[voiserPlayer]
Geçtiğimiz hafta yapmış olduğum Güney Afrika ziyaretimde çeşitli kurumları ziyaret etme fırsatı buldum. Anayasal değişim bakımından yakın dönemin önemli ülkelerinden birinin tarihini yerinde dinlemek ve bu toplumu gözlemlemek benim adıma harika bir tecrübe oldu. Bu sırada geçiş dönemi adaleti konusunu da düşünme şansı buldum. Türkiye’de pek çok konu gibi geçiş dönemi adaleti konusu da tabii ki uçlarda tartışılıyor. Kimisi, hiçbir geçiş dönemi süreci olmasın derken kimisi de geçiş sürecine intikam gibi bakıyor. Oysa geçmişinde ciddi hukuki krizler ve insan hakları ihlalleri yaşanmış ülkelere baktığınızda geçiş dönemi adaleti kavramı, aslında her zaman gündem olmuş ve verimli kullanıldığında da uzun vadede daha başarılı ve etkili bir demokrasinin inşasında rol oynamıştır.
Geçiş dönemi adaleti kısmına ilişkin bir şeyler anlatmadan önce her zaman savunduğum ve yakın zamanda 6’lı Masa’nın Anayasa Paketi’ne ilişkin eleştirilerimde de dile getirdiğim üzere anayasa değişikliğinin insan hakları ve eşitlik bakımından çoğu zaman manasız kaldığını belirtmeliyim. Sosyolojik ve ekonomik yapılarla desteklenmeyen hiçbir değişiklik manalı bir sonuç getirmiyor. Güney Afrika’da bunu gözlemleme şansı yakaladım. Uzun süre devam eden ve sivil ayaklanmaların da etkisiyle sonunda eşitlikçi bir anayasa ile taçlandırılan sürece rağmen özellikle Johannesburg’da siyahiler ve beyazlar arasında bir adaletin sağlanamadığını görüyoruz. Zira sadece anayasada yazması, yıllardır süre gelen ekonomik ve sosyal adaletsizlikleri ortadan kaldırmaya hiçbir zaman yetmez. Bu nedenle, toplumda gerçek anlamda başarılı bir geçiş dönemi yaşanmadıkça kanunlara anayasalara yazmakla çözülebilen bir sorun dünyada görülmemiştir. Yine de en azından barışçıl bir geçiş süreci olarak derslerde dinlediğimiz Güney Afrika’yı yerinde ziyaret etmek ve bu kurumları görmek çok anlamlıydı.
Güney Afrika’da 1948-1994 arasında “Apertheid” olarak bilinen ayrımcı politika, resmi devlet politikası olarak uygulanmıştır. Bu politika uyarınca Avrupa kökenli beyazlar üstün pozisyonlara sahipken siyahi vatandaşlar ekonomik ve sosyal anlamda ciddi ayrımcılıklara maruz kalmıştır. Bu ayrımcılık, sosyal hayatta gidebilecekleri restoranlardan tutun, eğitim kalitesine, cezaevlerinde maruz kaldıkları uygulamalara kadar her alanda görülüyordu. Ayrıca beyazların da siyahilere ayrılan okullara, restoranlara, mağazalara gitmesi mümkün değildi. Buna ek olarak toplumdaki bu ırka/etnik kökene dayalı ayrımcılığa göre beyazların ve diğer vatandaşların ev ya da toprak alabileceği alanlar da sınırlıydı. Karşılaşılan sadece siyahilere uygulanan bir ayrımcılık değil, beyazlar ve beyaz olmayan diğer tüm etnik kökenleri ayıran bir ayrımcılık sistemiydi. Hintliler, Asyalılar, Malezyalılar gibi birbirinden farklı pek çok grup vardı. Ancak bu politikalardan en sert şekilde etkilenen siyahlar olduğu ve nüfusun büyük çoğunluğunu onlar oluşturduğu için bu konu genellikle siyah ve beyaz ayrımı olarak tartışılıyor.
1994 yılında yeni bir anayasa yapılması ile bu süreç sona eriyor. Ancak tabii ki yeni anayasaya giden yolda Desmond Tutu, Mandela gibi çok bilindik liderlerin öncülüğünde direnişler yaşanıyor ve bu sürecin sonlanması için öğrenci eylemleri de dahil olmak üzere birçok olay yaşanıyor. Ama ben bu yazıda daha çok anayasa yapım sürecindeki geçiş dönemine odaklanmak istiyorum, yoksa Apertheid rejimi ve bu rejimin sona erişi kitaplara konu olan çok kapsamlı bir süreç.
Geçiş döneminin en önemli özelliklerden biri Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun kurulmasıdır. Peki bu komisyonun ne fonksiyonu vardı? Bu komisyon uzun süren bir siyasi anlaşma sonucu barışçıl anayasa hazırlığı için kuruldu. Temel amacı da toplumsal uzlaşma ve dönüşümü sağlayarak, apartheid sebebiyle ciddi mağduriyetler yaşamış çoğunluğu siyah olan vatandaşların mağduriyetlerini giderecek düzenlemeler yapılmasıydı. Bu süreçte insanların hikayeleri ve yaşadıkları dinlendi, kamuya açık şekilde anlatıldı ve anlattırıldı. Bunlar da aslında tarafların birbirlerini anlamasını ve mağduriyetler üzerine düşünebilmesini sağladı. Gerçek bir hukuk için bu gerekli midir bilemiyorum ama sosyolojik olarak toplum genelinde bunların yaşanması kesinlikle çok kıymetli ve gerekli.
Kamuya açık şekilde mağduriyetlerini anlatmaları da psikolojik ve sosyolojik olarak mağdurların öfkelerinden arınması anlamına geliyor. Bu da geçiş döneminde ve sonrasında yıllarca sürecek öfke ve mağduriyet hikayelerinin önüne geçilmesini sağlamış. Mağduriyetlerin anlatılması ve bunlardan arındırılmak için makul ve efektif bir süreç yürütülmüş. Ayrıca bu noktada failler de yaptıklarını anlatıyor ve onların da af dileme hakkı oluyordu. Ancak bu af dileme süreci için suçların siyasi nedenle belirli bir dönemde işlenmiş olması gerekiyordu. Her bir fail ve suç için tek tek inceleme yapılacaktı, fail suçlarını kabul etmeli ve detaylı olarak açıklamalıydı. Yani herkesi toptan affetmek gibi bir süreç de söz konusu değildi. Zaten herkesi toptan affeden bir sistem, mağdurlar bakımından kabul edilebilir ve anlaşılabilir bir süreç de olmaz ve başarıya ulaşmazdı.
Geçmişin hiç yaşanmamış gibi davranılması doğru bir demokratik geçiş süreci yaşanmasını engeller. Buna örnek olarak Güney Afrika Anayasa Mahkemesi ziyaretimizden bahsetmek istiyorum. Anayasa Mahkemesi eskiden Johannesburg’un en sert hapishanelerinden birinin bulunduğu bir kompleksin içerisinde yer alıyor. Bu alandaki eski hapishane bir müze olarak ziyaret edilebiliyor ve siyahi mahkumlara uygulanan sert yaptırımları ve hukuksuz uygulamaları burada görebiliyorsunuz. Mandela dahil olmak üzere aralarında eski devlet başkanlarının bulunduğu pek çok ünlü siyasi tutuklu da bu hapishanede kalmış ve yargı süreçlerini beklemişler.
Mahkeme olarak düzenlenen bölümde ise çok detaylı düşünülmüş güzel ayrıntılar var. Örneğin, duvarların bir kısmı hapishane zamanından kalma tuğlalarla duruyor. Bunun hem geçmişte yaşananları sembolize etmesi hem de geleceği birlikte inşa edeceklerini hatırlatmaları için tutmuşlar. Afrika kültüründe modern mahkemeler kurulmadan önce yerel uzlaşmalar bir ağacın altında toplanarak yapılırmış. Nitekim Anayasa Mahkemesinin de de dizaynı bir ağaç altında gibi hazırlanmış ve sembolü de ağaç. Bunun haricinde yerde bulunan beyaz halının üzerinde koyu renkte ağaç yapraklarının gölgesini temsil eden bir tasarım var. Yani mahkeme geleneksel kültürü modern hukuk değerleri ile bir arada görmeyi amaçlayan bir mimari anlayışla tasarlanmış. Diğer bir dikkat çeken nokta ise hakimlerin tam karşısında bir camlı bölüm var ve sokaktan yürüyenleri görüyorlar, bunun amacı da hakimlerin verdikleri kararın tüm vatandaşları etkilediğini anımsatmak. Bu tasarım da çok hoşuma gitti. Hapishanenin daha önce kadınlar koğuşu olarak kullanılan kısmında ise kadın hakları çalışmaları yapan STK’ların kullanacağı ofisler planlanmış. Mimari her bakımdan sürecin bir parçası yapılmış. Hapishanede hücrelerin olduğu kısımda da siyah vatandaşlara ne sebeplerden ceza verildiği, karşılığında ne kadar ceza aldıkları ve bunun daha sonra anayasa yapım sürecinde anayasaya hak olarak nasıl yansıtıldığını gösteren yazılar da eklenmiş. Bu da uzlaşmanın aslında en önemli parçalarından biri bence, çünkü doğrudan doğruya yaşanan acıların bir daha olmaması için bir çaba olduğunu gösteriyor.
Türkiye için geçmişle ya da günümüzde yaşananlarla uzlaşma ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Mimari sadece içinde yaşanan konutlar, çalışılan iş yerleri inşa etmek değildir, aslında gerçekten sosyal gerçekleri de yansıtan bir sanattır. Bu nedenle, kitaplardan okuduğumuz bu süreçlerin yansımasını canlı kanlı görmek benim için çok anlamlıydı. Umarım bizim de toplumumuzda belirli uzlaşmaları sağlayabildiğimiz günler gelir.
Fotoğraf: Tobias Reich