[voiserPlayer]
Yirminci yüzyılın ortasından itibaren yaklaşık yirmi yıl boyunca Arap milliyetçiliği bütün Ortadoğu’yu kasıp kavurdu. Askeri darbelere ilham verdi. Dış politikalara yön verdi. Bölgesel ittifakları şekillendirdi. Arap olmayan bölgesel ve küresel aktörlerin bölgeye yönelik politikalarını etkiledi. Adeed Dawisha’nın Arab Nationalism in the Twentieth Century’si ondokuzuncu yüzyılda doğan, yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde serpilen, 1950’lerin sonlarında ise etkinliği zirveye ulaşan, ancak hemen ardından zayıflamaya başlayan ve yüzyıl sonu itibariyle sadece hayaleti kalan bir ideolojinin, Arap milliyetçiliğinin, hikayesini anlatıyor.
Arapça konuşan insanların, alt kimlik ve aidiyetlerden bağımsız olarak tek bir millet olduğu ve tek bir devlet çatısı altında birleşmeleri ideali… Arap milliyetçiliği bu idealin adı olarak olarak ondokuzuncu yüzyılda doğdu. Bu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün bölgeleri artan bir ivmeyle Batılı ülkelerle çok katmanlı ilişkiler içine girdi. Bu süreç Arap bölgelerini de içine aldı. Hatta bazı Arap bölgeleri doğrudan Batı işgalini (Cezayir, Tunus ve Mısır) tecrübe etti. Batı’nın ekonomik, politik ve kültürel gücü ile bu doğrudan tanışıklık, gerek devlet eliyle, gerekse tabandan misyoner ve özel girişimler eliyle yaygınlaşan okuryazarlık ve modern teknolojinin sunduğu basın-yayın imkanları…
Arapların Osmanlı Türkleri ile bağlarını tamamen koparıp kendilerine ait ayrı bir devlet kurmaları fikri bu uzun süreç boyunca şekillendi. Ancak ayrı bir devlet altında birleşme fikir aslında oldukça geç sayılabilecek bir tarihte, yirminci yüzyıl başlarında dile getirildi ve daha çok Arap Hristiyanları arasında taraftar buldu. Nitekim fikri ortaya atan ilk isim olarak bilinen Necip Azuri Paris’te Ecole des Sciences Politiques’te okumuş (Avrupa etkisi), Lübnanlı bir Maruniydi. Arap müslümanlar ise o tarih itibariyle halen daha dindaşları Türklerden ayrı bir devlet kurma fikrine yabancıydı. Hatta 1916 yılında Mekke Şerifi Hüseyin’in Birinci Dünya Savaşı sürerken Osmanlı İmparatorluğu’na karşı başlattığı Büyük Arap İsyanı bile milliyetçi bir ayaklanma değildi. Şerif Hüseyin isyanı İslam adına çıkarttığını savundu ve bir çok Arap kabilesini isyana katılmaya ancak İngiliz altınları ile ikna edebildi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile Arap dünyası artık başka bir realite ile karşı karşıyaydı: Fransız ve İngiliz emperyalizmi. Bu realite karşısında, Arap milliyetçiliği müslümanlar arasında, özellikle okur-yazar kesim arasında taraftar buldu. Bu taraftarlardan birisi de Sati el-Husri’ydi. El-Husri, dönemin diğer Arap milliyetçisi isimlerinden farklı olarak, Irak’ta eğitim bakanlığı yaptı ve devlet eğitim sistemi kanalıyla Arap milliyetçiliği fikrini tabana yayma fırsatı da buldu. Filistin’e ondokuzuncu yüzyıl sonralarında başlayan ve Dünya Savaşı sonrası artan Yahudi göçü ve ardından gelişen olaylar, özellikle 1936-39 Arap ayaklanması ve 1948 yılında İsrail’in kurulmasını takiben çıkan savaş Araplık bilincinin hem halk tabanında hem de siyasi elitler katında yerleşmesinin yolunu açsa da, bu siyasi bir birlik talep etmek seviyesine ulaşmadı. 1950’li yılların ortası itibarıyla Arap milliyetçiliği Suriye, Irak ve Mısır’da daha güçlü bir akım olan yerel milliyetçilik (vataniyye), komünizm ve Marksizm gibi seküler ideolojik akımlar ve daha alt kabile, etnik ve mezhepsel kimlikler karşısında halen daha zayıftı.
Bu resim Mısır’ın karizmatik lideri Cemal Abdünnasır’la birlikte değişecekti. 1952 yılında askeri bir darbe ile iktidara gelen Nasır, tavizsiz emperyalizm karşıtlığı ve bununla ilişkili olarak Arapların kendi iç sorunlarını dış müdahale olmadan kendi insiyatifleriyle çözmesi gerektiğine dair duruşunun kaçınılmaz neticesi olarak Arap milliyetçiliğini benimsedi. Nasır’ın 1955 yılında Irak’ın İngiltere, Türkiye, İran ve Pakistan’la ile birlikte Bağdat paktına dahil olmasına karşı tepkisi, ardından 1956 yılında Süveyş kanalını millileştirmesi ve İngiltere, Fransa ve İsrail tarafından saldırıya uğraması…
Nasır’ın sadece kendisinin değil, dış politikasını dayandırdığı Arap milliyetçiliğinin de Arap halkları katında popülaritesini artırdı. Ve Arap milliyetçiliğinin zirvesi 1958 yılında geldi. Bu yılın Şubat ayında Nasır’ın liderliği altında Suriye ve Mısır birleşti ve Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni oluşturdu. Temmuz ayında Irak’ta askeri darbe oldu ve darbenin liderlerinden Abdüsselam Arif, Nasır’la Şam’da buluştu ve Irak’ın da birliğe katılma niyetini açıkladı. Tek bir devlet çatısı altında bütün Arapları birleştirme ideali artık o kadar uzak değildi. Arap dünyasının en büyük ve güçlü ülkesi Mısır ve onun Arap dünyasının her yanında yığınları harekete geçirebilen karizmatik liderinin önderliğinde bu artık sadece zaman meselesiydi.
Ancak o tarihte bu beklentide olanlar yanılacaktı. Zira Mısır’ın liderliği altında yükselen Arab milliyetçiliğine tepki olarak, Ürdün, Suudi Arabistan ve Lübnan’daki siyasal liderlik harekete geçti. İlk önce bu ülkelerdeki Arap milliyetçisi talepler, Ürdün ve Lübnan’da, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin doğrudan askeri yardımları ile bastırıldı. Takiben Mısır’ın, Yemen’de 1961 yılında gerçekleşen Arap milliyetçisi askeri darbeyi desteklemek için başlattığı girişim, Suudi Arabistan ve İran tarafından akamete uğratıldı. Daha da önemlisi Mısır, Yemen’de kendi kaynaklarını tüketti: 1967 yılı itibariyle Mısır’ın Yemen’de 70 bin askeri vardı. Aynı yıl İsrail, Nasır’ın da kışkırtmasıyla, Mısır’a saldırdı. 10-15 bin Mısır askeri hayatını kaybetti, 4 bin civarı askeri esir düştü. Mısır hava kuvvetlerinin neredeyse tamamını kaybetti. Netice Mısır için tam bir hezimetti, Nasır için ise büyük bir utanç.
İlk önce 1961 yılında Mısır ve Suriye birliğinin dağılması ve 1967 yılında İsrail karşısında yaşanan askeri hezimet… Artık Arap milliyetçiliği kitleleri harekete geçirebilen bir ideal olmaktan çıkmaya başlayacaktı. “Arap milliyetçiliğinin peygamberi” Nasır bile 1967 hezimetinden sonra Mısır’ın menfaatlerini öncellemeye başladı. Yenilginin yaralarını sarma adına on küsür yıldır gerici ve emperyalizm uşağı olarak nitelendirdiği Körfez ülkelerinden finansal yardım almayı bile kabul etti.
Bütün Arapları tek bir devlet altında birleştirme gayesi güttüklerini ilan eden Baasçıların iktidarda olduğu Suriye ve Irak’da da ‘kavmiyye (Arap milliyetçiliği)’ hiç bir zaman ‘vataniyye (yerel milliyetçilik)’nin önüne geçemedi. İlk önce Suriye’nin veya Irak’ın menfaatleri öncelendi.
Yüzyılın geri kalanında Arap milliyetçiliğinin yıldızı bir daha parlamadı. Arap milliyetçiliğinin yerine diğer bir sınırlar-ötesi ideal peşindeki İslamcılık ideolojisi yerel milliyetçilikler karşısında muhalif bir ideoloji olarak konumlandı. Ancak, paradoksal bir şekilde, aynı süreçte yerel milliyetçilikler de güçlenmedi. Özellikle devletin zayıfladığı ve çöktüğü Arap ülkelerinde gözlemlendiği üzere, daha alt, din, mezhep ve kabile gibi kimlik ve aidiyetler, daha güçlü ve yıkıcı bir şekilde yığınları gruplara bölmeye ve harekete geçirmeye devam etti. Netice ise hal-i hazırdaki Arap dünyasının resmi: “dağılan devletler, toplu insan hakları ihlalleri, paramparça toplumsal kumaş, ve yaygın ve ölçüsüz barbarlık.”
Dawisha’nın Arab Nationalism in the Twentieth Century’si aslında zor bir konuyu ele alıyor. Zira bahse konu ideolojinin tam olarak ne başlangıcı ne de sonu tam olarak belli. Dawisha kritik bir müdahale ile Arap milliyetçiliğini net bir şekilde rakip yerel milliyetçiliklerden ayırarak konuyu oldukça basitleştiriyor. Bu müdaheleden sonra sanki Arap tarihi üzerindeki bir sis kalkıyor ve konu netleşiveriyor. Takip eden sayfalar Arap milliyetçiliğinin yirminci yüzyılda Arap-Ortadoğusundaki devletler arası ilişkileri nasıl etkilediği ve bu ilişkilerden nasıl etkilendiğini ele alıyor. Kitap bu açıdan Ortadoğu’daki devletler arası ilişkilerin son yüzyılının bir özeti niteliğinde.
Elbette bu çapta bir konuyu bütün detayları ile bir kitapta ele almak mümkün değil. Nitekim kitabın Arap milliyetçiliğinin fikri boyutuna ilişkin tartışması son derece yüzeysel. Yerel milliyetçilikler ki, Dawisha’nın anlatısında Arap milliyetçiliğinin en büyük rakibi ve yerini devrettiği İslamcılık da yeter derece derinlik ve detayda ele alınmıyor. Halbuki daha kapsamlı bir tartışma Arap milliyetçiliğinin nihai kaderini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilirdi.
Çağrışımlar
“İsyan ettik,
İngilizlere, Fransızlara,
Topraklarımızı sömürgeleştirenlere, bizi köleleştirmek isteyenlere.
Tekrarladık kızıl devrimleri bir çok kez,
Yaptık ardından beyaz devrimlerimizi..
Ve bunun için acılar çektik, kayıplar verdik, ve hayatlar feda ettik.
Ancak ne zaman ki özgürlüğümüzü kazandık,
Sınırları kutsallaştırdık, onların topraklarımızı bölmek için çizdikleri sınırları.
Ve unuttuk, o sınırlar bizi kıstırdıkları tek kişilik hücrelerimizin ve bizi hapsettikleri evlerimizin sınırlarıydı.”
Sati el-Husri bu satırları 1950’li yılların ortalarında yazdı. Hem bir fikir adamı, hem de eğitim bakanlığı yapan bir devlet adamı olarak verdiği 30 küsür yıllık mücadelenin özeti olarak. El-Husri’ye göre, Arap milliyetçiliğinin önündeki en büyük engel, yapay da olsalar, mevcut Arap devletlerinin sınırlarıydı. Mısır’ın, Arap dünyasındaki siyasi, iktisadi ve kültürel ağırlığı ve lideri Nasır’ın Arap sokağını harekete geçirebilen karizması bile söz konusu engeli aşmaya yetmedi. Ve Mısır sınırlar ötesi bir ideali gerçekleştirmeye çalışmanın bedelini çok ağır ödedi.
Adeed Dawisha, Arab Nationalism in the Twentieth Century: From Triumph to Despair, Princeton University Press, (2003) 2016