[voiserPlayer]
Bu sene eşimle Kurban Bayramı tatilini güney Türkiye’de herhangi bir tatil lokasyonundan birçok açıdan daha ucuz olan Karadağ’da yapmaya karar verdik. Hem farklı bir ülke görmek hem de Balkanlar’ın tarih ve sosyolojisine dair biraz gözlem yapmak niyetindeydim. Amaçlarım açısından oldukça verimli bir tatil geçirdiğimi de söyleyebilirim. Gözlemlerimi sizlerle de paylaşıp Karadağ’a dair düşüncelerimi aktarmak istedim.
Karadağ birçok Türk için gözde bir tatil lokasyonuna dönüşmüş. Ancak Karadağ’ın başkenti Podgoritsa’ya yalnızca THY uçtuğu ve THY biletleri Pegasus’tan daha pahalı olduğu için Türkler, Arnavutluk’un başkenti Tiran’a uçup araba kiralayarak Karadağ’a geçiyorlar. Ancak Tiran havalimanında sohbet ettiğim Arnavutlardan anladığım kadarıyla Türklerin Arnavutluk’ta kalmak yerine Karadağ’a geçmesine Arnavut kardeşlerimiz biraz içerliyor. O nedenle Arnavutlara Karadağ’a geçeceğimizi söylemek istemedim.
Tiran havalimanında arabamızı almak için beklerken Avusturya Tirol bölgesinin başkenti Innsbruck’ta yaşayan bir çiftle tanışıp sohbet etme fırsatımız da oldu. Avusturya’da Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan sonra yükselen enflasyon, onları da daha ucuz tatil seçenekleri aramaya itmiş ve Arnavutluk’un güney sahilinde İyonya Denizi kıyısında bir tatil yapmaya karar vermişler.
Arnavutluk’tan Ülgün’e
Havaalanından kiraladığımız aracımızla Tiran’dan yola çıkıp Karadağ’ın en doğudaki sahil şehri Ülgün’e (Arnavutça: Ulqin veya Ulqini; Karadağca: Ulcinj) doğru yola çıktık. Arnavutluk’ta ödemeleri euro ile yapabildik. Ancak para üstünü Arnavutluk para birimi lek olarak verdikleri için sınırı geçmeden bütün lek’lerimi harcadım. Arnavutluk’ta yakıt hariç her şey Karadağ’dan daha ucuz. Zira Karadağ, 680 bin nüfusu ancak oldukça güzel kıyı şeridi ve sahilleriyle tam bir turizm ülkesine dönüşmüş durumda. Para birimi olarak euro kullanmalarının da fiyatların artmasında katkısı olmuş.
Yolların tek şerit olması 100 km. hıza ulaşmanızı bile oldukça zorlaştırıyor. Ancak bu durum oldukça güzel Arnavutluk ve Karadağ manzaraları eşliğinde keyifli bir yolculuk yapmanızı da sağlıyor. İstanbul’un Karadeniz sahillerindeki köy yollarını andıran dar bir yoldan sınıra geldik. Ülgün’e gitmek isterseniz bu yoldan geçerek ülkeye giriyorsunuz ki bu yol, Arnavutluk’un kuzeyinde yer alan İşkodra’dan Karadağ’ın başkenti Podgoritsa’ya geçen yoldan çok daha kötü. Sınırda Türk olmanın ve Türkiye pasaportu taşımanın ayrıcalığını hissettirecek şekilde 5 dakikada pasaport kontrolünden geçerek Karadağ topraklarına ulaştık.
Karadağ marketlerinde Arnavutluk marketlerinde rastladığımız Türk markaların ürünleri daha az görünür oldu. Bahçelerinde birçok ürünün yetiştirildiği Arnavutluk köylerinin içinde yarım saat kadar daha ilerledikten sonra Ülgün’e ulaştık. Karadağ’ın Arnavutluk sınırına yakın bu şehirde ekseriyetle Arnavutlar yaşıyor. Dolayısıyla Karadağ’ın diğer bölgelerine göre çok daha fazla cami ve İslam medeniyetine dair izler görmeniz mümkün. Ülgün, Adriyatik kıyısında yer alan tipik bir Akdeniz şehri. Denizden hemen sonra yükselen dağlar ile hakim bir tepeye konuşlanmış kale arasında kalan küçük ama şirin bir kent. Şehir merkezinde kalenin hemen yanında yer alan koydaki kumsal ve sahil ise yüzmek için oldukça güzel.
Kaleiçinde kaldığımız otel ve otelin restoranının muhteşem bir deniz manzarası vardı. Otelin sahibi Adem Bey tipik bir Arnavut olarak bildiği bazı Türkçe kelimeleri sıraladı ve bize Çukur dizisini çok severek izlediğini söyledi. Nitekim Arnavutluk ve Ülgün’de insanlarla konuştukça daha çok farkına vardım ki Arnavutluk halkı kendi televizyonlarından ülkede bir fenomen haline dönüşmüş ancak benim isimlerini dahi pek duymadığım birçok Türk dizisini izliyor. Özellikle Arnavut gençleri dizilerden çok iyi diyebileceğim ve hatta zaman zaman beni şaşkınlığa uğratacak seviyede Türkçe öğrenmişler.
Ülgün Müslüman Arnavut nüfusu ile Osmanlı izlerinin daha rahat görülebileceği bir şehir. Nitekim kale girişinde sizi bir Osmanlı çeşmesi karşılıyor. Kalenin ana giriş kapısının solunda şu an restorasyonda olduğu için kapalı olan müze bölümünde küçük bir şapelin yanında yıkık bir minare var. Durmadan Venedik ve Osmanlı arasında el değiştiren sahil kasabaları için tipik bir görüntü: camiye dönüşen kilise ve minaresi yıkılıp kiliseye dönüştürülen cami. İtalyan tarzı kiremitlerle örülü taş binalar yer yer İtalya havası uyandırıyor ki bu havayı elbette Venedik etkisinde çok daha uzun süre kalan Kotor tarafında gözlemlemek çok daha kolay. Oraya ilerleyen satırlarda geleceğiz.
Ülgün kalesinin şu an her biri otel ve restorana dönüşmüş taş binalarını yine taş yollardan geçerek yarım saatlik bir yürüyüşle görmek mümkün. Kale çıkışında şehrin batısına doğru sahilin hemen üstünde yer alan patika tarzı yoldan ilerleyerek de çok güzel ağaçlar ve çiçekler arasında yürümek güzel bir deneyimdi. Kalenin çıkışındaki kilise ve mezarlık, büyük çam ağaçları ve yaşlı oldukları her halinden belli zeytin ağaçları arasında yer alıyor.
Ülgün’e dair Osmanlı deyince akla gelen başka ilginç bir bilgi ise Sabetay Sevi’nin bu şehirde ölmesi. Nitekim kendisinin güzel bir heykeli de kaleiçinde küçük bir bahçede sergileniyor. İzmir’de mesih olduğu iddiasıyla peşinden birçok Yahudi’yi sürükleyen bu din adamı, Osmanlı otoriterlerinin tepkisi nedeniyle Müslümanlığı kabul etmiş ancak gizliden gizliye takipçileriyle ilişkilerini sürdürerek kendi çapında tebliğsine devam etmiş. “Akıllanmayan” Sabetay Sevi’ye kızan Fazıl Ahmet Paşa ise Sabetay Sevi’yi hiçbir Yahudi’nin olmadığı Ülgün’e sürerek (1670’ler civarı) cezalandırmış. Ülgün 1867’de İşkodra Sancağı’na bağlanmış olsa da Berlin Anlaşması’yla (1878) resmi olarak Osmanlı’nın kabul ettiği Karadağ Prensliği’ne verilmiş.
Ülgün’de geceleyin kaleden sahil kıyısına inerek yaptığımız yürüyüş de oldukça ilginçti. Sahil kıyısında yer alan bir bar-restoranda oldukça gürültülü bir parti vardı. Şık giyimli birçok kadın ve erkek partiye gelmiş ve çok yüksek sesli bir müzik eşliğinde dans ediyorlardı. Ancak uzun ve küçük bar masaları üzerinde nargile içenleri görmek oldukça şaşkınlık vericiydi. Ülgünlü Arnavutlar, Türk dizilerinden mi etkilendi bilinmez, nargile içmeyi seviyorlar. Parti sırasında sahilin hemen kenarında taştan yapılmış küçük ve şık bir camiden (Denizciler Camii) yükselen yatsı ezanı sesi ise pek kimsenin umurunda olmadı.
Podgoritsa’nın Hemen Dışında Kaldığımız Yer
Ertesi gün Podgoritsa’nın 15-20 km. batısında İşkodra yolunda yer alan arkadaşım Denis’in evine geçtik. Dinosa (Dinoşa) adı verilen ve Tuzi’ye yakın olan bu bölgede 1-2 dönümlük araziler üzerinde oldukça güzel yazlık evler ve harika bahçeler var. Denis’in bahçesinin hemen yanında kuzeni Samir’in evi vardı ki Samir ve ailesi burayı yazlık olarak değil, devamlı kaldıkları bir ev olarak kullanıyorlar. Samir’in bahçesinde hem fındık hem de zeytin ağacını bir arada görmek de ilginç bir gözlem oldu.
Denizden hemen sonra dağların yükseldiği Karadağ’da başkent Podgoritsa ve etrafı dağların arasında yer alan ılıman ve geniş bir ovaya yayılmış. Ve bu ovada hem Karadeniz hem de Akdeniz özelliklerini bir arada görmek mümkün. Ancak hem kıyı şeridinde hem de daha içte yer alan Podgoritsa’da karakteristik olan şey, el değmemiş güzellikte dağlar ve bu dağlardan denize doğru akan ırmaklar etrafındaki geniş yeşillik alanların manzarasıydı.
Karadağ adının hakkını verecek şekilde kıyı şeridinden ya da denizden bakıldığında koyu siluetlere sahip dağ sıralarının hakimiyetinde bir ülke. Nitekim ülkeye Karadağ (Montenegro) adı da bu siyah gölgeli dağ manzarası nedeniyle 15. yüzyılda verilmiş. Bu manzarayı gördüğünüzde ünlü Akdeniz tarihçisi Fernand Braudel’in II. Philip Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası (The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II) kitabına neden “her şeyden önce dağlar” diye başladığını daha iyi anlıyorsunuz.
Budva
Tuzi’deki evimizden ertesi gün Budva’yı görmek için yola çıktık. Dağlardan denize inen oldukça keskin virajlı yollardan aşağı inmek de elbette biraz zaman alıyor. Ancak 1-1.5 saat arası bir sürede Budva’ya varmamız mümkün oldu. Budva tarihini ve doğasını, turizme diğer şehirlere göre daha çok ezdirmiş bir şehir. Küçük kaleiçi eski şehirden hemen sonra oldukça şık yeni oteller ve otel inşaatları yükseliyor. Kumar oynamak isteyen turistler için de casinolar var. Bizim Antalya Kemer’i andıran sahil şeridinde ise 3-4 katlı şık apartmanlar, ıhlamur ağaçları ve yine rengarenk çiçekler arasında yer alıyor. Sonrasında ise oldukça dik yamaçlara sahip dağlar yükseliyor.
Budva’nın kale içinde yer alan eski şehri küçük bir İtalyan şehri havasında. Dar sokaklar geçerek taş binaların açık kahve tonlarındaki yine taş tuğlaları arasında güzel bir yürüyüş yapabiliyorsunuz. Daha güzeli ise kalenin içinden açılan sahilde size yüzme fırsatı sunması. Ancak deniz, burada kayalık. Her yerde güzel bir kumsal bulma lüksünüz yok. Budva ayrıca Kotor gibi diğer Karadağ şehirlerinden pahalı bir şehir. Zira turizme olan talep bu şehirlerde daha çok hissediliyor ve turistlere hizmet veren sektörler son derece canlı. Budva’yı birkaç saatte gezebilirsiniz. Diğer Karadağ şehirleri gibi oldukça küçük. Ve bu küçük şehirde yalnızca Türkçe konuşarak da vakit geçirebilirsiniz. Çünkü -sanıyorum uzun bayram tatili nedeniyle de- her yer Türk. Sokaklarda Türkçe konuşarak dedikodu yaparken size gülümseyen Türklere rastlamanız işten bile değil.
Yeniden Podgoritsa
Bir sonraki gün ise başkent Podgoritsa’da kısa bir gezi yaptık. Oldukça sakin ve sessiz bir şehir. Güzel kafelerden birinde oldukça iyi bir kahve içtikten sonra Mostar tarzında bir Osmanlı köprüsünün altından akan ve küçük bir nehir olan Ribnica’nın daha büyük bir nehir olan ve Podgoritsa’nın içinden geçen Moraca nehrine birleştiği yerde oldukça güzel vakit geçirdik. Bu nehirler de diğer Karadağ nehirleri gibi oldukça temiz ve berrak bir suya sahip. Doğal güzellikleri oldukça iyi koruduklarını söyleyebilirim. Zira bu tür doğal güzellikler Türkiye’de olsa küçük hidroelektrik santralleri, çay bahçeleri, alabalık çiftlikleri ve beton yığını yapılarla çoktan kirlenmiş olurlardı.
Çetine
Podgoritsa’dan Budva sahiline giden yolun denize yakın Batı yakasında eski başkent Çetine’ye (Cetinje) de uğradık. Çetine çok bilinen ve kıyı şeridinde takılmayı tercih eden turist gruplarının pek bildiği ve tercih ettiği bir şehir değil. Ancak ben bu şehri oldukça beğendim. Dağ sıralarına sırtını dayamış uzun bir vadiye yayılan bu küçük şehirde birçok tarihi kamu binası, güzel bir Ortodoks manastırı, taştan caddeler ve etrafına konuşlanmış güzel kafe, bar ve restoranlar arasında son derece keyifli bir gezi yapmak mümkün. Çetine; Karadağ tarihine damgasını vuran, Karadağ’ın 15. yüzyılda kurucu başkenti görevini üstlenmiş, şu an ise Cumhurbaşkanı konutuna ev sahipliği yapan bir şehir. Karadağ’ın kurucu babaları ve ulusal figürleri bu şehirden çıkmış. Karadağ’da yaşamak istesem ilk tercihim bu şehir olurdu. Bu şehirden Budva plajına yarım saatte inmek de mümkün.
Tabii Ki Kotor ve Kotor Körfezi (Boka Kotorska)
Ve gelelim son durağımız Karadağ’ın incisi Kotor’a… Kotor Körfezi Adriyatik denizinin en güzel körfezlerinden biri. Dağlardan oluşan kıyıları ve Kotor’un içine adeta bir göl gibi nüfuz etmiş denizin maviliği, bu körfezin ve Kotor’un harika manzarasının temel sebebi. Bir de adalar var elbette. Bot turlarıyla tüm Körfezi gezmek mümkün. Körfezin en içinde yer alan ve dik bir yamacın dibinde kurulmuş Kotor Kalesi ve şehri, Venedik’ten manzaralar sunan İtalyan tarzında mimariye sahip bir kalekent. MÖ. 168’te Roma İmparatorluğu tarafından kurulan şehirde elbette Roma kalıntılarını da görmek mümkün.
Oldukça sağlam ve kalın kale duvarlarıyla korunan ve fethedilmesi zor bir coğrafyada yer alan Kotor, Osmanlı tarafından iki defa kuşatılmasına rağmen alınamamış ve 14. yüzyıldan 18. yüzyılın ikinci yarısının ortalarına kadar Venedik kontrolünde kalmış. 1979 yılından beri UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alan şehrin kaleiçi bölgesi mimarisi, Schengen Visa’sı almadan tipik bir Adriyatik kıyısı İtalyan şehri yapısını anlamanızı sağlıyor. Sokaklarında gezerken The Borgias (2011) dizisinde izlediğim sahneler aklıma geldi. Arnavut kaldırımlar üzerinde yürürken dağın sarp yamacıyla bütünleşmiş taş mimarinin birçok özelliğini barındıran merdivenler, binalar ve kale duvarları Orta Çağ’ın kendi kendine yeten İtalya şehir devletleri atmosferini sunuyor.
Ve bu şehirde de bayram tatili boyunca hem turistik amaçlarla gelen hem de Kotor ve etrafına yerleşerek turizm sektöründe çalışan birçok Türk’e rastladık. Kalenin giriş kapılarından birinin hemen yanında bir otelde kaldık ve otelin işletmecileri de Türk’tü. Sanıyorum şehrin taş kaldırımlı harika evleri arasında gezenlerin de yarısı Türk’tü. Bölgede yaşamış ünlü İtalyan aristokrat ailelerin adlarıyla anılan taş binaların her biri, zarif işlemeler, sanat eseri kapılar ve son derece bakımlı görünüşleriyle iyi korunmuş bir İtalyan kıyı şehri görüntüsünü tamamlıyordu. Kalenin üst taraflarına tırmanma azmi ve enerjisi olanlar 8 euro bedeli ödedikten sonra şehrin tepesinden eşsiz Kotor Körfezi manzarasını seyredebilirler.
Kotor’da da Budva’da olduğu gibi fiyatlar oldukça yüksek. Tam bir turizm şehri hüviyetine bürünen şehir, son yıllarda Batı Avrupa’dan daha fazla turist çekmeye başlamış. Kotor’un biraz daha batısında yer alan ve deniz ile bütünleşmiş ufak bir kasaba olan Perast da yine taş binaları, ada manzarası ve ılık Adriyatik esintisi ile sizleri karşılayan ziyaret edilesi bir kasaba. Denizin dağlara kavuştuğu yerde yaşamak diye bir şey varsa bunun en iyi örneğini Perast sakinleri veriyor.
Yazıyı daha fazla uzatmadan ve detaylara girmeden bitireyim. Evet, Karadağ Türk lirasının Euro karşısında bu kadar değer kaybettiği bir dönemde Türkiye pasaportu sahipleri için oldukça iyi bir seçenek. Beş yıl içinde AB üyesi olma ihtimali olan bu ülkeyi görmek isteyenler elini çabuk tutmalı. Küçük şeyler güzeldir fehvasınca Karadağ’ın şirin, minik şehirlerinde; temiz hava ve su eşliğinde; doğanın yalın zarafeti ve sessiz atmosferinde sakin bir mola hepimize iyi gelecektir.