hususlarda, yine kişisel zevklerinize göre sevip/nefret edebileceğiniz unsurlar var.
Şimdi müsaadenizle filmin içeriğini biraz didikleyelim. Film özet olarak Erzurum’da öğretmenlik yapan karakterler ve etrafındaki isimlerin başından geçenleri anlatıyor, ama belki de Nuri Bilge Ceylan’ın kariyerinin en rahatsız edici tiplemeleri var bu filmde. Sinema çıkışı hemen filmi yazmayı istememe sebeplerimden birisi de buydu. Acaba karakterler ve onların yansıttıkları, beni o kadar huzursuz etti de o yüzden mi filmi sevemedim diye düşündüm bir an. Ama hayır, filmin temel anlatısında göze çarpan bazı ayrıntılar da var.
Filmde Nuri Bilge Ceylan’ın beni rahatsız eden politik olarak belirgin bir tavrı var. Sanki utangaç bir şekilde çaktırmadan mevcut politik iktidarın dümen suyuna girermiş gibi bir havası var. Bu tamamen benim çıkarımım da olabilir, ama bazı ayrıntılar buna işaret ediyor gibime geldi. Çok fazla spoiler vermeden söyleyeyim, filmin belli başlı yerlerine sinen “şefkatli ve anlayışlı” devlet diskuruna omuz veren bazı olaylar mevcut.
Bu olaylar devletin merkezinden uzak olan üst düzey görevlilerin görece esnek olabilmesi ile alakalı bir şeydir diyecektim. Ama bazı yerlerde filmin (arka planda usul usul artan) politik geriliminin “Eski Türkiye” kökenli olduğuna dair replikler gözüme çarptı. Tekrar ediyorum, bu benim çıkarımım da olabilir, zorlama da olabilir. Yine de bu durum, ilk gördüğüm andan sonra filmin kalanını izlerken hep aklımın bir kenarındaydı. Ve film, daha sonra gelişen olaylarla bunu unutmama izin vermedi diyebilirim.
Tüm bu anlattıklarım, filmin sonuç bölümünde gerilimin zirve yaptığı Samet ve Nuray arasındaki o tartışma sahnesinde, Nuray’ın biraz daha radikal ve karikatür gibi yansıtılan politik duruşuna eklenince sanki yap-boz tamamlanıyor. En azından bana öyle geldi. Satır aralarına sinmiş bu devlet diskuru, açıkçası filmin son bir saatinde benim sabrımı oldukça tüketti. Zaten eski alışkanlıklarına geri dönen Nuri Bilge Ceylan, filmin anlatım olarak akıcılığını baltalamak için elinden geleni de yapmış. Filmin yeterince güçlü bir görsel dili varken Ceylan’ın, bazen kimi anların altını çizmek için özellikle ekstra çekimler kullanması ve ağdalı, uzun ve yorucu replikleri filmin bana geçmesini birazcık engelledi diyebilirim.
Bu noktada, Kuru Otlar Üstüne filmini Kurak Günler ile kıyaslamak istiyorum. Kurak Günler geçtiğimiz sene ülke sinemasının en tartışmalı filmlerinden birisiydi hatırlarsınız. Esas gümbürtü her ne kadar “gay romans” üzerinden kopartılmış olsa da filmin çok bariz bir muhalif duruşu olması muhtemelen o kaosun önemli etmenlerinden birisiydi. Kuru Otlar Üstüne filmi ise tam tersine, belli belirsiz bir şekilde devlet politikasına ve apolitik duruşa omuz verirken kimi yerlerde TRT yardımının hakkını vermiş gibi geliyor. İtham etmek istemiyorum, ama kimi ufak anlatılar beni gereğinden fazla rahatsız etti ve bu, bana çok sık olan bir şey değildir. Genelinde bir filmi izlerken iyi olduğu taraflarını politik duruşumdan bağımsız yorumlamaya çalışırım, ama bu sefer bu ülkeden çıkan bir filmin dili beni hiç beklemediğim kadar yordu ve sıktı.
Bir de replikler ve karakterler eklendi tüm bu sorunlu anlatının üzerine. Tiplemelere tayin edilmiş rollerin sıkıcılığı yetmezmiş gibi Erzurum kırsalında yaşanmasına ihtimal veremeyeceğimiz türden ağdalı konuşmalar, üstüne tuz biber oldu. Üstelik, Samet karakteri de çok yönden defo veriyor. Filmin çok derine girmekten kaçınan anlatımı da kafanızda soru işaretleri ile kalmanıza neden oluyor.
Sakın yanlış anlaşılmasın! Samet rolünde Deniz Celiloğlu harikulade bir iş çıkartıyor. Bir yandan tiplemenin o sıkışmışlığını aktarıyor, öteki taraftan tekinsiz yanının bize tesir etmesini sağlıyor. Aynı durum Nuray karakterine hayat veren Merve Dizdar için de geçerli. Her ne kadar filmin ilk yarısında çok görünmese de yavaş yavaş büyüyerek unutulmaz bir oyunculuk tecrübesi yaşatıyor. Sağda solda “süresi az ama” diye yapılan itirazlara itibar etmeyin derim. Vücut dili, mimikleri, sesi vs. her yönüyle çok iyiydi.
Son Söz: Nuri Bilge Ceylan bu filmi ile kendisine hesaplaşması gereken bir politik miras yüklüyor. İleride hesaplaşır mı hesaplaşmaz mı onu kendisi bilir. Belki muhalif olmamdan sebepli olarak bu eser beni rahatsız etse de sonuç olarak onun niteliğinden çok şey götürüyor diyemem.