[voiserPlayer]
Modern Devlet… sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlar topluluğunu yönetme işi ile meşgul son derece kompleks kurumlar topluluğu. Hatta, vurgulamak gerekirse, salt o işle meşgul kurumlar topluluğu. Hem hukuki hem de fiili olarak o işi yürütmek için gereken insani, mali ve kurumsal kaynakların da sahibi. Modern devletin tarihini onuncu yüzyıldan itibaren sürersek… O yüzyılda karşımıza en olgun hali ile feodal devlet çıkar.
Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışı, kavimler göçü ve onun harekete geçirdiği nüfus yer değişimleri ve Akdeniz’den uzaklaşan ticaret ve iletişim kanalları… Bu gelişmelerin neticesi ise Karanlık Çağlar. Tükenen ticaret, zayıflayan şehirler, yaygınlaşan geçimlik tarım, kötüleşen yaşam koşulları ve seyrekleşen nüfus dağılımı… Bu karmaşadan en ciddi çıkış girişimi, -Fransa-merkezli Frank İmparatorluğu,- inşa ettiği yönetim sistemi ile feodal devletin yolunu döşedi. İlk olarak sürdürdüğü bir Alman kabile geleneği ile. ‘Gefolgschaft’ adı verilen ve bir kabile şefi ile onun savaşçı adamları arasındaki karşılıklı sadakata dayanan son derece kişisel-nitelikli ilişkiyi tarif eden gelenekle. İkinci olarak bir Roma uygulaması ile: Beneficium veya feudum (fief). Türk tarihindeki en yakın uygulamanın adı ile Tımar. Beneficum veya feudum bir kamu yetkilisine, kendisinin ve görevlerini yürütmek için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılamak üzere, arazinin üzerinde yaşayan nüfusla birlikte verilen arazi.
Gefolgschaft ve feudum’un birlikte işleyişinin neticesi ise siyasi gücün ve iktidarın bölündükçe bölünmesi veya feodal dağınıklık. Zira gefolgschaft siyasi sisteme içkin askeri-siyasi elit arasındaki hiyerarşik ilişkiyi psikolojik olarak, feudum ise ekonomi-politik olarak yumuşattı ve daha-eşitler arası bir ilişki ile değiştirirdi. Üstelik feudum sadece bir kez uygulanmadı. Araziler bölündükçe bölündü. Kral kendi savaşçı adamlarına… Onlar kendi savaşçı adamlarına… Onlar da kendi savaşçı adamlarına…
Aslında sistemin teoride sorunu yok gibiydi. Hatta takas ekonomisinin hakim olduğu bir dönemde ideal olandı da. Arazi bir savaşçının gördüğü bir hizmetin karşılığı olarak yapılan bir ödeme değildi sadece. Gelecekte teorik olarak sınırsız takdir yetkisiyle ifa edeceği hizmetler içindi de. Kendine verilen arazi ve üzerindeki nüfusun güvenliğini sağlamak, adaleti tesis etmek gibi. Ayrıca kendi gibi savaşçılar yetiştirmek ve bir üstü tarafından savaşmak veya istişare için davet edildiğinde gitmek. Ancak iletişim ve ulaşımın zor olduğu o dönemde merkezin teftiş imkanı kısıtlıydı. Daha da önemlisi cezalandırma imkanı da. Zira, bütün siyasi-askeri elit geniş bir toprak üzerinde yayılmıştı ve hepsi dönemin en ileri savaş teknolojisine sahipti. Nitekim, askeri-savaşçı elit zamanla kendilerine belirli hizmetleri yürütmek için verilen arazileri mirasla devredilebilir mülke dönüştürdü ve artık sembolik figürler haline gelen krallar bu süreci engelleyemedi.
Bu kurgu ile feodal devlette siyasi gücün askeri hiyerarşinin tabanına yayılarak dağılması kaçınılmazdı. Hele ki birden fazla lordun hizmetine girmek imkanı da olunca netice tam bir siyasi karmaşa oldu. Bu karmaşayı İngiltere’deki Gloucester bölgesinin Robert isimli kontunun 1133 yılında dönemin kralı I. Henry’nin talebi üzerine verdiği ifadede en çarpıcı haliyle görmek mümkün:
“Ben [Normandy, Bayeux’deki] leydim Kutsal Meryem [kilisesinin]’in baronlarından bir tanesiyim ve onun sancağının taşıyıcılığı hakkını miras aldım ve on şövalyelik Evreux tımarı [fief] benim. Fransa kralı için bir şövalye hizmeti borçluyum. Normandy lordu için aynı tımardan sınırlarda kırk günlüğüne iki şövalye hizmeti borçluyum. Ayrıca, sekiz şövalyelik Roger Suhart tımarı için, ve Bayeux piskoposundan aldığım yedi şövalyelik Malfiliatre tımarı için, Fransa kralı için bir buçuk şövalye hizmeti ve Normandy’nin sınırları için kırk günlüğüne üç şövalye hizmeti borçluyum. Ve dük çağırdığında, ona piskopostan aldığım tımarların bütün şövalyelerini borçluyum.”
On ikinci yüzyılın sonlarından itibaren feodal devletin yerini, Alman hukuk-tarihçilerinin adını standestaat olarak verdikleri zümreler devleti aldı.
Kral karşısında belirli haklara sahip ve gerekirse o hakları savaşarak savunan azınlık dahi olsa bir zümrenin varlığı, feodal dönemin mirası. Bahsedildiği gibi kral ve savaşçıları arasındaki ilişki başlangıçta son derece kişisel bir ilişkiydi. Ancak mürur-u zamanla bu ilişki kral ve soylular zümresi arasında daha kurumsal nitelikte bir ilişki türüne evrildi. Bu evrimi iteleyen ise on birinci yüzyıldan başlayarak ticaret ve zanaatların merkezi olarak şehirlerin yükselişi ve bu sınıfların ayrı bir zümre olarak ortaya çıkışıydı. Soylular zümreleşirken aslında şehirleri örnek aldı. Soylulara ve kentlere eş zamanlı olarak din adamları sınıfı da ayrı bir zümre haline dönüşerek bu dönüşüme eşlik etti.
Zümre olmak, haklar ve görevler, imtiyazlar ve sorumluluklarla bezenmiş olmak demek, kendi iç işlerinde özerk, haklarını kendi imkanları ile koruma gücüne sahip, organize bir grup olabilmek demek. Standestaat’ın zümreleri bunların da ötesine geçmek, daha da özelde krala ülkenin yönetiminde paydaş olmak demek, sadece belirli bir statü veya menfaat grubunun temsilcisi olarak değil, aynı kral gibi ülkenin tamamının temsilcisi olarak hareket etmek demek.
Standestaat’da kral feodal dönemin kralından daha farklı elbette. Artık eşitler arasında birinci konumda değil. Kamu otoritesinin en üst makamında, soylu askeri sınıftan farklı bir düzlemde. İmparator veya papalık gibi evrensellik iddiası yok. Sadece sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde yönetim ve temsil iddiası var. Ancak bu paylaşılan bir yönetim ve temsil. Zümrelerle paylaşılan. Kralın krallığı aslında dar bir alanda söz konusu. Kendi şahsi arazinin elbette tipik feodal lordu olarak bütün kamusal görevleri üstlenmiş. Ötesinde ise zümreler arasındaki sorunları çözmek, dış tehditlere karşı savunma veya saldırı. Gayrısı yok. Üstlendiği kamusal görevleri için ihtiyaç duyacağı kaynakları da zümrelerden temin etmek durumunda. Bunun için de zümrelerle, son derece formal ve protokolleri olan görüşmeler yapması, hatta onları harcamanın gerekliliğine ikna etmesi gerek. Daha da önemlisi zümrelerin toplanan kaynağın nasıl harcandığını teftiş etmelerine katlanmak.
Standestaat yerini on altıncı yüzyıldan başlayarak mutlak monarşilere bıraktı. Standestaat’ın çözülüşüne ve mutlak monarşilerin yükselişine bir çok faktör katkıda bulundu. Devletler arası rekabet, şehirlerin ve özellikle tüccar-burjuva sınıfının değişen öncelikleri, feodal soylu-askeri sınıfın askeri etkinliğini yeni teknoloji karşısında yitirmesi ve elbette kralların bütün siyasi gücü kendilerinde toplamak ve zümrelerin politik güçlerini ve rollerini azaltmaya yönelik aktif çabaları. Zümreler devletinden mutlak monarşiye geçişin en çarpıcı göstergesi ise kralların zümrelerle artık buluşmamasıydı. Fransa’da mesela, zümreler en son 1614 yılında toplandı. Bir sonraki buluşma 175 yıl sonra oldu. Ancak bu son buluşma zümrelerin de sonu oldu mutlak monarşinin de.
Mutlak monarşi yönetimin tek elde, kralda ve onun sarayında toplandığı bir devlet tipi. Ve bu özelliği en net Fransa kralı XV. Louis kelimelere döker:
“Sadece benim şahsımdadır egemenlik. Sadece benim şahsımdan alır mahkemeler adaleti ve yetkilerini. Benim şahsımda kalır o yetkinin bütünü, sadece benim adıma kullanırlar o yetkiyi ve onu benim şahsıma asla doğrultamazlar. Ve sadece şahsıma aittir yasama yetkisi, kimseye bağımlı olmadan, kimseyle paylaşmadan… Benim şahsımdan yayılır bütün kamu düzeni ve benimdir o düzenin en üst bekçisi. Halkım benimle birdir ve milletin hakları ve menfaatleri benimle birleşmiştir ve sadece benim ellerimdedir.”*
Siyasi gücün ve yetkilerin kralın şahsında toplandığı bir devlet tipi. Bu gücün ve yetkilerin yürütülmesini sağlayan ise bürokrasi. Kralın tamamen şahsına bağımlı, kral tarafından atanan, talimatları doğrudan kraldan alan, kendilerine verilen talimatları yorumlama veya değiştirme hakları en azından teoride olmayan kişilerin doluştuğu bürokrasi.
Mutlak monarşiler iki farklı tip bürokrasi modeli geliştirdi. Birinci model Fransa’da gelişti ve bürokrasideki makamlar satılığa çıkarıldı: Gereken ücreti veya daha fazlasını ödeyebilenler bürokrasiye doluştu ve bu kişiler masraflarını ve daha fazlasını makamın sağladığı imtiyazlar ve fırsatlarla tazmin etti. İkinci model Prusya’da gelişti ve (ideal olarak sadece) gereken bilgi birikimine sahip kişiler, kralın kendi hazinesinden doğrudan sağlanan belirli bir düzenli gelir karşılığında bürokrasiye doluştu.
Ancak önemle vurgulamak gerekir ki mutlak monarşi despotluk değildi. En azından teoride. Zira mutlaklık kralın her arzu ettiğini yapabilmesi değildi. Gücü kendi elinde temerküz ettirmesi kamu düzenine ve kamu menfaatine daha etkin hizmet etmek içindi. Thomas Hobbes’u hatırlayın. Tabiat halinden siyasi bir birliğin inşasına geçişte kişiler kendilerine ait olan bazı haklardan boşuna feragat etmiyorlardı, en azından şahsi güvenliklerini elde etmek için feragat ediyorlardı. Kral en azından kişilerin bu tabi hakkını korumalı, o hakların parçası olduğu tabi hukuka saygılı olmalıydı. Tabi hukuk mutlak monarşinin yapabileceklerinin, en azından teoride, sınırıydı. Dolayısıyla mutlak monarşi sınırız bir güç iddiası değildi. Ancak sorun, tabi hukukun çizdiği sınırların belirsizliğiydi ve o sınırlara saygılı olunup olunmadığını teftiş edecek bir makamın olmamasıydı. Hülasa, mutlak monarşi sınırsız güç değildi, teftiş edilmeyen bir güçtü.
On dokuzuncu yüzyılda anayasal devletin ortaya çıkışı, mutlak monarşinin ordusu ve bürokrasisiyle devşirdiği devasa gücün kontrolü sorununu aşmaya yönelik bir çabaydı. Hayata geçirilen şuydu: Bireylerin; ifade hürriyeti, fikir hürriyeti, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı, dilekçe hakkı, konut dokunulmazlığı, kanun önünde eşitlik, özel mülkiyetin korunması, miras hakkı ve diğerleri gibi temel hak ve özgürlükleri vardı ve devlet bu hakları çiğneyemezdi.
Bu haklar ve özgürlükler iki kollu koruma altına alındı. Birincisi devletin uygulayacağı kanunların yapımına bireylerin katılımının yolu açıldı ve bu katılımı anlamlı kılacak politik nitelikte haklar tanındı. İkincisi, devletin uygulayacağı kanunların üstünde başka bir kanunun, anayasaların, varlığı kabul edildi ve kanunların anayasalarla uyumlu olması ilkesi benimsendi. İkincisinde ayrıca, kanunların anayasa ile uyumunu hem esasen hem de usulen teftiş etmek ve uyumsuzluk durumunda kanunları iptal etmekle yetkili üst mahkemeler kuruldu. İşte on dokuzuncu yüzyıl anayasal devleti.
Anayasal devlet, anayasası yazılı olmayan bir ülkede doğdu. İngiltere’de. Orada zamanla gelişen ve güçlenen değerler ve gelenekler anayasa yazılımını gereksiz kıldı. Ancak söz konusu değerleri ve gelenekleri geliştiremeyen ülkelerde ise yazıldı ve devletin politika alanını sınırlandırdı. On dokuzuncu yüzyıl Batı Avrupa’sında devletin politika alanını sınırlayan haklar ve özgürlükler liberal içerikli olduğu için anayasal devlet aslında liberal devletti de veya liberal-anayasal devletti.
Ancak çıkış noktasında bu devlet, halen daha, son derece dar bir kesimin hakları ve özgürlükleri ile kısıtlanmıştı. Ve bu kısıtlanma seçme ve seçilme hakkının mülk ve eğitim ile sınırlandırılmasıyla başarılmıştı. Diğer bir deyişle, devlet liberal-anayasal olmuştu, demokrat değil.
Liberal-anayasal devletin ortaya çıkışına sanayi devrimi eşlik etti. Sanayi devrimi zaten var olan ekonomik eşitsizlikleri daha da derinleştirdi. Siyasi eşitsizlik bu temel eşitsizliğe ve onunla ilişkili sosyal ve kültürel eşitsizliklere eklemliydi ve o eşitsizlikler üzerinden yükseldi. On dokuzuncu yüzyıl boyunca siyasi katılımları kısıtlanan kesimlerin verdiği mücadele sayesinde, seçme ve seçilme hakkı daha geniş toplumsal kesimlere de tanındı.
Her tanınma ile devlet, sadece daha demokratik hale gelmedi, aynı zamanda ekonomi başta olmak üzere hayatın farklı alanlarına daha artan oranda müdahale eder hale geldi ve sunduğu kamu hizmetlerini çeşitlendirdi. Devlet askeri gaye ötesinde, daha geniş toplumsal menfaatlere hizmet edecek alt yapı yatırımlarını üstlendi. Eğitim, sağlık ve daha kapsamlı refah hizmetleri sunmaya başladı.
Kamu hizmetlerinin çeşitlenmesinin, özellikle devlet eğitiminin yaygınlaşmasının daha kapsamlı ve derin sosyal ve kültürel çağrışımları oldu. Mesela, o devletin sınırları içinde yaşayanların kültürel homojenleşmesinin yolu açıldı. Yerel aksanlar ve diller zamanla merkezin eğitim kurumları ile yaydığı dil karşısında zayıfladı ve zamanla yok oldu. Bu kültürel homojenleşme millet ve milliyetçilik fikrinin de kabulünün yolunu açtı.
* XV. Louis’nin bu ifadesi Poggi’nin burada yorumlanan kitabında alıntılanmamıştır. Ancak bir başka kitabında alıntılanmıştır. Bu ifadenin mutlak monarşinin en net tarifi olmasından dolayı bu yorumda alıntılamak istedim.
Gianfranco Poggi, The Development of the Modern State, Stanford University Press, 1978.
Fotoğraf: David Monaghan