[voiserPlayer]
“Şimdi ölüm oldum, yok edicisi alemlerin.” Karşımdaki bu kahredici alev. Yukarı doğru, sağa doğru, sola doğru, geriye doğru, öne doğru bu katman katman büyüyen alev. Dışına doğru patlayan, sonra içine doğru büzülen, bunları defalarca tekrarlayan, turuncu, açık turuncu, koyu turuncu, kül rengi dumanlar, duman dağları arasında hipnoz edici o alev. Keskin ölümcül bir sessizlik. Ardından homur homur homurdayan en sonra o kulakları sağır eden ses. Gücü ile önüne çıkanı deviren, kulakların zarını patlatan o ses. Binlerce güneş birbiri ardına patlasa gökyüzünde, işte gözleri kör edici o ışık. İşte Tanrı’nın ihtişamı.
Bana Prometheus diyorlar. Hayır değilim. Prometheus Tanrılardan sadece onlarda kalmaması gereken bir şeyi çaldı. Ya ben? Ben Tanrılardan sadece onlarda kalması gereken bir şeyi çaldım. Kahredici, yok edici, kıyamet koparıcı o gücü. Ben şimdi ölüm oldum.
O konuşan benim. Evet benim. O patlamayı gözleri ile gören ve aynı dehşeti yaşayanlara, yüzünde zoraki bir gülümseme ile ‘başardık’ diyen. ‘Tebrikler’ diyen. ‘Çok iyi iş çıkardınız’ diyen. Evet o benim. Ancak sadece dilim söylüyor. Gözlerim ise başka. Dehşet içindeler. Şaşkın. Afal afal bakıyorum etrafa. Yüzleri tanıyamıyor, tanıyormuş gibi yapıyorum ve yapmacık bir gülümseme ile gülüyorum. Kalbim, vicdanım, ruhum bambaşka şeyler bağırıyor. ‘Ne yaptık biz?’ ‘Ne yaptık?’ Zorunda mıydık?
Faşist Almanya’yı cezalandıracaktık. Kendi halkımdan milyonlarcasını yüzlerce yıldır yaşadıkları vatanlarında parya eden, haydut gibi kovalayan, hayatlarını mahveden ve en sonunda çoluk, çocuk, kadın, yaşlı demeden vahşice katleden Faşist Almanya’yı. İsodor’du soran. Üç yüz yıllık Fizik biliminin bütün birikimi ile kitle imha silahı mı yapacaktık? Evet biz tam olarak bunu yaptık. Bir kitle imha silahı yaptık. O an kalbime bir bıçak sokmuştu sanki. O acı hala kalbimde. Kanıyor. Boğazımı yakıyor. Damağımı kurutuyor. Dudaklarımı. O sözler Isodor’un ağzından dökülmüştü. Ancak derinlerde bir yerde vicdanım da çığlık çığlığa haykırıyordu. Defalarca. Ben dinlemedim. Dinlemek istemedim. Türlü akıl oyunlarıyla susturdum o sesi. Bir hayat boyu öğrendiklerimi, öğrettiklerimi, keşfettiklerimi bir canavarın hizmetine sundum. Faşist Almanya’yı cezalandıracaktık. Öyle mi? Ancak Almanya yenilmişti bile. O halde biz kimi cezalandıracaktık?
.
Rap rap rap. Ah zavallılar. Ah zavallılar. Rap rap rap. Almanları değil, Japonları cezalandırdık. Rap rap rap. Japonları. Rap rap rap. Ahenkle yere vurulan ayaklar. Ve dinmeyen tezahürat. ‘Oppie’. ‘Oppie’. ‘Oppie’. ‘Oppie’. Zafer kazanmış bir komutan edasıyla podyuma çıkan ve askerlerine seslenecek olan benim. Evet benim. Ama ben bir komutan değilim. Ben bir teorik fizikçiyim. Karşımdakiler ise asker değil. Hepsi bilim adamları, bilim kadınları. Ancak asker gibi tempo tutmuşlar, ayaklarını podyumu kırıp yıkmak ister gibi sertçe vuruyorlar. Zafer sarhoşluğu! Ne kim olduklarının farkındalar? Ne tam olarak neyi başardıklarının? Başarı mı? Bu başarı mı? Çoçuk, kadın, yaşlı, yüz binlerce insanı katletmek mi başarı? Kendimizi kimin emrine verdik biz! Kime, neye hizmet ettik! ‘Oppie’. ‘Oppie’. ‘Oppie’. ‘Oppie’. Neyin tezahüratı bu? Neyin? Ah o zavallı küçük insanlar. Ah o zavallı küçük insanlar. Acı duydular mı? Yoksa bir anlık bir şey miydi? Gözlerimin önüne tamamen yanıp kül olmuş bir ceset geliyor. Tamamen kömürleşmiş bir ceset. Ayağımı kaburgasına basıyorum. Toz gibi dağılıyor. Tamamen yanıp kül oldular. Bu dünyada cehennem alevini tattılar.
“Bombanın etkisini tam olarak görmemiz için henüz erken…”
Başım dönüyor. Gözümün önünde beliren yüzü parça parça soyulan şu kadın. Yavaş yavaş azap çeke çeke ölenler de vardır. Vardır elbette. Şu an şu saniye bizim kendi ellerimizle yaptığımız bomba yüzünden ölenler, ölüme yürüyenler, acılar içinde ölenler. Elimde kan var benim. Ellerimizde kan var bizim. Öyleyse bu neyin sarhoşluğu! Bu neyin coşkusu!
“Ancak şundan eminim. Japonlar pek memnun kalmamıştır.”
Sırıtıyorum. Ne diyorum ben böyle! Konuşan ben miyim? Japonlar memnun kalmamıştır, ha! Ellerimde o zavallı küçük insanların kanları var. Nasıl da çoşkulular. Havalara zıplıyorl Ayaklarını yerlere daha güçlü vuruyorlar. Alkışlamaktan ellerini patlatıyorlar.
“Başardığımız işle gurur duyuyorum.”
Kalabalıklar. Azgın kalabalıklar. ‘Oppie’. ‘Oppie’. ‘Oppie’. ‘Oppie’.
“Tek bir şeyden dolayı pişmanım. Tek bir şeyden.”
‘Oppie’. ‘Oppie’. ‘Oppie’. ‘Oppie’.
“Keşke bir tanesini de Almanların tepelerine atabilseydik.”
‘Oppie’. ‘Oppie’. ‘Oppie’. ‘Oppie’.
Nasıl geldim ben bu hale? Nasıl? Her şey Cambridge’te başladı. Cambridge’te Cavendish laboratuarında Patrick Blackett’in öğrencisiydim. Nefret ediyordum. Cambridge’ten de, Blackett’ten de. Hatta Blackett’i öldürmeye bile kalktım. Laboratuarda da fazlasıyla sakar ve dikkatsizdim. İşin doğrusu ya deneysel fizik benim harcım değildi. Teorik fizik bana daha uygundu. Bunun için en doğru yere gittim. Göttingen’e. Orada Max Born’un danışmanlığında doktoramı tamamladım. Sadece 23 yaşındaydım. Ülkeme döndüm, Amerika’ya. Ülkenin tek kuantum fizikçisi olarak.
Yıllar, araştırmalar, derslerle geçti. Ve elbette kadınlarla. Ancak kendini salt bilimsel konulara adamış bir bilim adamı değildim ben. Elbette atomlarla, atom-altı varlıklara ilgi duyuyordum. Bu dünyanın çok çok uzağındaki yıldızlara da. Normal yıldızlara da değil. Ölen yıldızlara. Nasıl öldüklerine?
Öte yandan Hint spiritüalitesine de ilgi duyuyordum. Hatta Sanskritçe öğrendim. Hinduizmin temel metinlerini orijinal dillerinde okumak için. Ve bir başucu kitabı gibi o metinleri kütüphanemde tuttum. Paradoksal mı? Evet paradoksal. Ancak Marxist felsefeye de ilgi duydum. Das Kapital’i okudum. Hem de üç kez. Hem de orijinal dilinde. Komünist miydim? Sempatim vardı. İdeallerini benimsemiştim. Ancak komünist partiye hiç üye olmadım. Parti üyesi dostlarım vardı. En başta kardeşim. Ve onun eşi. İlişkimin olduğu kadınlardan Jean Tatlock üyeydi. Evleneceğim kadın da eskiden üyeydi.
Bu geçmişimi hiç gizlemedim. Amerika’ya döndükten sonra hocalık yaptığım Berkeley’de sendikal hareketlere destek verdim. Öğrencilerimi o hareketlere katılmaları yönünde teşvik etmedim, ancak engel de olmadım. İspanya’daki faşizme karşı direnişi de destekledim. Parasal yardım yaptım. Paranın kimler eliyle gittiği ile ilgilenmedim. Faşizm en büyük düşmandı benim için. Bir yılandı. Kafasını çıkardığı her yerde ezilmeliydi.
Düşünüyorum da. İnsanlığın felaketine yol açabilecek bu projeyi yürütmem için itici güç bu faşizm düşmanlığıydı. Tek başına yeterdi. Almanların halkıma yaptıklarını affedemiyordum. İntikam istiyordum. İntikam. Bunun için elimden ne gelirse sonuçlarını düşünmeden yapardım. Benim Manhattan Projesine katılmak için ikna edilmeye ihtiyacım yoktu. İkna edilmeye ihtiyacı olan projeden sorumlu general Leslie Groves’du. Zira komünizme sempatimi ve çevremi biliyordu. Ondan gizlemedim. Nitekim ilk dönem güven sorunu yaşadık. Ancak aştık ve bunu yaptık. Bu şeyi. Ve ben “ölüm oldum, yok edicisi alemlerin.”
.
“Sayın Başkan. Ellerimde kan var sanki.”
“O kan benim ellerimde. Bırak da ben kaygılanayım.”
Ona göre suçlu biz değiliz, bir suçlu varsa o. Bombayı biz atmamıştık. Bombayı o atmıştı. Ayağa kalkıyorum, kapıya doğru yürüyorum. Bir diyalog aklıma geliyor.* Bhagavad Gita’da geçen. Prens Arjuna ile Krishna arasında. Prens Arjuna kuzenleri Kauravalarla yaptığı bir savaşın hemen öncesinde karşı tarafta tanıdık yüzler görür. Kafası karışır. Kararsız kalır. Savaşmalı mıdır? Tanrı Vishnu’nun insana bürünmüş hali Krishna onun bu kararsızlığını görür ve sebebini sorar.
“Bheeshma ve Dronacharya gibi adamlara karşı nasıl ok atabilirim? Bu dünyada dilenerek yaşamak, hocam olarak gördüğüm bu soylu kişileri öldürerek elde edeceğim hayatın tadını çıkarmaktan daha iyidir. Onları öldürürsek şayet, sahip olacağımız zenginlik de, tadacağımız zevkler de kana bulanacak… Ne yapmalıyım? Bana yol göster.”
Arjuna’yı tekrar savaşması için uzun bir vaaza girişir Krishna. Bedenlerin faniliği, ruhların ebediliği. Falan filan. Krishna sonra ekler:
“Sen bir savaşçısın Arjuna. Bir savaşçı. Bu senin görevin. Görevini yap. Sadece görevin olduğu için savaş. Ötesini düşünme. Mutluluk da üzüntü de, kayıp da kazanç da, zafer de hezimet de. Sen sadece yapman gerekeni düşün. Yaptıklarının ne sonuçlar doğuracağını değil. O bana kalmış. Bu hal imanın en zirvesidir.”
Ben sadece bir fizikçiyim. Ve bir fizikçi olarak sadece görevimi yaptım. Böyle düşünüp teselli mi bulmalıyım? O bana Krisha’nın Arjuna’ya dediğinin aynısını dedi. Yoksa Vishnu beden mi değiştirdi? Vishnu yeni bir bedende mi tecessüd etti?
- Bu bölüm filmde yoktur.