[voiserPlayer]
Ekrem İmamoğlu’nun İBB Başkanı seçildiği gün karşılaştığı ve yıllardır göz ardı ettiği en büyük sorun, onun belediye başkanlık dönemini ve siyasi hamlelerini belirledi. Aynı zamanda, muhalif kitlelerin İmamoğlu’nu, onun potansiyelini aşan bir imaj hâline getirmesine de yol açan bu sorunun adı liderlikti.
Nasıl bir siyasi liderlik performansı tercih edilmeliydi? Daha da ötesi, liderlikten anlaşılan ne olmalıydı?
Bu soruların yanıtları kişisel gelişim kitaplarının ötesinde siyasal kültürün ve konjonktürel koşulların bileşiminden oluşan bir analizi gerektiriyor. Aynı zamanda “özgün” bir yanıtı, bir farklılığı ortaya koyacak entelektüel müdahaleyi de.
Bununla birlikte bu soruların yanıtı zamansal bir boyutu da içermeliydi. Keza kurumsal muhalefetin yıllardır içinden çıkamadığı “zamanlama” sorunu, İmamoğlu’nun geçtiğimiz dört yıllık serüveninde kendisini şaşırtıcı bir şekilde tekrar etti.
“Lider-Siz” Muhalefet
Bir siyasal oluşumun lidersizliğini mümkün kılan en önemli husus, kurumsal yapı ile kitlesel beklenti arasındaki çelişki ve uyumsuzluktur. Kurumsallık ve kitlesel olan arasında uzlaşmaz bir ayrımın, göz ardı edilse bile kendisini sürdürmesidir.
Bu bakımdan lider, kurumun en başındaki figür olmaktan, örneğin genel başkan olmaktan, çok farklı bir olgudur.
Etkileme kudretini, konu ne olursa olsun muhafaza eden bir lider, kitlelerin beklentilerini “anlıyormuş” gibi yapmaz; onun temsilcisi olmakla yetinmez. Aksine, o beklentileri kendi profilinde üretir. Kitlelerin “yapabilme” kudretine dönüşür.
Lider, kitlelere kim olduklarını hatırlatarak geri çekilen, hatta kaybolan bir aracıdır. Fakat tam da bu kayboluşta liderliğinin onayını bulur.
Bakarsanız, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kitlelerle kurduğu ilişkinin psikolojisi tam da bu noktada yatar. Olgusal düzeydeki sorunların, şikâyetlerin Erdoğan’a yönelik teveccühü kesintiye uğratamamasının kaynağında bu vardır.
Tabii uyarmak gerekiyor: Burada kitle teorisyenleri ve onların çağdaş romantikleri tarafından tekrar edilen, teslimiyet odaklı bir kayboluştan söz etmiyoruz. Kabul edilenin aksine, siyasal liderliğin belirleyici noktası metafizikte yatmaz.
Keza kitleler, gerçek bir lideri dinlerken onun sözlerinde “ne istediğini” keşfeder. Liderin kendisinde ve onunla birlikte “yapabileceğini” bilinçli bir şekilde duyumsar.
(Bilinç, sanıldığı gibi, kendini üç yüz kelimede ifade etmek isteyen bir entelektüel birikim değildir; karşılığını bulduğunda üç kelime de onun kendi farkındalığını yaratabilir).
Bu duyumsama, etkin bir durumdur; ideolojik fantezilere kapılmaya da yol açan, salt rakibinin anti-tezi olmak üzerinden kurgulanan teatralliklerden farklıdır.
Böylesi bir teatralliğe kendinizi “inandırmak zorunda” hissedersiniz. Kitle ile lider arasında, sanıldığı gibi “mecburiyet” hissi yoktur, olamaz da.
Mecburiyet kaynaklı inanç, kitle ile lider arasında “ne istediğini” onda bulma ve yapabileceğini duyumsatan organik bağı tesis edemez. Zaten böyle bir bağın yokluğu ya da kurulmasının zorluğu bile, aslında liderin yokluğu demektir.
Mecburiyet hissiyle hareket eden birey, “lider”de yapabileceğini duyumsamaz çünkü. Ona “elindeki tek seçenek” olarak bakar, başka bir yolun yokluğunda mahsur kalmıştır. İdeolojik fanteziler de bu “mecburiyet” hissinin kaynağında, kurumsal olan ile toplumsal olan arasındaki uzlaşmazlık yatan “tek seçenek” gerçeğinin üzerini örtmek üzere kurgulanır.
Türkiye’de muhalefetin, toplumsal ve kurumsal boyutlarıyla yıllardır yaşadığı ve farklı gerekçelerle meşrulaştırdığı yenilgilerin kaynağında, rakibini odak noktasına almak zorunda olduğu stratejilere mecbur kalması, yani lidersizlik yatmaktadır. Diğer olgular ise talidir.
Genel başkan düzeyinde şekillenen ve bürokratik hamlelerle (aday belirleme vs.) inşa edilen seçim stratejileri lider yokluğunun bir sonucudur. Aynı zamanda bir liderin doğuşuna imkân tanımayan kurumsal yapılar ve küçük ölçekli hırslar da bu yokluğun alt kümelerini teşkil ediyor.
Tabii, yine de bu stratejiler başarılı olabilirdi. Eğer karşılarında Erdoğan’ın liderlik performansı olmasaydı. Bu cümleyi kuran aslında ben değilim. Cümlenin asıl sahipleri İmamoğlu’nda kendi Erdoğan’ını arayan muhalif toplumsal talep ve ona bir Erdoğan yazgısı biçen analizlerdir.
Nitekim “kendi Erdoğan’ını” aramak, kendi liderini aramaktır. Türk siyasal literatürünün, özellikle 2010 sonrası dönemin siyasal rekabetinin içerdiği psikolojiyi ifade etmek adına anlaşılması gereken bir olgudur bu: “Kendi Erdoğan’ını aramak.”
İmamoğlu: Hayal Kırıklığı mı, Lider mi?
Oysa lider, aramakla bulunan bir figür değildir. Hele de rakip “lider”in hükmünde bir arayış, hiç değildir. Lider, özgünlüğünü kazanmak zorundadır ve bunu salt benzerlikler üzerinden kuramaz.
Kitleler ile lider arasındaki ilişkide başlangıç noktası, her daim liderdir. Tersi bir konum olsaydı, muhalif kitlelerin kapıldığı mecburiyet hissi, alışkın olduğu siyasal figürlerden bir lider yaratabilirdi.
Keza, lider olmadığında asıl belirleyen kurumsal mekanizmalar olur. CHP semalarında “parti örgütünün desteği”nin değişim talepleri karşısında ana uğrak olması da bu durumu açıklar niteliktedir.
Dolayısıyla Ekrem İmamoğlu’nun 31 Mart seçimlerinde yakaladığı ivmeyi yitirmesi tek başına kendi kabahati değildir. Nitekim ivmedeki bu düşüş, kurumsal muhalefetin “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” varsayımını çürütecek performansıyla birlikte okunmalıdır.
Aynı şekilde bir an önce “kendi Erdoğan’ını” arama psikolojisine kapılmış muhalif psikolojinin aceleciliği de bu ivmenin çöküşündeki parametrelerden biridir.
İmamoğlu da her şeyden önce bu psikolojinin asli unsuru olan aceleciliğe kapıldı. İBB Başkanlığı’nın ötesini istediğini dolaylı cümlelerden oluşan bir söylemle sıklıkla tekrar etti.
“Erdoğan, İmamoğlu’ndan korkuyor!” şeklindeki sloganvari söylemin egemenliği, hem kitleleri hem de İmamoğlu’nun kendisini büyüledi.
Oysa lider ve kitleler arasında ilişkileri karmaşıklaştıran, lider potansiyeli ortaya koyan figürü de avam tabirle “tongaya düşüren” tam olarak bu büyülenmedir.
İmamoğlu bu süreçte, kendi yazdıklarından büyülenmeye başlayan ve bu andan itibaren sadece “büyülenmediği dönemin” eserleri hatırına okunan bir romancıya dönüştü.
Aynı şekilde, kurumsal muhalefetin paslı bir demire dönüşmüş yapısı da İmamoğlu’nu, kapıldığı büyülenmenin kaldıramayacağı bir ikincil konuma, “Cumhurbaşkanı yardımcısı adaylığı”na indirgedi.
Görüldüğü üzere İmamoğlu’nun bir politik figür olarak en büyük hatası, kendi Erdoğan’ını arayan kitlelerin büyüsüne kapılarak yaptığı “zamanlama” hatası oldu.
Keza kendi lider profilini inşa etmesini sağlayacak ve aynı zamanda İBB Başkanlığı pozisyonunu kamuoyunda ikincilleştirmeyecek bir zamana ihtiyacı vardı. Bu zamanı kendisine tanımadı. Kitlelerle bu aşamadaki ilişkisini soğukkanlı bir şekilde sürdüremedi.
Bir bakıma bu yüzden de Altılı Masa’nın imajlarından birine dönüşmeye razı olacak noktaya geldi. Kendi liderlik sürecini inşa etmesi gereken zaman içinde, İBB Başkanı olarak siyasal alanın kıyısında beklemeyi gerçekleştiremedi.
Böylece, liderlik potansiyelini kurumsal muhalefetin çarkları ve toplumsal muhalefetin aceleci psikolojisi nedeniyle teknikerliğe düşürdü. Kendisi de bunun önünde duramadı ya da durmak istemedi.
“İktidar için değişim” adını taşıyan bir internet sitesinin kurulması, akademik makaleler yazmak için hazırlandığı şeklindeki söylentiler bu teknikerlik konumunun örnekleridir. Keza doğrudan ne istediğini ifade etmeyen söylemleri de.
Tüm bu hataların sonucunda İmamoğlu ile kitleler arasında bir zorunluluk ilişkisi kurulmak istenmekte: “Başka biri mi var?” Hatanın en başına dönülmekte kısacası.
Muhalif Bir Lider Nasıl Doğabilir?
Muhalefetin bir lidere sahip olabilmesi siyasal-psikolojik bir reformasyonla mümkündür.
Kurumsal çarkların “lider potansiyeli” öğüten hükmüne son verecek, muhalif kitlelerin siyasal apatisine de yol açan aceleci ruh hâlini yırtıp atacak bir reformasyondan söz ediyorum.
Böylesi katılaşmış bir işleyişin reformasyonu ancak krizle mümkündür. Başta CHP olmak üzere muhalefetin hem kurumsal hem de toplumsal düzeyde yakalandığı kriz bunun için bir imkândır.
Bu kriz İmamoğlu için de bir imkâna dönüşebilir. Kendisinin de konforuna kapıldığına açıklamaları ve yaklaşımlarıyla tanık olduğumuz “mecburiyet” olgusu içinde hareket etmeyi bırakmalı.
Zamanlama hatalarına, ki bu hataların başında ne yapacağını söylemeyen açıklamalar geliyor, son vermeli her şeyden önce.
Yapabilir mi? Açıklamalarından, web sitesi kurup makale yazmayı hedefleyen tutumundan görebildiğimiz kadarıyla bu soruya olumlu yanıt vermek zor.
Belki de en büyük kriz, elindeki liderlik potansiyelini el birliği ile batıran toplumsal ve kurumsal muhalefetin, çöküşün asli nedeninin kendisi olduğunu görememesidir.