[voiserPlayer]
Üzgünüm canım. Hala yanına gelemedim. Hiç bir şey doğru dürüst çalışmıyor ki! Bugün Busy Beaver’a gittim. 5 feet uzunluğunda ip alacağım. Kasiyer benden 6 feet uzunluğunda ipin parasını istedi. Sebebi de ipin fiyatını yard başına hesaplıyorlarmış, feet başına değil. Sırada bekleyen bir müşteri 32 centi ben vereyim, uzatma diye çıkıştı. Sanki konu 32 cent. Mağazanın müdürü ile görüşmek istedim, mağazada yoktu. Daha yetkili birisi ile görüşmek istedim. Müdür yardımcısı çıkageldi. Meğer o da 18-19 yaşında bir kız çocuğuymuş.
Eve gittim. Salonun tavanında delik açtım. Kanca için. İpe idam düğümü attım ve kancaya taktım. Tam ipi boynuma geçireceğim, dışarıdan patırtı geliyor. Karşı eve göçmen bir çift taşınıyormuş. İki kız çocukları var. Kadın üçüncüsüne hamile. Adam arabayı doğru dürüst park edemedi. Kaldırıma çıkardı arabasını. Üstelik park etme iznini cebinde taşıyordu? Arabanın dikiz aynasına asması gerektiğini söyledim. Arabasını da ben park ettim. Eve gittim. Teşekkür yerine bana yemek getirmişler. Lezzetliydi. Afiyetle yedim. Gürültücü olmasalar, iyi insanlar. Perdeleri kapattım. Yoksa yeni taşınan komşular beni görebilirdi. Masanın üzerine çıktım. Düğümü boynuma geçirdim. Masayı ayağımla ittim. Sana geliyordum.
Ruhum bedenimden çekilirken, seni o istasyonda ilk gördüğüm an gözlerimin önüne geldi. Boğazlı beyaz bir kazak giymiştin. Üzerinde o kırmızı keçe palton vardı. Hani dik ve yatay uzanan beyaz şeritlerin karelere böldüğü. O kareler içinde de yeşil daha küçük kareler vardı. O küçük yeşil karelerden dört yöne, dik iki paralel koyu yeşil şeritler uzanırdı. Koşarken kitabını düşürmüştün. Mikhail Bulgakov’un The Master and Margarita’sını. Beyaz çorapların, kan kırmızısı ayakkabıların vardı. Nasıl da bu kadar canlı kalmış gözümde?
Karşı perondan sana seslenmiştim. Hanımefendi. Hanımefendi. Kitabınızı düşürdünüz. Duymamıştın. Acelen vardı. Trenine yetişmek istiyordun. Koşa koşa karşı perona geçmiştim. Kitabın hala yerdeydi. Aldım ve perondaki trene binmiştim. Tek tek vagonlara bakmış ve seni sonunda bulmuştum. Koltuğunda oturuyor, dışarı bakıyordun. Koltuğunun başında dikilmiştim. Öylece sana bakakalmıştım. Hatırlıyorsun değil mi? Çok şapşaldım. Ağzımı açıp tek kelime edemedim. O an kim bu şaşkın demiş miydin? Korkmamıştın dimi? Başıma bela olur dememiştin. Şükür ki, elimde kitabın vardı. Farketmiş ve sormuştun. Ben de sana kitabını vermiş, sen de karşı koltukta oturabileceğimi söylemiştin. Oturmuştum. Benim trenin karşı perondan tam tersi istikamete gideceğini söylememiştim. Anlamış mıydın? Ta ki tren görevlisinin yanlış trene bindiğimi söylediğine kadar. Yeni bilet aldırmıştı bana. 1.75$’a. Ancak bende sadece 1$ vardı. Cüzdanından bozuklukları çıkarıp bana vermiştin. Öyle alabilmiştim bileti? Bir çeyreklik fazlaydı. Sana geri uzatınca. Sende kalsın demiştin. Şans için. Evet şans olmuştu. Sen hayatıma girmiştin. Siyah ve beyazdı benim hayatım. Sen o kırmızı paltonla, kırmızı ayakkabınla hayatıma renk getirmiştin. O an ve sonrasında…
Neden gittim ki bu kadar geçmişe… Ne anlatıyordum? Düğümü boynuma geçirdim. Masayı ayağımla ittim. Ancak tavana astığım kanca koptu. Ben de paldır küldür yere kapaklandım. Hiç bir şey yolunda gitmiyor balım. Hiç bir şey. Halbuki sen evdeyken, her şey yolundaydı. Yanına gelmeyi yeniden deneyeceğim.
Üzgünüm canım. Yine beceremedim. Bu sefer garajda arabanın kapı ve camlarını kilitledim. Sadece arka sol camı hafif açık bıraktım ve bir boru ile arabanın içine gaz verdim. Yin hatıralarımız canlandı gözümde. Seni o ilk gördüğüm tren istasyonuna artık sık sık gidip gelmeye başlamıştım. Seninle bir kez daha karşılaşmak için. Kaç treni takip etmiş, inen yolcularına bakmıştım tek tek. İçinden sen iner misin diye? Elbette işin Pittsburgh’a düşecekti. Bir gün yine o istasyonda ben hiç bir yolcuyu kaçırmamak için bir oraya bir buraya koşarken, beni sen bulmuştun. Adımı hatırlamıştın. Otto. Orada ne arıyordum? Askerlik merkezine mi gelmiştim yoksa. Yok, hayır. Sana borcumu ödemeye geldim. Beni yemeğe çıkarsan, daha nazik olmaz mı? Hayatımın en güzel hediyesi sendin. Sana daha yakından bakmak. Neden sadece çorba içtiğimi ve kendim için ana yemek siparişi vermediğimi sormuştun. Yalan söyleyemedim. Sandığın gibi değil. Fiziki bir rahatsızlığımdan ötürü askere yazılamadım. İşsizim. Ne zaman iş bulabilirim onu da bilmiyorum. Param ancak bu kadarına yetti. Üzgünüm. Yanından ayrılmak istemiştim, ancak sen kolumu tutmuş ve beni bırakmamıştın.
Yine o karşı göçmen aile. Bu sefer kadın garajın kapısına vuruyor ve adımı bağırarak çağırıyordu. Bir şey mi olmuştu. Aceleyle arabadan çıktım. Onlara merdiven ödünç vermiştim. Kocası merdivenle evin üst katının penceresini dışarıdan açarken düşmüş ve hastaneye kaldırılmış. Onu hastaneye götürmeliymişim. Götürdüm. O yüzden şu an yanında değil, buradayım. Üzgünüm canım. Yanına gelmeyi yeniden deneyeceğim.
Üzgünüm canım. Yine beceremedim. Bu sefer istasyona gittim. O istasyonda durmayacak ve yoluna son hızla devam edecek bir tren bekledim. Tam tren geçerken kendimi önüne atacak ve yanına gelecektim. Tam ben kendimi atmaya hazırlanırken, arkamdan yaşlı bir adam raylara düştü. Kimse yardımcı olmuyor. Ben indim raylara. Yine kimse yardımcı olmuyor. Cep telefonuyla video çekiyorlar. Şükür adamı tam zamanında tekrar perona çıkarabildim. Ben raylar üzerinde kaldım. Tren son hızla yaklaşıyor o sırada. Perona çıkmadım, trene doğru yürümeye başladım. Perondakiler sesleniyor. Ama ben duymuyorum hiç birini. Yine seninle anılarım geldi gözümün önüne. Elimi tut deyişin. Tam o an. Perondakilerden birisi seslendi. Elimi tut. Sanki sen elimi tut demişsin gibi geldi. Elini tuttum ve tren bana çarpmadan perona çıktım. Yoksa benim yaşamamı mı istiyorsun? Ama ne için?
Bu arada evsiz bir kediyi evime aldım. Ha, bir de şu sürekli darladığım çocuk var ya. Evlere bisikletiyle reklam kağıtları dağıtan çocuk. Senin bir öğrencin çıktı. Transmış. Ve onu o haliyle kabul eden ilk sen olmuşsun. Okulda ona çok yardımcı olmuşsun. Babası bile onu red ederken. Çok mahcup oldum. Adını sordum. Malcolm’muş. Ben de adımı söyledim. Otto. Arkadaş olduk.
Seninle aramdaki fark ne biliyor musun? Ben aklı temsil ediyorum. Toplumsal hayatın düzen içinde devamı için kuralların gerekliliğine inanıyorum. O kurallara kılı kırk yararcasına uyulmasını. Uyulmadığı zaman uymayanların uyarılmasını. Bunun için gerekirse kalplerin kırılmasını. Sen ise, sen ise kalpsin. Sevgi, hoşgörü, şefkat… Kuralların, değerlerin gerekirse esnetilmesi gerektiğine inanıyorsun. İnsan söz konusu olduğunda onların yeniden tanımlanması gerektiğine.
Marisol de senin gibi. Hani şu göçmen aileden bahsetmiştim ya. Gürültücü. Ailenin annesi. Bu yüzden mi onlara hayır diyemiyorum. Bana seni hatırlattığı için? Bu ülkenin kuralları onlara ağır geliyor. Uyumsuzlar. Ve bu rahatsız edici. Ancak çok iyi insanlar. Kocası da. Ancak bu ülke sadece akıl mı? Kalbi yok mu? Bu ülke ikisinin el ele çalışmasının, birlikteliğinin eseri değil mi? Marisol’e göre sen de benim hayatıma devam etmemi istermişsin. Öyle mi? Öyle mi gerçekten?
Canım, yine ben. Hala yanına gelemedim. Beceriksizlik değil bu sefer. Denemedim. Zaten ihtiyaç kalmadı. Kalbim çok büyümüş. Yakında yanına geleceğim. Bu arada neler oldu? Marisol’e araba kullanmayı öğrettim. Bir daha başkasına ihtiyacı olmasın. Onu seninle hep gittiğimiz kafeye götürdüm. Senden bahsettim. Tanısaymış seni çok severmiş. Öyle dedi. Seni severdi ya. Nasıl sevmesin? Seni herkes severdi. Senin şu öğrencin. Malcolm. Bisikletini tamir ettim. Bir de babası evden kovmuş. Ama üzülme. Onu dışarda bırakmadım. Bende kalıyor. Komşumuz Anita ve Reuben’in oğlu emlakçı ile anlaşmış, az kalsın evlerinden çıkartılacaklardı. Ama ben engel oldum. Marisol’un oğlu oldu. Arabayı değiştirdim. Eski arabayı Malcolm’e verdim. Yerine kocaman bir pikap aldım. Marisol ve ailesi. Onları kır gezmesine götürüyorum bazen. Üç çocuk. Üç yetişkin. Eskisine sığmıyorduk. Bu pikapı onlara bırakacağım canım. Evimizi de… Banka hesabındaki parayı da çocuklarının eğitimi için ayırdım. Hayatımın son yıllarında bana bir aile sıcaklığını veren bu insanlar için eminim sen de aynısını yapardın.