[voiserPlayer]
Dedesi Abdülaziz… Son Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad (ö.1307)’ın yeğeni ve veziri… Babası İsrail… Osmanlı beyi Orhan’ın oğlu Süleyman’la birlikte Rumeli’yi fethe girişen ilk yedi gaziden bir tanesi. Fethedilen kentlerden birisi de Simavna. İsrail, bu kentin en büyük kilisesini kendine hane olarak seçti ve yeni ihtida eden Hristiyan bir ailenin kızı ile evlendi. Bu evlilikten Bedrettin doğdu. On dördüncü yüzyılın ortaları…
Hem dede hem baba… İkisi de hem dini ilimlerde hem tasavvufta yetkin. Tabir diğer çift kanatlı… Nitekim İsrail, Simavna kadısı olarak tarihe geçti [Bence de galat-ı meşhur olsa gerek. غازي ve قاضي Türk kulağa benzer gelen kelimeler. Bakınız. Orhan Şaik Gökyay, “Şeyh Bedreddin’in Babası Kadı mı?”, Tarih ve Toplum, sayı 2, 1984. BB]. Bedrettin de Simavna kadısı oğlu olarak… Bedrettin ilk dini eğitimini babasından aldı. Daha sonra ilim yolculuğuna çıktı. İlk önce Edirne’ye gitti, sonra Bursa’ya, oradan Konya’ya, en nihayetinde Kahire’ye. Emekleri karşılıksız kalmadı. Kahire’de iken namlı bir fıkıh alimi oldu. Öyle ki dönemin Mısır memlükü Barkuk’un daveti üzerine saraya girdi ve onun oğlu Ferec’in özel hocası oldu.
Saray hayatı Bedrettin için dönüm noktası oldu. Sarayda Hüseyin Ahlati ve müstakbel zevcesi (Menakıbname yazarı torunu Hafız Halil’in babaannesi) ile tanıştı. Ahlati’nin irşadı ile tasavvufa yöneldi, derviş kıyafetleri giydi, mallarını dağıttı, kitaplarını Nil nehrine attı. Ve Ahlati’nin gözetimi altında katı bir riyazet dönemine girdi. Az yemek, sık oruç, yoğun ibadet ve çok zikirle… bedenen ve manen zorlu bir çile dönemi geçirdi. Bir süre, yine mürşidinin tavsiyesi üzerine, Tebriz’e seyahat etti. Sonra tekrar Kahire’ye döndü ve Ahlati’nin tasavvufta halifesi oldu. Artık sadece bir derviş değildi, başkalarını da tasavvuf yolunda terbiye edebilecek bir tasavvuf şeyhiydi.
Şeyh, 1358-59’lu yıllarda doğduğunu kabul edersek, 40’lı yaşlarının ortalarında Mısır’dan ayrıldı ve 20’li yaşlarında terkettiği Osmanlı topraklarına geri döndü. Mısır’da olduğu çeyrek asır boyunca Anadolu’da çok şey olmuştu. Osmanlılar topraklarını Anadolu’ya doğru yaymış ve Selçuklular sonrası Batı, Orta ve Güney Anadolu’da kurulan neredeyse bütün Türk beyliklerini topraklarına katmıştı. Ancak Doğu’dan gelen yeni bir güç Timur, on beşinci yüzyıl başlarında Osmanlıların yayılışını durdurmakla kalmamış, Türkmen beyliklere bağımsızlıklarını geri vermiş ve Osmanlıları yaklaşık 10 yıl sürecek fetret devrine sokmuştu.
Bedrettin doğduğu topraklara Osmanlıların fetret devrinde döndü. Kahire-Halep yolundan Anadolu’ya girdi. Konya’ya uğradı. Germiyan topraklarını katedip, Aydınoğulları topraklarını ziyaret etti. Aydın’da kaldı. Bölgenin beyi İzmiroğlu Cüneyt’in daveti üzerine İzmir’i ziyaret etti. Oradan da Sakız adasını… Kütahya üzerinden Bursa’ya geçti. Ardından Gelibolu’ya ve Edirne’ye… Yaklaşık 2 yıl süren bu seyahat boyunca Bedrettin kendisine müridler kazandı, özellikle Aydınoğulları Beyliğinde. Edirne’ye döndükten kısa bir süre sonra Bursa ve Aydın’ı bir kez daha ziyaret etti. Tekrar Edirne’ye döndü ve inzivaya çekildi (1407-1411).
Bu arada Yıldırım Beyazıt’ın oğulları arasındaki taht kavgası hız kesmeden devam ededurdu. Bedrettin açısından dönüm noktası Musa Çelebi’nin Süleyman Çelebi’yi mağlup ederek Edirne’yi ele geçirmesi oldu. Bedrettin, Musa Çelebi’nin teklifini üzerine kazasker (kadı-asker) oldu. Bu konumun verdiği imkanlarla Rumeli boyunca görüşlerini yaydı ve yeni müridler edindi. Ancak bu dönem sadece iki yıl sürdü ve Mehmet Çelebi’nin Musa Çelebi’yi yenmesi ile sonra erdi (1413). Böylelikle Osmanlıların fetret devri de sona erdi.
Musa Çelebi’nin adamı olarak görünen Şeyh Bedrettin İznik’e sürüldü. Şeyh bu kentte Teshil’ini kaleme aldı. Kitabının bitiş cümleleri o kentteki ruh halini yansıtır: “Bu kitabı tamamladığım şu sırada [1415 yılının Eylülü] doğduğum kentten uzaktayım; üzüntü ve felaket içindeyim. Yüreğimde yanan ateş günden güne büyüyor. Ey gizli iyiliklerin Efendisi bizi korktuklarımızdan koru.”
Bu satırlar yazıldığı sıralarda Mehmet Çelebi İzmir’i tekrar Osmanlı topraklarına katmış ve Aydınoğulları beyi Cüneyt’i Bulgaristan’daki Niğbolu’ya sürmüştü. Bu katış ve sürüşün hemen ardından Bedrettin’in en namlı iki müridi Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal hemen hemen eş zamanlı olarak Aydın ve Manisa’da isyan başlattı. İsyanlar büyük bir zorlukla bastırıldı. Bu arada Bedrettin İznik’ten gizlice ayrıldı. Osmanlıların azılı rakibi Çandarlıların yardımı ile Sinop’tan bir gemi ile müridlerinin bulunduğu Bulgaristan’ın Karadeniz sahillerindeki Deliorman’a gitti. Buradan Osmanlı’nın başkenti Edirne’ye doğru, Osmanlı resmi tarihçilerin isyan olarak niteleyeceği, yürüyüşünü başlattı. Yürüyüşüne o civardaki müridleri de eşlik etti. Geçtiği şehirlerdeki halkın sevgi gösterilerine muhatap oldu (1416 Sonbaharı).
Bu yürüyüş ile eş zamanlı olarak yeni bir isyan patlak verdi. Osmanlı tahtında hak iddia eden Düzmece Mustafa’nın Bulgaristan’da Osmanlılara karşı başlattığı isyan(Ekim 1416)… Şeyh Bedrettin ile kişisel bir hukuku da olan, hatta müridi olduğu sanılan, eski Aydınoğulları beyi İzmiroğlu Cüneyt de Düzmece’ye katıldı. Ancak isyan Osmanlı sultanı Mehmet Çelebi’nin emrindeki bir ordu tarafından bastıldı. Düzmece Mustafa ve İzmiroğlu Cüneyt Selanik’e sığındı (Ekim-Kasım 1416).
Selanik’i kuşatmak için Serez kentinde karargah kuran Mehmet Çelebi, Bedrettin’in yürüyüşünü/isyanını haber aldı, Selanik kuşatmasını kaldırdı ve Şeyh’e yöneldi. Mehmet’i ele geçirmek için gizli bir askeri bir birlik yolladı. Şeyh tutuklamaya karşı koymadı, hatta torunu Hafız Halil tarafından kaleme alınan Menakıbname’ye göre kendi rızasıyla teslim oldu.
Serez’e getirildi. Burada yapılan bir mahkeme tarafından suçlu bulundu: “kanı helal, malı haram.” Bedrettin, 18 Aralık 1416 günü Serez çarşısında idam edildi. Cesedi bir gün bir gece boyunca sergilendi ve ardından müridlerince Serez’de gömüldü [Kemikleri 1924 yılında İstanbul’a getirildi ve 1961 yılında Cemberlitaş’taki II. Mahmud türbesine gömüldü. Mezarı halen aynı türbenin bahçesindedir. Bakınız Murat Kutlu, “Şeyh Bedreddin’in mezarı nerede?”, Tarihistan.Org. 15 Ağustos 2012. BB].
Şeyh Bedrettin, ilhamını Muhyiddin ibni Arabi, Mevlana Celaleddin Rumi ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi mutasavvıflardan alan evrenselci bir din bakışının temsilcisiydi. Bu dini bakış farklı dinlerin en nihayetinde aynı gayenin (Tanrı aşkı, Tanrı bilgisi, Tanrı rızası) ardında olduğunu, dolayısıyla da aralarında var olan ritüel, hatta inanç farklarınının, aynı gayeye ulaştıran farklı yollar olduğunu vaaz eden bir dini bakıştı. İbni Arabi’nin kelimelere döktüğü gibi: “… kalbim bütün biçimlere açık: O artık ceylanlar için bir çayır, keşişler için bir manastır, putlar için bir mabet, hacı için bir Kabe, Tevrat levhaları ve Kur’an kitabıdır.” Veya Mevlana’nın diliyle, “Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir neyiz.”
Öyle ki bu bakış Hristiyanlığın teslis veya İsa’nın tanrısallığı inancı gibi İslam’ın kutsal kitabının daha ilk sayfasında reddettiği inançlarda dahi kendi içinde bir tutarlılık veya dini bir hakikat arayabilirdi ve kayıtsız şartsız reddetmezdi. Bu haliyle de özellikle Müslümanların yoğun bir gayri-Müslim nüfusla birlikte yaşamak zorunda kaldığı Anadolu ve Rumeli gibi sınır bölgelerinde veya yeni fethedilen yerlerde özellikle etkindi. Hatta bu bakış açısının sahibi dervişler ise İslam’ın öncü kollarıydı. Toprakların fethinden önce ve sonra yerel halkın kalplerinin ve kafalarının fethi ile ilgilenen din akıncıları.
Bu haliyle de mezkur dini bakış belirli bir inançlar listesini tek hak, gerisini batıl ilan eden, belirli bir ritüeller paketini ise o tek hak ardında biricik yol olarak tanıyan, kendini İslam’ın sırat-ı müstakimi veya ortodoksluğu olarak vaaz eden/edecek bakış açısı ile taban tabana karşıttı.
İlk önce Selçukluların Anadolu’yu, ardından Osmanlıların Rumeli’yi fetihleri ve fetihlerin ardından siyasi hakimiyetin tesisi ve kalıcılık… Her aşamasında bahsi geçen evrensel dini bakış ve onun temsilcilerinin kritik roller ifa ettiği bir süreç. Şeyh Bedrettin dört yüzyıl süren bir sürecin artık son demlerinin şahidi. Zira Osmanlılar kendilerini küçük bir uç beyliğinden büyük ve güçlü bir uç devletine, hatta, imparatorluğa taşıyan askeri ve dini güçlerle yollarını ayırma hazırlıklığında. Bunun işaretleri ortada. Tasavvuf yerini fıkıha bırakmakta. Kalp, akla… Şeyhler, ulemaya… Dervişler, softalara… Sipahiler, yeniçerilere… İşte Şeyh Bedrettin’in isyanı…
* * *
Michel Balivat’ın Şeyh Bedrettin’i Osmanlı/Türk tarihinin en tartışmalı simalarından birisinin hayatını mercek altına alıyor ve dönemin siyasi ve dini çalkantıları arkaplanında detaylı bir hikayesini anlatıyor. Çalışmanın eksik olduğu en kritik alan ise: Şeyh Bedrettin’in dini davası. Bedrettin, ibni Arabi-Mevlana-Hacı Bektaş silsilesine yerleştirilirken, bu bize bir veri olarak, inanmamız istenilen bir vaka olarak sunuluyor. Bedrettin’in söz konusu silsiledeki yeri tam olarak ne? Basit bir taklitçi mi? Yoksa orijinal katkıları var mı? Bu sorular cevapsız. Şeyh’in eserleri kritik bir incelemeye tabi tutulsaydı belki bu sorulara bir nebze de olsa cevap verilebilirdi.
Bir de Şeyh Bedrettin isyanının sınıfsal boyutu… Balivat, özellikle Börklüce Mustafa’nın başlattığı isyana topraksız köylülerin de katıldığını vurgular. Ancak buna rağmen isyanın sınıfsal boyutunu reddeder. Hatta isim vererek Nazım Hikmet’i anar. Balivat’a göre Şeyh Bedrettin isyanı Osmanlıların gücü ellerinde merkezileştirmesinden ve ortodokslaşmasından rahatsızların isyanıdır. Bu elbette yadsınamaz. Ancak hem Müslüman hem Hristiyan topraksız köylülerin bu tür bir isyana neden katıldıkları sorusu Balivat’ın yaklaşımında, cevapsız kalmıştır.
* * *
Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musa’yı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla abdest alarak
Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkar idi.
Çelebi hünkar idi amma
Al Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgar idi.
İlk önce Musa Çelebi’nin, ardından Şeyh Bedrettin’in katli… Kendimizi bulduğumuz bu topraklarda nasıl bir kısırlık çığlığı, nasıl bir ölüm türküsü rüzgarı estirdi? Bu topraklar bu iki ve diğer siyasi-dini, katllerle neler kazandı? Neler kaybetti? Hangi tarihi yollar kapandı? O kapananlar yerine, hangi tarihi patikalar açıldı? Kaybedilen sadece evrenselci bir din anlayışı mı? Yoksa başka fırsatlara kapı açacak ekonomi-politik alt yapı da mı?
Şeyh Bedrettin’in hikayesi nereden bakılırsa bakılsın Osmanlı/Türk tarihinde kritik bir dönemeçtir. Hem Türk İslamının hem de siyasi üst yapının evriminde… Hatta, belki de Anadolu ve Rumeli’de takip eden yüzyıllar hakim olacak toprak mülkiyetinin yapısının gelişiminde…
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü,
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.
Michel Balivat, Şeyh Bedrettin: Tasavvuf ve İsyan, çev: Ela Güntekin, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.
Fotoğraf: Abdullah Öğük