[voiserPlayer]
Geçtiğimiz günlerde yine çok acı bir deprem tecrübesi yaşadık. 6.8 gibi bir şiddette 41 kişi hayatını kaybetti ve 2000’e yakın insan yaralandı. Böyle görece ufak bir depremde bu kadar büyük insan kaybının yaşanması tabii ki sosyal medyada tepki doğurdu ve insanlar “nerede bu devlet” diyerek itirazlarını dillendirmeye başladılar. Olaya tepkiler yağdı ve tabii ki her konuda olduğu gibi bu konuda da ülke hemen ikiye ayrıldı. Bir tarafta devletin üstüne düşenleri yapıp yapmadığını sorgulayanlar vardı ki bu taraf çoğunlukla devletin üstüne düşeni yapmadığını iddia eden muhaliflerdi. Diğer tarafta ise –çoğunluk olarak iktidar destekçilerinin tarafı diyebiliriz- devletin ne yaptığının sorgulanmasının değil, birlik olmanın zamanı olduğu iddia ediliyordu. Tabii ki haşmetli devletimiz hemen üzerine düşeni yerine getirmek üzere harekete geçti ve sosyal medyada devleti eleştirenler hakkında işlem başlatarak hepimizi çok büyük bir felaketten kurtardı! Fakat konumuz bu değil.
İktidar yanlılarının devletin sorgulanmaması gerektiği konusundaki birliği devam ederken muhalifleri ikiye bölen bir başka olay yaşandı. İmamoğlu olanları yerinde incelemek için Elazığ’a gitti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından sağlanan yardımlar ve yardımcı ekipler Elazığ’a zaten gönderilmişti. Buraya kadar her şey olması gerektiği gibiydi fakat birkaç gün sonra İmamoğlu’nun ailesiyle beraber Erzurum’a kayak tatili için geçtiği anlaşıldı. Bu durum hemen iktidar yanlısı troll ekiplerinin liderliğinde sosyal medyaya sürüldü ve İmamoğlu’nun, Türkiye böyle bir felaketle boğuşurken nasıl tatilde olduğu sorgulanmaya başlandı. Bu durum muhalifler tarafında da karşılık buldu. Gönül verdikleri, belki de geleceklerinin lideri olarak gördükleri insanın, felaketin hemen sonrasında tatile gitmiş olmasına kızgınlıklarını dile getirmeye başladılar. Burada durup, bu duruma biraz odaklanmak ve belki de Weber’in otorite kavramına biraz değinmek gerekir.
Max Weber otoriteyi üçe ayırmıştır: Karizmatik otorite, geleneksel otorite ve yasal/rasyonel otorite. Bu ayrıma göre karizmatik liderler insanları peşlerinde sürükleyebilen, karizmaları dolayısıyla yönetişim problemlerinin üstesinden gelebilen liderlerdir. Geleneksel otorite ise, otoriteyi kullanan kişinin otoritesini gelenekten aldığı; yönetişim gücünü, yaslandığı geleneklerden alan liderlerin kullandıkları otoritedir. Yasal/rasyonel otorite ise yöneticinin gücünü kurum ve kurallardan aldığı, yönetişim gücünün ve sınırının kanunlar çerçevesinde meşruiyet kazandığı otorite tipidir. Bu basitleştirdiğim tanımlamaları göz önünde bulunduracak olursak ve Türkiye’de hangi lider tipinin öne çıktığını düşünecek olursak, karizmatik lider tipinin daha makbul olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır.
Duralım ve Türk tarihini düşünelim. Aklımıza gelen isimlere bakalım. Osmanlı dönemini düşünecek olursak Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim ve son dönem olarak II. Abdülhamit ilk akla gelen isimler olacaktır. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi herkesin bildiği bir şeydir ama Osmanlı Devleti’ni Roma birikiminden yararlanarak –ki kendisini Kayzer-i Rum ilan etmiştir– bir Anadolu devletinden dünya imparatorluğuna dönüştürmek için kurallar-kurumlar ortaya koyması pek akla gelmeyecektir. Benzer bir biçimde Süleyman’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün zirvesindeyken tahtta olan padişah olduğu bilinir ama yaptığı kanunlar sebebiyle aldığı sıfatı olan “Kanunî”liği pek önemsenmemiştir. Zaten halkımızın genel kanısına göre Süleyman’dan sonra gelen padişahların “pek bir numaraları olmadığı için” Osmanlı gerileme dönemine girmiştir. II. Abdülhamit’in imparatorluğun çöküş döneminde çıkış olarak bulduğu İslamcılığı herkes tarafından bilinir ve dizilerde İslam uğruna yabancı diplomat tokatlar fakat, açtığı Batı tipi okullarla, altyapı çalışmalarıyla vb. Türk modernleşmesine yaptığı katkı pek de önemsenmemiştir. Bu anlayışa göre, zaten Osmanlı’nın çöküş döneminin başlangıcı Abdülhamit’ten sonra kendisi kadar “iyi” bir padişahın devletin başına gelmemesidir. Osmanlı Devleti’nin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Abdülhamit’in kurduğu kurumlardan sağladığı fayda göz ardı edilmiştir.
Cumhuriyet dönemine bakacak olursak, Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı olan Atatürk’ün savaş kahramanlıkları herkesçe bilinir fakat Atatürk’ün modern bir devlet kurmak için yaptığı reformlar hep ikinci planda kalmıştır. Halkımızın inanışına göre Türkiye her an çökme tehlikesiyle karşı karşıyadır ve bu ülkeyi kurtaracak bir kurtarıcı gelmeli, halk onun arkasında yürümeli ve Türkiye Cumhuriyeti kurtulmalıdır. Ülke ancak arkasında yürünecek karizmatik-yüce bir liderle iyileşebilecektir.
Bu durum göz önüne alındığında, halkımızın İmamoğlu’na tatile gittiği için kızması gayet anlaşılır olacaktır. Türkiye’nin bu çöküş döneminde ülkeyi ve milleti kurtarması gereken, büyük lider imgesine sığdırmaya çalıştıkları İmamoğlu’nun, kayak takımlarıyla poz vermesi muhaliflerde bile şok etkisi yapmıştır. Bir düşünsenize, turuncu montla kayak yapan birisi hiç büyük kurtarıcı olabilir mi? Savaş meydanında ya da at üstünde olması gereken, en olmadı şehit cenazesinde düşmana korku salacak şekilde poz vermesi beklenen lider nasıl olur da kayak yapar? Türkiye’nin “yeni nesil” gazeteciliğinde önemli bir yer tutan Cüneyt Özdemir bile “Ben böyle birine güvenip ülkeyi teslim etmem” diyerek büyük kurtarıcı imgesine uymayan İmamoğlu’na halk adına tepkisini gösterip bu imgenin kuvvetini gözler önüne sermiştir.
Bunları anlıyorum ama bu ülkenin kurtarılmak istemeyen insanları yok mu? Yani herkes “bir lider çıksın, her şeyi düzeltsin, biz de onun kurduğu ülkede güzel güzel yaşayalım” mı diyor? Hiç sanmıyorum. Bence kendi hayatını kendi emeği sayesinde yaşanabilir kılmak isteyen milyonlarca insanımız da var. Naçizane, ben de onlardan biriyim. İşte bu sebeple İmamoğlu’nun tatile gitmesine hiç gücenmiyorum. İmamoğlu Elazığ Belediye Başkanı mı? Değil. Kurtarma ekiplerine kendisi yardım edebilir mi? Hayır. İstanbul Belediye Başkanı olarak yardım ekibi ve yardım sağlamış mı? Evet. Elazığ’da bulunarak ya da tatil yapmayarak depremzedelere bir fayda sağlayabilir mi? Hayır. Bu durumda Erzurum’a giderek, kendi ifadesiyle “400 günde 8 günü ailesiyle geçirmesi”nde bir sorun var mı? Hayır. Tam aksine, bence siyasetçilerin aslında normal insanlar oldukları gerçeğiyle ilgili halkımızın anlam dünyasını düzeltmesi açısından çok faydası var. Bu ülkenin okumuş, dünyayla bağı olan, yaptığı işi iyi yaptığı için bir yerlere gelmek isteyen ve en çok kendi bireysel hayatıyla ilgilenen milyonlarca kişilik kitlesi açısından, İmamoğlu’nun turuncu montla kayak yapması bir normalleşme alameti ve umut bile olabilir. Ben seçtiğim liderden zor zamanlarda üzerine düşeni yapmasını bekliyorum ama siyaseten kazanç sağlayacak diye “ağlak” pozlar vermesini istemiyorum. Seçtiğim lider gelsin her şeyi düzeltsin ve bizi kurtarsın istemiyorum. Kendi kendine işleyebilen, karizmatik bir liderin varlığına ihtiyaç duymayan kurumlar olmasını ve devletin benim hayatıma karışmamasını istiyorum. Yani Weberyan manada yasal/rasyonel bir otorite ülkemi yönetsin istiyorum. Benim kendimi gerçekleştirmem için önümdeki engelleri kaldırsın ama bir yere gelmem için bana ayrıcalık sağlasın istemiyorum. Büyük bir liderin gelip hepimizi kurtarmasını değil, herkesin kendi hayatını değerli kılabilmek için kendi mücadelesini özgürce verebilmesini sağlayan bir devlet istiyorum. Ben bu ülkenin genç sayılabilecek bir vatandaşı olarak, normal bir ülkenin, normal bir vatandaşı olmak istiyorum. Ülkem normalleşsin istiyorum. Normalleşsin ki, biz de turuncu montlarımızı giyip, bir felaket olduğunda devletin yapılması gerekenleri yaptığını bilerek kayak tatiline gidelim istiyorum. Çok şey mi istiyorum?