[voiserPlayer]
Devlet eğitimi insanları birbirinin aynısı gibi yoğurmak için bir bahane sadece. Onların yoğurulacağı kap, hükümeti kontrol eden hakim gücün, kim olursa olsun, hanedan olabilir ya da aristokrasi veya çoğunluk, hoşuna gider nitelikte olacaktır. Etkin ve başarılı olduğu oranda da devlet eğitimi insan aklı üzerinde bir despotizm inşa edecektir. Bu ise doğal olarak beden üzerinde de bir despotizm inşasına yol verecektir.
John Stuart Mill, On Liberty (Özgürlük Üzerine)
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki veya klasik haliyle liberalizmin özgürlük anlayışı iki farklı alan üzerine inşa ediliydi. Ya da, bir formülasyonla ifade edersek, hem iktisadi liberalizmi hem de siyasi liberalizmi içeriyordu. Bu ideolojik alaşım, yüzyılın ikinci yarısında devletin altyapı, eğitim, sağlık, toplum refahı gibi alanlarda daha aktif roller üstlenmesi yönünde yükselen talepler karşısında kayıtsız kalamadı, çözülmeye başladı. Takip eden yarım yüzyılın liberalizmi devletin sosyal hizmetler üstlenmesi fikri ile tamamen barışıktı. Ancak bu yeterli gelmedi ve bir adım daha ileri gitti: En kutsal alanda, ekonominin idaresinde bile devletin aktif roller üstlenmesi fikrini kanıksadı. Yirminci yüzyılın ilk yarısının sonu itibariyle liberalizm iktisadi ayağını, siyasi ayağına kurban etmişti bile.
Bu evrime liberalizmin içinden tepki 1920’li yıllarda doğdu. Bu tepki rekabetçilik ve girişimcilik vurgusu yaptı. Dönemin yükselen sosyalist fikirlerini kati bir dille reddetti. Klasik liberalizm eleştirisi de yaptı, ancak ondan tam olarak da kopamadı. Zira bu tepki klasik liberalizm gibi 1920’lerin gerek siyasi gerekse iktisadi özgürlüklerin serpilmesinde ve korunmasında, devletin görevlerini hala negatif olarak tanımlıyordu. Devlete yönelik bu tutum 1929 Büyük Buhranı, Keynesyen İktisatın yükselişi ve İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde bile devletin iktisadi alana daha aktif müdahelelerinin ardından değişti. Neo-liberalizm böylece doğdu.
Tekrar etme pahasına… Klasik liberalizm, iktisadi liberalizm ve siyasi liberalizm arasında bir denge kurma arayışıydı, birini ötekine öncelemedi ve devleti de herhangi birinin ardına koşmadı. 1930’ların hakim liberalizmi iktisadi liberalizmden taviz vererek, siyasi liberalizmi önceledi ve devlet aygıtını onun ardına koştu. Neo-Liberalizm ise iktisadi liberalizmi önceleyecek ve devlet aygıtını onun ardına koşacaktı. Siyasi liberalizm her hal-ü karda ancak iktisadi liberalizmin bağrında serpilebilirdi ve korunabilirdi.
Neo-Liberalizm devletin görevlerinin alabildiğine genişlemesine karşı bir tepkiydi. Ancak kendisi de nihayetinde devlete pozitif görevler yüklüyordu. Diğer ideolojilerden farkı farklı bir idealin ardında olmasıydı: serbest piyasa ekonomisinin kusursuz işleyişini sağlamak. Bu net bir ideal gibi gözükse de, teoride öyleydi, pratikte değildi. Mesela, sendikaların varlığı serbest piyasa ekonomisinin kusursuz işleyişi için bir engel mi? Aynı şekilde, herhangi bir piyasada tekelin, hatta bir kaç büyük firmanın varlığı kabul edilebilir mi? Serbest piyasa ekonomisinin işleyişi sosyal sorunlar ve krizlere yol açıyor ise ve nihayetinde serbest piyasayı tehdit eder boyuta erişirse, bu sorunlarla ve krizlerle baş etme veya olumsuz etkilerini asgariye indirgemek de devletin görevi olmaz mı? Ayrıca serbest piyasanın kusursuz işleyişini sağlamak için temel hak ve özgürlüklerden feda edilebilir miydi?
Bu ve benzer sorular etrafında neo-liberalizm kendi içinde dört alt ideolojik ekole bölündü: Fransız, Alman, İngiliz ve Amerikan ekolleri. Fransız ekolü sendikalaşmanın ve sol siyasetin etkin olduğu bir ortamda gelişti ve kendi içinde iki uç gruba ayrıldı: bir tarafta nispeten sola yakın ve devlet planlamacılığına sıcak yaklaşan bir neo-liberalizm, diğer tarafta klasik liberalizmin devlete negatif görevlerin ötesinde alan açmayan bir neo-liberalizm. Alman ekolü sanayileşmede devletin etkin rol oynadığı ve toplumsal yaklaşımın güçlü olduğu bir ülkede gelişti. Bu ekol, Fransız ekolüne nispetle, iç bütünlüğünü ve birliğini daha başarılı olarak koruyabildi ve bunu sosyal piyasa ekonomisi nam kendine has bir neo-liberalizm geliştirerek başarabildi. Bu ekol kapitalizm, hatta demokrasinin, büyük sermayenin gelişimi, sendikalaşmaya, siyasi partiler gibi yönlerine karşı çok daha negatif bir tutum takındı. Bunları serbest piyasanın kusursuz işleyişinin önünde sorunlar olarak gördü ve bu sorunların çözümü için güçlü bir devlet aygıtını savundu.
İngiliz ekolü klasik liberalizmin kalesinde gelişti. Bu ekol, Fransız ve Alman ekollerine kıyasla, devlet müdahelesine ve planlamacılığına çok daha sistematik olarak karşı çıktı. Ayrıca, Friedrich A. Hayek’in süregiden etkisiyle de iktisadi liberalizme siyasi liberalizmin ön şartı olarak vurgu yapmaya devam etti. Amerikan ekolü ise büyük sermayenin daha etkin rol oynadığı ve sol siyasetin çok daha zayıf olduğu bir ülkede gelişti. Bu ekol iktisadi liberalizme daha tavizsiz bir yaklaşım sergiledi. Sendikalara daha net karşı çıktı. Öte yandan büyük sermayenin varlığını, serbest piyasanın kusursuz işleyişi için bir engel olarak da görmedi. Devletin görev alanlarını daha dar olarak tanımladı.
Öte yandan bahsi geçen farklar aşılmaz düşünsel duvarlar değildi ve birbiri ile rakip kamplar yaratmadı. Bilakis farklı ekoller birbiri ile etkileşim içerisinde, hatta işbirliği içinde evrildi. Hatta ekoller arası etkileşim salt düşünsel düzlemde de kalmadı. Neo-liberalizm uluslararası örgütsel bir nitelik de kazandı. Şöyle ki:
Neo-Liberalizm dünyanın gidişatından hayli endişeli ve bu gidişata aktif olarak karşı konulması gerektiğini düşünen isimlerin çabalarının ürünü olarak doğdu ve gelişti. Söz konusu isimler sadece bireysel bir aktif karşı koymanın yeterli geldiğine inanmadı. Aksine karşı oldukları devasa sorun karşısında işbirliği yapmaları, güçlerini birleştirmeleri gerektiğine inandılar. Bu çaba en başından beri gösterildi. Mesela, 1920’li yılların Viyana’sında Ludwig von Mises yükselen sosyalist iktisata ve devlet planlamacılığı fikrine karşı durmak için düzenli olarak özel seminerler düzenledi. 1938 yılında daha büyük bir girişim gerçekleşti. Paris’te neo-liberalizmin öncü isimleri kabul edilen, Ludwig von Mises, Friedrich A. von Hayek, William Röpke ve Alexander Rustow gibi isimlerin katılımıyla bir konferans toplandı. Konferans neo-liberalizmin ilk derli toplu savunması olarak kabul edilebilecek kitabın, An Inquiry into the Principles of the Good Society’ın yazarı, William Lippmann’ın adını taşıdı. Toplantıda liberalizmin karşı karşıya olduğu bütün sorunlar masaya yatırıldı ve neo-liberalizm adı bu konferansta kabul edildi. Konferans katılımcıları bir dergi yayınlamak, bir düşünce kuruluşu kurmak gibi somut kararlar aldıysa da İkinci Dünya Savaşı bu somut kararların hayata geçirilmesine engel oldu. Colloque William Lippmann savaş sonrası için bir hazırlık olarak kalabildi sadece.
Savaşın bitişinden yaklaşık iki yıl sonra, 1-10 Nisan 1947 tarihlerinde, aralarında Ludwig von Mises, Friedrich A. Von Hayek, Milton Friedman ve Karl Popper gibi isimlerin de olduğu, Avrupa ve Amerika’dan bir grup neo-liberal entellektüel İsviçre’de toplandı. Toplantı katılımcılarına göre, medeniyetin en temel değerleri ideolojik bir tehditle karşı karşıyaydı: Ahlaki standardlar reddediliyordu, önerilen büyüme teorileri hukukun üstünlüğünün gerekliliğini sorguluyordu, özel mülkiyete ve serbest piyasaya olan inanç zayıflıyordu.
Medeniyetin karşı karşıya olduğu tehdit ideolojik bir tehditti ve bu tehdite en etkin cevap karşı entelektüel argüman ve fikirler geliştirerek verilebilirdi. Karşı karşıya olunan krizin tabiatı analiz edilmeli, ahlaki ve iktisadi kaynakları ortaya çıkarılmalıydı. Devletin görevleri, totaliter düzenle liberal düzen arasındaki fark net bir şekilde ortaya konacak şekilde yeniden tanımlanmalıydı. Hukukun üstünlüğünü inşa etmenin yolları aranmalıydı. Piyasaların işleyişine engel olmayacak minimum standartlar belirlenmeliydi. Tarihin özgürlük fikrine karşı olarak kullanımı ile mücadele edilmeliydi. Barış ve özgürlüğü koruyacak, uluslararası ekonomik ilişkileri geliştirecek uluslararası bir düzen inşası sorunu masaya yatırılmalıydı.
Bu çalışmaları yürütmek ortak bir çaba gerektiriyordu ve bu çabayı göstermek üzere, toplantının gerçekleştiği köyün adının ardından, Mont Pelerin Derneği (Mont Pelerin Society) kuruldu. Derneğin başkanı Friedrich A. von Hayek oldu. Hayek derneğin başkanı olarak 1960 yılına kadar görevde kaldı.
Takip eden yarım yüzyıl boyunca ve sonrasında neo-liberalizm bir çok vakfa ve düşünce kuruluşuna ilham oldu. Ancak Mont Pelerin Derneği neo-liberalizmin en prestijli uluslararası örgütü olarak faaliyette kalmaya devam etti. İlk toplantıya sadece Amerikalılar ve Avrupalılar katıldı. Takip eden on yıllar boyunca diğer ülke ve kıtalardan da üyeler kazandı. Ancak dernekte Avrupa ve Amerikalıların ağırlığı devam etti. 1947 yılından (kitapın yayınlandığı) 2009 yılına kadar dernek başkanı olarak hizmet eden 24 ismin 15’i Avrupalı, 6’sı ise Amerikalıydı. Geri kalan üç başkanın birisi Japon ve diğer ikisi ise Latin Amerikalıydı.[1] 1947 yılından 2004 yılına kadar yapılan genel toplantıların 27’si Avrupa’da, dördü Amerika’da yapıldı. Kanada, Şile, Hong Kong ve Japonya’da ise sadece bir kez genel toplantı yapıldı. 1947 yılından 1986 yılına kadar yapılan toplantılara en çok katılan isim ise nispeten tanınmayan bir isim, Danimarkalı iktisatçı Christian Gandil. Gandil bahsi geçen dönem yapılan 24 toplantının tamamına katıldı. Hayek ise 23’üne. Toplantıya en düzenli katılan kadın ise Fransız yayıncı Marie-Therese Genin oldu. Ancak Genin, diğer kadın konferans katılımcıları ile aynı kaderi paylaşarak, katıldığı toplantıların hiçbirinde panel başkanlığı veya sunum yapmadı.
Bu uluslararası örgütlülük ve aktif işbirliği neo-liberalizmin, iç bölünmelerine rağmen, tek bir ideolojik hareket olarak kalmasına yardımcı oldu ve nihai başarısına yadsınamaz bir katkı yaptı.
* * *
Neo-liberalizm 1920’lerin dünyasında marjinal bir ideoloji olarak doğdu. Mont Pelerin Derneği kurulduğunda şartlar daha iyi değildi. Öyle ki ilk toplantıya katılan Karl Popper, “hal-i hazır umutlarımızı tamamen yitirdiğimiz bir hal” diyecekti. Çok değil çeyrek yüzyıl sonunda şartlar tamamen farklıydı. Neo-liberalizm Şile’den başlayarak bütün dünyayı etkisi altına aldı ve her kıtada hükümetlerin ekonomi politikalarına etki etti. Halen daha neo-liberalizmin şekillendirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Muhtemelen bir müddet daha yaşayacağız.
Neo-Liberalizmin kaderinin bu çarpıcı değişimini hiç kuşkusuz 1970’li yıllarda başta Amerika ve Avrupa olmak üzere, bütün dünyayı sarsan ekonomik kriz mümkün kıldı. Ancak, Philip Mirowski ve Dieter Plehwe’nin derlediği The Road from Mont Pelerin’in nazarımıza verdiği başka bir yön daha var.
Neo-liberalizm akademik-entellektüel fildişi kulelerine kapanmış, soyut ve felsefi sorunlardan muzdarip ve bu sorunlara salt düşünsel düzlemde çözümler arayan isimlerin çabaları olarak doğmadı ve gelişmedi. Bilakis hayatın içinde, son derece somut sorunlara çözüm arayışı olarak doğdu ve gelişti. İçeriğine siyaset felsefecilerinden daha çok iktisatçılar katkı yaptı. Akademinin dışından, gazeteciler, sanayiciler, politikacılar, hatta mesela Fransa’da sendikacılar da bu ideolojinin içeriğine katkı yaptı. Daha da önemlisi neo-liberalizmin içeriğine katkı yapanlar, bunu salt akademik-entellektüel bir merakla yapmadı. Kafalarında zaten ideal bir devlet ve toplum tahayyülü vardı. Amaçları somuttu: kafalarındaki ideale göre devleti ve toplumu şekillendirmek.
Ve bu nedenle siyasete, siyasi karar mekanizmalarına etki etmek için de aktif çaba gösterdiler. Öyle ki bu ideali gerçekleştirmek için, en azından bazıları, askeri diktatörlükler ile işbirliği yapmaktan da geri durmadı. Mont Pelerin Derneği’nin 1970-1972 yılları arasında başkanlığını yapan Milton Friedman, Şile’nin askeri diktatörü Augusto Pinochet ile görüşmekte ve aynı resim karesinde bulunmakta beis görmedi. Onun öğrencileri ise Pinochet rejiminde üst düzey bürokratik görevler üstlenmişti.
The Road from Mont Pelerin’in talihsizliği derleme bir çalışma olması. Tek veya çift yazarlı bir çalışma kitabının içerdiği zengin materyali daha derli toplu bir anlatı içinde ele alabilirdi. Aynı ana tema etrafındaki farklı bölümler arasında bile sistematik bir konu uyumu sağlanamamış. Bu haliyle de kitap fazlasıyla dağınık bir bilgi yığını olmaktan öteye geçemiyor. Derleyenler tarafından yazılan Giriş bölümünün de bu konuda okuyucuya bir yardımı olmuyor. Toparlayıcı bir bölüm olmaktan daha çok, kendi başına farklı bir bölüm olarak da kitapta yerini alabilirdi. Ancak kitabın tamamen bir israf olduğunu söylemek de fazla acımasız olur. Her seviyede okuyucunun yeni öğreneceği bilgiler mutlaka olacaktır. En asgari seviyede ise, kitabın bölümleri ele aldıkları farklı konularda daha derinlemesine okuma yapmak isteyenler için faydalı giriş yazıları olarak işe yarayacaktır.
Kitap: Philip Mirowski ve Dieter Plehwe, der., The Road from Mont Pelerin: The Making of the Neoliberal Thought Collective, Harvard University Press, 2009.
[1] Derneğin websitesine göre 14 isim Avrupalı, 1 isim ise Avustralyalıdır.
Fotoğraf: Pixabay