1944 ve 1947 yıllarında, yani savaş sonrası dönemde kaleme alınan, 1951’de de yayımlanan Minima Moralia, Frankfurt Okulu’nun simge düşünürlerinden Theodor W. Adorno’nun mültecilik tecrübesinin ışığında modern kapitalist toplumları derinlemesine ele alan, kapsamı fragmandan denemeye farklılık gösteren, her biri ironik ve alaycı başlığa sahip 153 bölümden oluşuyor. Kitabın bu parçalı yapısı Hegelci bütünlük hırsına, kurgusal sistemlere yönelik, onların yırtıcı ve hayatları sakatlayan gülünçlüğünü ifşa eden niteliğine gönderme yapıyor.
Karşıt kutupları iç uyuma mecbur şekilde hikâye eden bütünlük kurgularından, terliğin tasarımının eğilmeye yönelik nefreti işaret etmesine; yazarın metninde kurduğu eve rağmen yazılarında dahi nefes alamaz kılınmasından, Schiller’ın dil tavrına; cinsellikten zarif kişiliklere; sosyalizmin “onurlu davranış biçimi” olan dayanışmanın faşizmden kaptığı hastalığa kadar Minima Moralia, Adorno’nun edebi ve kuramsal kudretinin somutlaştığı şaheseridir.
Aynı şekilde teknolojinin insanları daimi bir dakikliğe itmesine, düşünceden uzaklaştırmasına, herkesi ve her ânı iş olarak görmenin yol açtığı nezaketsizliğe de vurgu yapılan eser; hem geçtiğimiz yüzyılın hem de çağımızın insanlarını, edebi ve kuramsal derinliğinde bir tür yüzleşmeye çağırıyor. Bu yüzleşmenin odak noktasında ise kendisini hâlâ özne olarak görüp duyan modern insanın, esasında nesnel anlamda özerkliğini, yani birey olma koşullarını yitirmesi yer alıyor:
“Özne hâlâ kendi özerkliğinden emindir, ama toplama kamplarının özneye açıkça gösterdiği hiçleşme şimdi öznellik biçiminin kendisini de etkisi altına almaya başlamıştır.”[1]
Kendini evinde hissedememenin gölgesi altında modern kapitalist toplumun her boyutunu gözleme tabi tutan bu yapıt, kabul edilebilir olanın ötesinde kalmaya çalışan ve salt bu çabası nedeniyle “sakatlanan” bir yaşamın tanıklığı olarak da ele alınabilir. İltica etmek zorunda kaldığı ABD’nin tüketim odaklı kapitalizminin toplama kampı felâketini dahi maskeleyen işleyişini, ruhlara ve zihinlere hükmedişini fragmanlarıyla ince ince dokuyarak ortaya koyan Adorno, bu başyapıtını tüketim alanına dönüşen yaşamın karmaşasında unutulmuş, kendisinin deyimiyle “düşünsel ihmale, veciz keyfiliklere ve sonunda unutuluşa terk edilmiş” bir doğru yaşam öğretisi ile ilişkilendiriyor. Bu öğretiyi oluşturan saptamalar ve gözlemler toplumun, bireyin deneyiminden çok şey öğrenebileceği fikri temelinde yükseliyor. Bu fikrin arka planı ise bireyi, kendi yazgısının bir uzantısı, tümüyle kendisinin bir ürünü kılarak tasfiye eden kapitalist toplumsal ve tarihsel işleyişin insan türünü “ikame edilebilir” bir varlık kılmasına dayanmaktadır:
“Herkesin, bütün işlevleriyle her insanın yerine, toplumun hazır bekleyen bir yedeği de vardır ve zaten bu yedek de kendi işini ve yerini işgal etmiş biri olarak, bir ölü adayı olarak görüyordur onu”.[2]
Minima Moralia’yı okumaya kalkıştığınızda, bir noktadan sonra ona tahammül etmek istemeyebilirsiniz. Nitekim satırlar, onlara takılı kalmadığınız sürece akarken dayanılmaz bir kederin ruhunuza sindiğini, zihninize kasvet dumanlarının yayıldığını hissedebilirsiniz. Bunaltıcı ve yer yer bıkkınlık veren çıkışsızlık duyumunun, yanı başınızdaki bir koltuk ya da akıllı telefon kadar somutlaştığını görebilirsiniz. Fakat bunun sebebi büyük olasılıkla Adorno’nun fragmanlarda betimlediği ve bizi yüzleştirdiği kapitalist sistemin iliklerimize kadar işlemesi, psikolojimizi dahi belirlemesi ile ilgilidir. Adorno, gündelik deneyimlerden en üstün zevklere değin örneklendirdiği saptamalarında, bu belirlenmişliğin akıldışılığını gün yüzüne çıkarır:
“Sistemin akıldışılığı, bireyin ekonomik yazgısı kadar asalak psikolojisinde de ifadesini buluyor.”[3]
Tabii, eleştirel saptamalardan oluşan bu yüzleşme sürecini topyekûn bir keder şiiri ya da yaşadığımız dünyayı kınamakla yetinen, oturduğu yerden akıl veren yenik ve yerinden edilmiş bir mülteci aydının öfkeli feryadı olarak değerlendirmemek gerekir. Benzer biçimde, yitirdiği dünyanın acısını avutmak için nostaljiye sığınmış bir yaşamın öyküsü olarak görmemek de elzemdir. Sahte bir guru rolünü de ona atfetmemek gerekir çünkü Adorno’nun farklı bağlamlarda da dile getirdiği gibi modern kapitalist toplumda doğru yaşamın güvencesi yoktur. Bu güvencenin yokluğunda sistemin ürünü olmakla yetinmek ve bu yetinmenin gereği olan düşünmeye yönelik hınç makul bir maske edinse de durum budur. Adorno güvence yokluğunda kozmetik çözümler önermez. Tam aksine Minima Moralia; bireyselleşmeyi yutan ve kendini tüketim malzemesi kılan sahte aşkınlık ve çağrılara, hayatlarımızdaki insanları değiştirilebilir bir malzeme olarak görmemizi olağanlaştıran zamanın ruhuna, genelleşmiş yıkım ve acıların, yokluk ve yoksullukların ortasında bir mutluluk adacığı yaratılabileceğine, insanları suiistimal eden teselli edici uzlaşmalara bir karşı çıkış olarak ele alınmalıdır:
“Makul insanların başkalarının davranışlarını makul bulmamakta birleştiği her durumda, çözülmeksizin ertelenmiş bir sorunun, acılı bir yara izinin bulunduğundan emin olabiliriz”.[4]
Adorno, çözülmeksizin duran bu yara izlerinin hem toplumsal hem de bireysel düzeyde modern kapitalist toplumun işleyişinin asli unsuru olduğuna dikkat çekiyor. Dünyanın kapıldığı bu işleyişin bir sistemden ziyade “sistematikleştirilmiş dehşet” olduğunu belirten Adorno, genel ile tikel arasındaki uzlaşmazlığın, çözülmeksizin daima ertelenen sorunların asıl uzlaştırıcı öğe olarak tayin edildiğinin altını çiziyor. Sistematik dehşetin en önemli unsuru ise “makul” olanın ardında yatan kurgusallık ve onun göz ardı ettiği ertelenmiş sorunlara yönelik kayıtsızlıktır. Adorno bu kayıtsızlığı, çürümeye bırakmamızdansa onun ardındaki dehşetle yüzleşmemizi sağlayacak düşünsel bir havalandırmayı gündeme getiriyor. Çağrısı ise şişedeki mesaj misali, sistemin dehşetiyle özdeşleşmeye direnen bir bakışadır.
Öte yandan Minima Moralia, Adorno’nun kuramsal izleğinden bir demeti de eleştirel yörüngesine dâhil ediyor. Önümüze sürülen her haber ya da açıklamanın, her görüntü ya da düşüncenin kültür endüstrisi tarafından biçimlendirilmiş şekilde geldiğine, Aydınlanma’nın paketlenmiş sürümlerinin irrasyonaliteyi rasyonel kılan totaliter niteliğine değinirken felsefesinin temel nosyonlarından özdeş-olmama (non-identity) kitabın hem biçimsel hem de içerik anlamında karakterini betimliyor.
Modern kapitalist toplumun kurgusal bütün iddiasına boyun eğmeyen, onun tarafından içerilemeyen; anlamında özdeş-olmama, değiştirilebilir olmama, uyum göstermeme potansiyelidir. Minima Moralia’nın son bölümünde betimlendiği üzere özdeş-olmama, kendisi dışında her şeyin kurgusal bir tekrar ya da teknik bir konu kaldığı kurtuluşun ışığını umut edebilmektir. Adorno’nun toplumsal olarak üretilip pekiştirildiğini söylediği aptallığın ne bir parçası olmak ne de onu küçümsemektir. Keza şeyin ve herkesin değiştirilebilir olduğu bir dünyada cılızlaşmış, ölmek üzere olan duyguların nesnel imajlara dönüşüp düşünmeyi dışlaması da aptallığın gücünün göstergesidir:
“Gerileyici ilerleme karşısında akıllılık da aptallığa dönüşür”.[5]
Son kertede Adorno’nun kategorize edilmesi güç başyapıtı Minima Moralia, her zerremize işlemiş, bizleri mahir şekilde kendi ürünü kılabilen tüketim odaklı toplumsal ve politik işleyiş karşısında imkânsız bir görevi gündeme getiriyor:
“Şudur neredeyse imkânsız görev: Başkalarının iktidarının da kendi iktidarsızlığımızın da bizi aptallaştırmasına izin vermemek”.[6]
Yirminci yüzyıl versiyonundan daha incelikli ve an be an işleyen dijital kapitalizmin bağrında Minima Moralia, mazoşist hıncın karamsar bir konçertosu olmaktan çok öte düşünsel bir sorumluluğun gerekliliğini ve ağırlığını, Adorno’nun felsefesinin yoğunlaştırılmış bir özetiyle birlikte satır satır ortaya koyan, bizi önemsizliğimizle yüzleşmeye çağıran bir başyapıt olma niteliğini korumaktadır.
[1] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev. O. Koçak, A. Doğukan, İstanbul: Metis Yayınları, 2014, s. 16.
[2] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, s. 242.
[3] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, s. 26.
[4] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, s. 96.
[5] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, s. 148.
[6] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, s. 96.