[voiserPlayer]
Bu haberi nasıl söyleyebilirdi Şeyhe? İlk önce bir kaç telefon görüşmesi yaptı. Doha’daki merkezi aradı. Onlar da haberi teyid edemedi. Şeyhin iç işleri bakanlığında üst düzey bürokrat eski öğrencilerini aradı. Diğer bakanlıklardakileri de… Telefonuna çıkan olmadı. Telefonuna geri dönen de… Şeriat ve Vakıflar Bakanı Şeyhin yakın arkadaşıydı. O da telefona çıkmadı. Dönmedi de. İhsan neredeyse 30 yıldır Şeyhin sekreteriydi ve böyle bir şeye daha önce şahit olmamıştı. Bu insanların her biri dakika dolmadan dönerdi telefonuna. Acı acı gülümsedi, ancak şaşırmadı da. Yıllarca bu insanlarla birlikteydi. Tanıyordu artık. İki gün önce Emir Hamad yerini oğlu Tamim’e bırakmıştı. Tamim’in Şeyhe saygısı büyüktü, ancak Katar için işler sarpa sarıyordu. Kimse yeni Emirin takip edeceği politikayı kestiremediği için, Şeyhle alakalı bir açıklama yaparak, açığa düşmek ve yeni dönemdeki konumunu riske etmek istemiyordu.
Halbuki her şey nasıl da yolunda gidiyordu. Yaklaşık iki buçuk yıl önceydi. Muhammed isimli Tunuslu bir seyyar satıcı polisin kötü muamelesi ve yetkililerin vurdumduymazlığını protesto için kendini belediye önünde yaktı. Muhammed’in yanık bedeni hastanede acılar içinde kıvranırken videosu Facebook’ta paylaşıldı. Aynı akşam Doha-merkezli el-Cezire televizyonu tarafından yayınlandı. Takip eden dört hafta boyunca Tunuslular her gün artan sayıda ve kararlılıkla sokaklara döküldü ve rejimin düşüşünü talep etti. Muhammed’in kendini yakmasından bir aydan kısa bir süre sonra Tunus’un diktatörü Zeynel Abidin bin Ali istifa etti ve ülkeden kaçtı. Arap Baharı böylece başladı.
Şeyh en başından beri Tunus’taki gelişmeleri yakından takip etti. Arap dünyasının rejimlerine sempatik değildi. Hele Tunus’un seküler rejimine karşı… Daha da özelde şahsi yaraları vardı. Yakınları, onunla düzenli ders okuyan öğrencileri, onun “istibdattan tiksiniyorum” dediğini defalarca duymuştu. Şeyhin her defasında hayali yıllar öncesine Cemal Abdülnasır dönemine giderdi. En yakın dostlarından, arkadaşlarından Nasır’ın zindanlarında yaşadıkları muameleleri, işkenceleri bizzat dinlemişti. Travmalarının onları hayatları boyunca bırakmadığına şahsen şahit olmuştu. Kendisi de hem Faruk’un hem Nasır’ın zindanlarına girmişti ama o zamanlar gençti. Onun hapis çilesi nispeten hafifti.
Bu kişisel özgeçmişin bir rolü oldu mu? Belki. Ancak Şeyh, Arap Baharı başlamadan çok önce İslam ve demokrasi arasında bir çelişkinin olmadığını savundu. Demokrasinin özü insanların yöneticilerini seçmesiyse, bu öz İslam’ın özü ile uyum içindeydi. Hatta İslam demokrasinin öncüsüydü. Oy kullanma? Mahkemede şahitlik yapmak aynı değil miydi? Çok partilerin varlığı? Hak mezhepler de çoktu. Demokrasi talep etmek, Allah’ın mutlak hakimiyetini red değil miydi? Hayır. Demokrasi diktatörlüğün reddiydi. Baskıcı ve zalim yöneticilerin reddi. Demokrasi halkların kendi yöneticilerini istediği gibi seçmesiydi. Yöneticilerinden hesap sorabilmesi. Halkın kendi anayasasını çiğnediklerinde onların emirlerini red edebilmeleriydi. İslam’da da yöneticiler günahı emrettiklerinde Müslümanlar o emri yerine getiremezlerdi. Bu görüşleri yıllarca ifade etmiş ve yazıya dökmüş, vaazlarında ve konferanslarında dile getirmişti Şeyh. Elbette Tunus’ta diktatörlüğün yıkılmasını memnuniyetle karşılayacaktı.
O bu konuda farklı düşünüyordu. Yıllardır Şeyhle arkadaştı, onun en yakın dostuydu. İslam’a vasatiyye olarak bilinen yaklaşımı o da benimsiyordu ve Şeyhi bu yaklaşımın en güçlü temsilcisi olarak da tazim ediyordu. Şeyh onun gözünde salt bir din alimi değildi, bir dava adamıydı da. Kendini fil dişi kulelere kapatmıyordu, bilgisini hayatın içine sokuyordu. Nitekim Şeyh Avrupa Fetva ve Araştırma Konseyi’ni ve Uluslararası Müslüman Alimler Birliği’ni kurduğunda o da kurucu üye olarak Şeyhin yanındaydı. Hatta Alimler Birliği’nde Şeyh’in vekili oldu. Ancak demokrasi ile alakalı Şeyhten bir nebze de olsa farklı düşünüyordu. İslam, yöneticilerle yönetilenler arasında ilişki açısından tek bir prensip öneriyordu: şura. Şeyhin yorumladığı gibi şura prensibi demokrasinin öncülü olarak kabul edilebilirdi. Ama demokrasi olmadan da şura prensibi pekala hayata geçirilebilirdi. Kısaca demokrasi şura prensibine uymanın tek yolu değildi. Bir diktatör de şura prensibine sadık kalabilirdi. İkisi arasındaki bu görüş farkı dostluklarını etkilemedi. İlmi bir ayrı düşüştü sadece. Arap Baharı aradaki farkı daha çarpıcı bir şekilde gözler önüne serecekti.
Tunus diktatörü protestolar başladıktan yaklaşık bir ay sonra istifa etti. Şeyh keyifliydi. El-Cezire televizyonuna telefonla bağlandı. Muhammed’i de unutmadı ve onu uzun yıllardır tanıyanları dahi şaşırtacak bir açıklama yaptı:
İntihar İslamda büyük bir günahtır. Muhammed kardeşim bu büyük günahı işledi. Bütün Tunuslu kardeşlerimden ve Müslümanlardan rica ediyorum. Allah Teala’ya hep birlikte dua edelim, bu günahı işlediği için Muhammed kardeşimi affetsin. O bir milletin isyan ateşini yaktı.
Şeyh açık açık halkları yöneticilerine karşı isyana mı teşvik ediyordu? Evet, Şeyh, açık açık isyana teşvik ediyordu. Bunun İslam’da yeri var mıydı?
Ya Dr. Şeyh. Tunus’un ardından Mısır’da da halk sokaklara döküldü ve açık açık rejimin yıkılması çağrısı yapıyorlar. Ezher imamı Dr. Şeyh Ahmed Tayyib ve Mısır müftüsü Dr. Şeyh Ali Cuma ülkenin birliği ve menfaati için halka sukünet çağrısı yapıyor. Ne buyurursunuz?
Onları o makamlara getirenin ağzı ile konuşuyorlar. Fikh el-Cihad çalışmamızda değinmiştik bu konuya. Sübhanallah. Zamanlaması manidar olmuş. İslam, yöneticilerin dinden apaçık çıktıkları durumda isyana cevaz verir. Ancak bugün yöneticilerin dinden çıktıklarına dair kim fetva verebilir. Hakimler ve fetva vermenin resmi yolları yöneticilerin ellerinde değil mi? İki tür ulema vardır. Devletin uleması. Halkın uleması. Şeyh Ahmed ve Şeyh Ali halkın değil, devletin uleması olduklarını bir kez daha göstermişlerdir. Yazık.
– Ya Dr. Şeyh. Netleştirmek için sormak istiyorum. İslami açıdan Mısır’ın cumhur reisi Hüsnü Mübarek’e isyan caiz midir? Dinden çıktığını mı ima ediyorsunuz?
– Hayır. Reis Mübarek’in dinden çıktığını ima etmiyorum. Sadece Mısır’da halkın sokaklara dökülmesinin isyan olarak nitelendirilemeyeceğini iddia ediyorum. Protestolar isyan sayılamaz. Barışçıl gösteriler isyan değildir. Bir grup insan silaha sarılır ve hükümete karşı çıkarsa, o zaman isyan olur. Protestocuların silahı yok. Sadece dillerini kullanıyorlar. Bu da isyan sayılmaz.
– Ya Dr. Şeyh. Netleştirmek için sormak istiyorum. Dr. Şeyh Ahmed ve Dr. Şeyh Ali, sokaklara dökülenlerin Kur’an’ın açık emri, ulül-emre itaate karşı geldiklerini iddia ediyorlar. Bu iddiaya cevap olarak ne buyurursunuz?
– Bilakis. Protestocular en faziletli cihadı yapıyorlar. Malumunuz Hadis-i Şeriftir: “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında hakkı söylemektir.” Protestocular Mısır’ın zaliminin yüzüne hakkı haykırıyorlar. Böyle yaparak Kur’an’ın bir farzını da yerine getirmektedirler: emri bil maruf, nehyi anil münker. İyiliği emretmek, kötülükten de menetmek emri. Yöneticilere nasihat vermek de bu emrin alanına girer. Bu emir kişisel olarak da yerine getirilebilir, bir topluluk olarak da. Hatta bazı emirler vardır ki, ancak topluluk olarak yerine getirilebilir. Ayet çok açıktır: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” Protestolar Kur’an-ı Kerim’in ancak bir topluluğun yerine getirebileceği bir emri yerine getirmesidir.
Şeyh, Mısır’daki protestolara tam destek verirken, o sessiz kaldı. Bir fikri yok muydu? Vardı. Mısır’ın demokrasi için hazır olup olmadığından emin değildi. Cezayir’i sık sık aklına getiriyordu. Orada demokrasi istikrar getirmemişti. Bilakis. Ülke iç savaşa sürüklenmişti. 10 yıl sürecek iç savaşta 150 bin insan hayatını kaybetmişti. Fıkhu’l maalat neydi? Bir konuda fetva verirken, fetvanın muhtemel sonuçlarını da hesaba katmak demekti. Cezayir’de olanın Mısır’da olmayacağının garantisi var mıydı? İslam yönetimler üzerine adaleti farz kılmıştı. Adaletin ötesi yoktu. Şayet demokrasi adalet getirmiyorsa, hatta adaletin altını oyuyorsa, bu arzu edilemezdi. Herhangi bir toplumda demokrasinin neticelerini ise o toplumun koşullarını en iyi bilenler takdir edebilirdi. Fıkhu’l Vaki. Şeyh bunu bilmiyor muydu? Biliyordu. Ancak Şeyh’e hüsnü zannı devam etti. Şeyh Mısırlıydı. Mısır’ın koşullarını iyi biliyordu ve o koşullar altında demokrasinin Mısır için iyi neticeler doğuracağına inanıyorsa itiraz edemezdi. Kendisi Moritanyalıydı. Ona düşen susmaktı ve neticenin hayırlı olması için dua etmekti.
Mübarek’in gidişi daha kısa sürdü. Protestolar başladıktan sadece 18 gün sonra Mübarek bir cuma günü istifa etti. Tam bir hafta sonra yüzbinler Tahrir meydanında cuma namazı için buluştu. Hutbeyi Şeyh verdi. Tarih artık durdurulamazdı. Mübarek’in istifasının ardından kısa bir süre sonra sokak protestoları Bahreyn, Libya, Yemen ve en sonunda Suriye’ye yayıldı.
– Ya Dr. Şeyh, dün el-Cezire televizyonunda bir fetva verdiniz ve Muammer Kaddafi’nin öldürülmesine cevaz verdiniz. Bu fetvanızın fıkhi boyutunu izah buyurur musunuz?
– Fıkhu’l muvazenat, fıkhu’l maalat, ve fıkhu’l evleviyatın iç içe geçtiği bir durum bu durum. Maslahat ve mefsedet arasında bir denge arayışı fıkhın esaslarındandır. Maslahat ve mefsedet evleviyet dereceleri ve doğurabilecekleri muhtemel sonuçlar itibariyle karşılaştırılmalı. Allahu Teala en doğrusunu bilir elbette. Ancak bir halkı kurtarmak için bir adamı feda edebiliriz. Dostlarımız Bahreyn’deki protestolara karşı olumsuz duruşumuzu da aynı fıkhı açıdan değerlendirmeliler.
O ise ne Libya, ne de Suriye hakkında, Şeyh kadar net bir duruş almadı. El-Cezire’ye ısrarlı çağrılar üzerine katıldı. Tunus ve Mısır’daki devrimleri barışçıl oldukları için övdü. Ötesinde bir şey söylemedi. Libya ile alakalı kaygılıydı. Libya’da devrim barışçı çizgisinden uzaklaştılmıştı. Suriye’de de durum daha da vahim bir hal alıyordu. Bunu destekleyemezdi. Ancak yine de temkinli konuştu. Libya ve Suriye’deki koşulları doğrudan bilmiyordu. Medyadan aktarıldığı kadarıyla biliyordu. O yüzden kesin bir fetva vermekten kaçındı. Sadece Suriye’de kan dökülmesinin ne olursa olsun önlenmesi çağrısı yaptı. Bunu yapabilecek kim varsa yapmalıydı. Suriye’de barışın tesisi en birincil hedef olmalıydı. Bunun için de hem yöneticiler hem de yönetilenler kendilerini ıslah etmeli ve ortak bir zeminde buluşmalıydı. Şeyhin coşkusu, onun mesafeli duruşu net bir şekilde görülüyordu.
Umumi gidişat ümit vericiydi. Mısır ve Tunus’ta İslamcı partiler ilk genel seçimlerde önemli kazançlar edinmişti. Bahreyn’de Şeyhin İran-iltisaklı olarak düşündüğü protestolar bastırılmıştı. Libya’da Muammer Kaddafi rejimi NATO müdahelesiyle yıkılmış, şeyhin bir öğrencisi Libya’da önemli bir siyasi aktör olmuştu. Ahh bir de Suriye’de işler iyi gitseydi. Suriye’de işler iyi gitmedikçe, Arap Baharı’nın din adına bütün kazanımları kaybedilebilirdi. Suriye kilitti.
Ve o kilit kırılamadı. Rejim şiddete başvurdu, İran ve Hizbullah da rejimin yardımına koştu. Suriye iç savaşa battıkça, Şeyh daha da agresifleşti.
– Lübnan’dan gelen o adamları biliyorsunuz. Allah’ın Partisi diyorlar. Allah’ın Partisi!! Onlar istibdatın partisi. Şeytanın partisi… Kuseyr’in halkını katediyorlar. Erkek, kadın, çocuk demeden öldürüyorlar. Bu tip on binlercesi İran’dan geliyor. Irak’tan. Lübnan’dan. Bütün Şii ülkelerinden. Sünnilerle, Sünnilerle taraf olan herkesle, savaşmak için geliyorlar. Kimin için geliyorlar? Nuseyriler için. Şeyhül İslam İbni Teymiyye’nin, Yahudiler ve Hristiyanlardan daha kafirdir dediği Nuseyriler için. Buradan bir çağrı yapıyorum. Eli silah tutan bütün erkeklere çağrı yapıyorum. Suriye’ye kardeşlerinize yardım etmek için gidin.
Şeyh, Suriye’deki kötü gidişattan dolayı Mısır’da bir İslamcının, Muhammed Mursi’nin reis-i cumhur olarak seçilmesine bile tam sevinememişti. İçinde büyüyen bir endişe vardı. Ve bu endişeyi yok edemiyordu. Ve en kötüsü geldi. Mısır’da Mursi’nin istifasını isteyen bir imza kampanyası başlatıldı ve milyonlarca Mısırlı imza verdi. Mursi çağrıları umursamadı, Mısır Arap Baharı sonrası en derin siyasi krizine bodoslama girdi.
O sırada Şeyh Kahire’deydi ve Mursi ve çevresi ile yakından istişare halindeydi. Üst üste açıklamalar yaptı. Mısırlıları Mursi’ye destek vermeye çağırdı.
– Hepimiz birlikte katılmadık mı devrime? Hepimiz mağdur ve mazlum değil miydik? Varlığımızı yağmalayan, haklarımızı gaspeden, insanları keyfe ma yeşa hapse atan diktatör, baskıcı bir rejimin altında yaşamadık mı? Allah bizi o rejimden kurtardı. Tekrar birlik olmalı değil miyiz?
Katar’dan gelen haber onu bile şaşırttı. Şeyh Hamad yerini oğlu Tamim’e bırakmıştı. Hamad bir şey mi biliyordu? Ancak Şeyhin söylentiden haberi yoktu. En azından yok gibi davranıyordu. İhsan kara kara düşündü. Ne olursa olsun Şeyhe artık söylemeliydi. Zira tedbir almak gerekti. Mısır’da işler kötüye gidiyordu. Askerler rahatsızdı. Askerin arkasında büyük bir halk desteği de vardı. Şeyhin Mısır’dan en kısa sürede çıkması gerekebilirdi.
Ama Katar’a dönebilir miydi? Katar’ın Şeyh’in vatandaşlığını iptal ettiği söylentisi yayılmıştı. Hayatının 50 yılını Katar’a hizmet eden bir adama bu yapılır mıydı? Yapılmazdı. Ama Körfezliler yapardı. Şeyhi çalışma odasında Kur’an tilavet ederken buldu. Huzur bulmak için yapardı bunu.
– Ya Dr. Şeyh.
– Evet.
– Bir söylenti yayıldı. Katar’ın sizin vatandaşlığınızı iptal ettiğine dair. Gerek burada biz gerekse Katar’daki ihvanımız bütün çabalarımıza karşılık yetkililere ulaşamadık ve söylentiyi bir türlü yalanlayamadık. Tedbir almamız icap edebilir.
– Ben Katar’da öleceğim ve orada gömüleceğim. Şeyh Abdullah bin Bayyah’dan haber var mı?
– Uzun süredir aramadı, Şeyhim.
…
Katar’ın Şeyhin vatandaşlığını iptal ettiği söylentisi asılsız çıktı. Ancak bu bir mesajdı da. Şeyhe sus mesajı. Şeyh Mısır’ı alelacele terk etti ve Katar’a döndü. Bir kaç gün sonra Mısır ordusu Mursi’ye istifa etmesi için ultimatom verdi, iki gün sonra ise yönetime el koydu. Şeyh Abdullah ise iki ay sonra Alimler Birliği’nden istifa etti ve böylece Şeyh’le ilişkisini tamamen kopardı.
David H. Warren, Rivals in the Gulf: Yusuf al-Qaradawi, Abdullah bin Bayyah, and the Qatar-UAE Contest Over the Arab Spring and the Gulf Crisis, Routledge, 2021.
Fotoğraf: Pawel Janiak