[voiserPlayer]
Atlantik okyanusunda salınan lüks bir yat. Konukları, medya patronu, aynı zamanda yatın sahibi, Gail Wynand ve dostu dahi mimar Howard Roark. Denizin tadını çıkarmak yerine, koyu bir sohbete tutuşmuşlar.
– Hey, Howard. Bu sıralar seni meşgul eden bir şey mi var? Düşünceli görünüyorsun.
– Biliyor musun bilmem. Ben ülkenin en iyi mimarlık okulundan Stanton Institute of Technology öğrencisiydim. Ama kovuldum.
– Kovuldun mu? Senin gibi bir dahiyi kim kovabilir?
– Dekan.
– Evet?
– Bu sıralar beni neden kovmuş olabileceğini düşünüyorum da… Ona bu kararı aldıran ilkeyi?
– Ne sonuca vardın?
– O ilke bence dünyamızı mahveden şey. İnsanın kendini tamamen sıfırlaması ilkesi. Hangi iş olursa olsun, insanın o işi yaparken yapacağı, yapabileceği, kendine has, özel katkıyı yok etmesi. Hem de mutlak surette.
– Nasıl bir ilke bu? Bir insan kendini nasıl sıfırlar?
– Aslında düşündüğünden daha fazla insan yapıyor. Dekan mesela. Mimarlıkta en mükemmele zaten ulaşıldığına inanırdı. Dolayısıyla ona göre yeni denemelere, açılımlara gerek yoktu. Okulun görevi de mimarlıkta erişilen mükemmeli mezunlarına öğretmekti. Mimarın görevi ise o mükemmeli taklit etmek. Salt taklitçilik neyi gerektirir? Mimar eserini yaparken kendi öz katkısını yapmamasını. Kendi benliğini yok etmesi, sıfırlaması. İdeal olan buydu ona göre.
– Herkesin yok dediği, ulaşılamaz dediği ideal değil mi bu? Kişinin kendi benliğini yok etmesi ve bir bütün için, bütünün içinde kendini var etmesi.
– İnsanlar yanılıyorlar. Son zamanlarda insanlarla alakalı anlamadığım şey oydu. Sanki kendilerine ait, kendilerine has benlikleri yok. Sanki başkasının içinde yaşıyorlar. İkinci el hayat yaşamak diyorum ben buna. Elden düşme hayat. Peter Keating’e bak.
– Peter Keating? Şu vasat mimar.
– Biliyor musun bilmem ama Peter benim okuldan arkadaşım. Annesi benim ev sahibimdi. Birkaç kez ödevlerini de yaptım. Ancak hakkını teslim etmem gerek. Aptal birisi değil. Hatta çalışkan bir öğrenciydi. Birincilikle mezun oldu diye hatırlıyorum. Nitekim mezun olduktan sonra New York’ta meşhur Francon & Heyder’de çalışmaya başladı. Ancak tam dekanın istediği türden bir öğrenciydi. Başkalarının belirlediği standartlara göre yaşayan. Ona öğretileni çok iyi öğrenen, ancak onun ötesine geçemeyen, hayal dahi edemeyen. O açıdan dediğin gibi vasat bir mimardır. Orijinal projeleri yoktur. Meslekte yükselmesi de yeteneğine değil, kurduğu bağlantılar, yalakalığı sayesinde oldu. Ve elbette kurnazlığı…
– Yetmedi mi, ondan bahsettiğin.
– Öyle deme. Peter Keating sayesinde insanları tanıdım. Şimdi biliyorsun işleri tepetaklak gidiyor. Onu zirveye çıkaran özellikleri ona zirvede kalmasını yardımcı olmuyor. Şimdi büyük bir bedel ödüyor. Ve bu bedeli bencil olduğu için ödediğini düşünüyor.
– Bencil değil mi?
– Değil aslında. Benliği yok ki bencil olsun. İfade ettiği hangi düşünce onun? Elbette ifade etmeyi o seçiyor. Ancak ifade ettiği herhangi bir düşünce ona mı ait? Hangi hareketi ona ait? Elbette bir hareketi yapmayı seçen o. Ancak o hareketi hayal eden ve norm olarak koyan kim? Yaptığı ne var ki orada Peter Keating’den başka kimsede olmayan bir şey var. Bir renk, bir koku, bir fikir… O sadece başkalarının düşüncelerine göre hareket eden ve yaşayan birisi. Hayattaki tek kaygısı da başkalarının gözünde nasıl göründüğü. Büyüklük, ancak başkalarının gözünde. Şöhret. Hayranlık. Kıskanılmak. Ancak bunların hepsi başkalarının ona verebileceği şeyler. Bu tam olarak benliksiz olma değil de ne? Veya kendini tamamen sıfırlama. “İhanet ettiği, feda ettiği şey, kendi egosuydu. Oysa herkes ona bencil diyor.” Onun bir ‘ben’i yok ki bencil olabilsin.
– Ama çoğu insan öyle değil mi?
– Evet. Her sorunun kaynağı da bu değil mi? Bencillik değil, benliksizlik. Aslında özünde hileci, yalancı ama görünüşte saygın bir insan düşün. Kendisinin ne olduğunu, öz değerini bilmiyor mu? Biliyor elbette. Ancak başkaları onun öz değerini bilmiyor, daha farklı görüyor, hatta saygı gösteriyor. Kendinde olmayan bir değeri, başkalarının bakışlarından ve düşüncelerinden devşiriyor. Kendinde olmayan saygınlığı böyle geliştiriyor. Alkışı hak etmese bile alkış alan insan. O da biliyor alkışı hak etmediğini, ancak başkasının onun alkışı hak ettiğini düşünmesi yeter geliyor. Kendinden aşağıda gördüklerine sevgi duyan, merhamet gösterenler de aynı, o sevgi ve merhamet gösterme ile kendinde aslında olmayan bir değeri kazanıyor. İnsan ne yapıyorsa? Sadece kendi istediği için yapmalı. Başkasının gözündeki, hayalindeki yer için değil. Para kazanmak da böyle. Bir konferansa gitmek de. Başkası için iş yapanlar, külliyen, ikinci el hayat yaşayanlar.
– Bu bana Ellsworth Toohey’u hatırlattı. Tanırsın onu.
– Yok. Tanımama değecek birisi değil.
– O kadar kötü mü?
– Eleştirmen güya. Eleştirmenliğini yaptığı alanların hangisinde bir yeteneği var? Mimari eleştirisi yapar, ama mimar değil. Resim eleştirisi yapar, ama ressam değil. Heykel eleştirisi yapar, ama heykeltıraş değil. Yemek eleştirisi yapar ama aşçı değil. Tiyatro eleştirisi yapar, ama tiyatrocu değil. Ancak vasatlığın hakim olduğu bir dünyada ayakta kalabilecek bir tip. O yüzden sadece vasat olanı över. Sıra dışını boğar. Boğar ki kendi işe yaramazlığı ortaya çıkmasın. Boşuna Steve onu öldürmek istemedi.
– Steve Mallory? Şu heykeltıraş. Çalışmalarının bazılarını binalarına da koydun.
– Evet. Sıra dışı bir heykeltıraş. Dahi. Toohey, Mallory bir dahi olduğu için onu bitirmek istedi. Çünkü Steve’in onun övmesine ihtiyacı yoktu.
– Anladım. Ancak yine de dinle. Burada o olsaydı senin bencillik-karşıtı olduğunu düşünebilirdi. Başkalarının dikkatini çekmek. Beğenilmek. Hayran olunmak. Bunlar bencillik kaynaklı şeyler değil mi?
– O dediklerin başkalarının verebileceği şeyler sadece. İnsan kendi kendine olan saygısı rağmına ister sadece başkalarının verebileceklerini. Gerçekten bencil olan başkalarının ne düşündüğüne dikkat etmez. Gerçekten bencil başkalarından onay beklemez, onların onay verip vermemelerinden etkilenmez. Çünkü buna ihtiyacı yoktur.
– Bence Toohey bunu çok iyi anlamış. İnsanın sadece kendi yaptıklarına dayanarak kendi öz saygını geliştirebilmesinin zor, ancak başkalarının gözünde saygı kazanmanın daha kolay olduğunu. Ancak insan kendi öz değerini nihayetinde en iyi kendisi bilir. İçinden gelen ve kendi öz değerini haykıran o sesi mutlaka duyar. Duymamak için de insan kendinden kaçar ve hayatını kaçarak geçirir. İnsanın işini iyi yaparak öz saygı kazanmaktansa, sevgi, saygı, ve saire, artık ne istiyorsa, onu edinmesini sağlayacak ikame işler bulması daha kolay. Ancak ne olursa olsun, iyi işi başka bir şeyle ikame edemezsin.
– Bence bu zaten ikinci el yaşamcılığın duvara tosladığı yer. Yolun sonu. Çünkü ikinci el yaşamayı seçenler gerçekle ilgilenmiyorlar, fikirlerin içeriğiyle, yapılan veya yapılacak olanın kalitesiyle. Onların ilgisi başka insanların ne düşündüğü. Bir şeyin gerçekten doğru olup olmadığının bir önemi yok onlar için. Başkalarının o şeyi doğru bulup bulmadıkları önemli. Düşünsene. Gerçekten yapanlar, düşünenler, çalışanlar, üretenler olmasa? Ne olurdu dünyanın hali? İşte gerçekten bencil olanlar onlar. Başkasının beyniyle değil, kendi beyinleriyle düşünürler. Başkalarının elleriyle değil, kendi elleriyle çalışırlar. İkinci el yaşamcılar da iş yaparlar elbette. Ancak onların işlerinin itici gücü başkalarıdır. Onlarla birlikte akıl yürütemezsin. Onlar mantığa kapalıdırlar. Onlara laf anlatamazsın. Duyamazlar. Yargılayamazlar. İçi boş tenekelerdir onlar.
– Bence bahsettiğin insanlar da bunun farkındalar. Kabul etmek istemeseler de farkındalar. Kendi başına ayakta duranları reddetmelerinden anlayabilirsin bunu. Dön de kendi hayatına bak, Howard. Sonra da karşılaştığın insanlara bak. Onlar biliyor. Korkuyorlar. Sen onlara bir sitemsin. Neler başına geldi. Okuldan atılmışsın daha ötesi var mı? Birlikte çalıştığın Henry Cameron da senin gibiydi. Ancak ne oldu? Firmanız battı. Sen gidip taş kırma ocağında çalıştın. Zira senin gibi birini hemen tanırlar. İçgüdüsel olarak tanırlar ve senin gibilere özel ve sinsi bir nefret duyarlar. Katilleri bağışlarlar. Diktatörlere hayranlık duyarlar. Ama senin gibileri kabul edemezler ve yok etmeye çalışırlar. Bu insanlar özlerinde zayıf, özgüvensiz insanlar. Bunun için bağlara ihtiyaçları var. Bağımsız adam karşısında yok oluyorlar. Zira bağımsız adamın içinde kendilerini bulamıyorlar. Ancak benzerlerin oluşturduğu bir komünde var olabilirler.
– Komünal olsalar da, hala insan onlar. Birey. Başkalarından gördükleri saygı bir yere kadar telafi edebiliyor içlerinde hissettikleri öz-saygı ihtiyacını. Asırlardır süregiden toplumsal koşullandırma süreci bile yok edemiyor o içten yükselen sesi, tatmin edemiyor o içten gelen ihtiyacı. Kendi benliklerini ağır bir toplumsal baskı altında tamamen eritmeye koşullandırılıyorlar. İronik olan ise bencil olmaktan kaçarken, en korkunç bencil canlıya dönüşmeleri. Komik olan karşı karşıya olduğumuz sorunların çözümü olarak bencillikten uzaklığı vaaz etmeleri. Çözüm dedikleri aslında sorunun ana kaynağı. Halbuki insanlara benliklerini korumalarını tavsiye etseler, benliklerini yok etmeye çalışmasalar, daha farklı bir dünya mümkün olurdu.
– İnsanlar sürekli başkalarının gözünden kendilerini görmeyi bıraksalar bile dünya daha iyi bir yer olur. O kesin.
– Bence de. Hep dediğimiz. İkinci el hayat yaşamak… Başkalarının idealini standart olarak benimseme ve ona göre yaşama. Bu halde insan nasıl tam mutlu olabilir ki. Halbuki“mutluluğun her türü, kişiye özeldir. En büyük anlarımız kişiseldir, kendimizden kaynaklanan bir motivasyondan gelir, ona el sürülemez. Bizim için kutsal olan, değerli olan şeyler, herkesle paylaşılmayan, orta malı olmayan, çekip kurtardığımız şeylerdir. Oysa şimdi, içimizdeki her şeyi herkesin gözü önüne sermemiz, herkes ellesin diye ortaya açmamız isteniyor. Toplantı salonlarında neşe aranıyor. Benim demek istediğim türdeki kaliteye bir isim bile bulmuş değiliz. Yani insan ruhunun kendine yeterliliğine… Ona bencillik ya da egoizm demek zor. Bu kelimelerin anlamı çarpıtılmış, artık bunlar Peter Keating’i anlatmak için kullanılıyor. Gail, bence dünyadaki tek gerçek kötülük, kendi birincil ilgilerini başka insanların içine yerleştirmek. Ben sevdiğim insanlarda her zaman belli bir kalite aramışımdır. Onu görünce de hemen tanımışımdır. İnsanda saygı duyduğum tek kalite odur. Dostlarımı ona göre seçerim. Şimdi artık biliyorum onun ne olduğunu. Kendine yeterli bir ego. Başka hiçbir şeyin önemi yok.
– Dostların olduğunu kabullendiğine sevindim.
– Onları sevdiğimi bile kabulleniyorum. Ama eğer yaşamamın başta gelen nedeni olsalardı, sevemezdim onları. Peter Keating’in tek bir arkadaşının bile kalmadığını fark ediyor musun? Nedenini görebiliyor musun? İnsan kendine saygı duymuyorsa, başkalarını ne sevebilir, ne de onlara saygı duyabilir.
– Peter Keating cehennemin dibine… Ben seni düşünüyorum. Seni ve senin dostlarını…
– Gail, eğer şu tekne batıyor olsaydı, seni kurtarmak için kendi hayatımı verirdim. Herhangi bir görev duygusu yüzünden değil. Yalnızca seni sevdiğim için. Kendi nedenlerimden ve kendi standartlarımdan ötürü. Senin için ölebilirim. Ama senin için yaşayamam ve yaşamam da.”
…
Wynand gülümsedi. Bu sohbetin sonunun geldiğini fark etti. Söylenecek her şey söylenmişti. Kamerasına döndü. Roark güvertede tek başına kaldı. “Parmaklığa dayanıp okyanusa, boşluğa doğru baktı. İçinden, ona elden düşmecilerin en kötüsünden söz etmedim, diye düşündü. Güç peşine düşeninden.”
Kitap: Ayn Rand, Hayatın Kaynağı / The Fountainhead, çev. Belkıs Çorakçı Dişbudak, Plato, 2002.
Fotoğraf: Rupert Britton