[voiserPlayer]
Türkiye, 6 Şubat 2023’te meydana gelen ve on şehirde yıkıcı hasara yol açan; Kahramanmaraş, Hatay ve Adıyaman’ı ise neredeyse yok eden iki büyük depremin enkazını kaldırmaya, yaralarını sarmaya çalışıyor. Resmî rakamlara göre hayatını kaybeden insan sayısı otuz bini aşmış durumda, yüz bine yakın yaralı var ve henüz arama-kurtarma çalışmalarının başla[ya]madığı enkazlar mevcut. Felaketin bilançosunun daha da ağırlaşacağı kesin, fakat bundan belki de daha kati olan bir husus varsa o da devletin bu afete müdahale konusunda beklenilen performansın hayli uzağında kalmasıdır.
Deprem sonrası kritik addedilen ilk yetmiş iki saatte Maraş’tan Adıyaman’a, Hatay’dan Antep’e kadar afetin vurduğu hemen her yerde aynı feryat yükselmiştir: “Nerede bu devlet?” Öyle ya Memleket Partisi Genel Başkanı Muharrem İnce’nin ve Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın kısıtlı imkanlarla 24 saat geçmeden varabildiği bölgelere, her türlü maddî donanıma sahip kamu otoritesi zamanında ulaşamamıştır. İktidar mahfilleri bu son derece haklı serzenişi Asrın Felaketi etiketiyle kamufle etmeye ve ayan beyan görülen kamu zafiyetini perdelemeye çalışmaktadır. Evet, afetin tesir alanı çok geniştir; doğrudan on vilayeti, demografik anlamda ise on üç milyondan fazla insanı etkilemiştir ve Cumhuriyet tarihinde ne eşi ne de benzeri bulunmaktadır. Ancak bütün bu coğrafî-jeolojik hakikatler, felaketin ilk üç gününde yaşanan organizasyon ve koordinasyon eksikliğini, Hatay gibi kara, hava ve deniz olmak üzere üç farklı ulaşım kanalına açık bir şehrin ilk üç gün kaderine terk edilişini, bölgedeki iletişim kifayetsizliğini, asayiş düzensizliğini asla açıklamamaktadır.
Hatta kurumsal olarak bu depreme erken müdahale konusunda başarısız olan Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), 2014’te hazırladığı Türkiye Afet Müdahale Planı’nda böyle bir afetin yaşanacağını da öngörmüştür. Söz konusu planda yer alan varsayımlar bölümünde, olası afetin mazideki felaketlerden çok daha geniş çapta olabileceği açıkça belirtilmiştir. Bu yüzden ulaşım, iletişim, elektrik, içme suyu, doğal gaz ve kanalizasyon altyapılarında sıkıntıların, aksaklıkların yaşanabileceği de vurgulanmıştır. Afetle müdahale planlarının ise bu riskler ışığında yapılacağı taahhüt edilmiştir. Daha açık bir ifadeyle devlet, 2014’te öngördüğünü, 2023’te uygulayamamıştır. Aslında iddia edildiği gibi ortada hiç beklenilmeyen, ne yapılırsa yapılsın engellenmesi mümkün olmayan ilahî bir takdir yahut göklerden gelen bir karar yoktur. AFAD’ın 2014’teki cüzi iradesi, kader planının 6 Şubat 2023’te tecelli eden külli iradesini detaylıca tahlil etmiş ama ne yazık ki gereken tedbirleri alamamıştır.
Kitabın ortasından konuşmak gerekirse bu durumun kamu yönetimi literatüründeki adı devlet kapasitesinin çökmesidir. Peki nedir bu devlet kapasitesi kavramı? İlgili literatürde mezkur kavrama dair benzer tarifler yapılmıştır. Michael Mann devlet kapasitesini, devletin topluma fiilen nüfuz etmesinin yanında aldığı siyasî kararları lojistik olarak uygulayabilme gücü olarak tanımlamıştır (Mann, 1984: 189). Francis Fukuyama bu kavramı, devletin belirlediği politikaları her koşulda uygulama-uygulatma kabiliyeti şeklinde değerlendirmiştir (Fukuyama, 2004: 7). Barbara Geddes devletin kapasitesini, devletin başlattığı politikaları birtakım unsurlara bağlı olarak tatbik edebilme yeteneği olarak görmüştür (Geddes, 1996: 14). Joel S. Migdal’a göre ise devlet kapasitesi, liderlerin, toplumu oluşturan bireylerin arzu edilen şekilde davranmalarını sağlamak için devlet kurumlarını kullanabilme kabiliyetidir (Migdal, 1989: xiii).
Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere devlet kapasitesi, esasında devlet olma hâlinin, devletlilik seviyesinin bir yansımasıdır ve devletin hukukî formasyonuna değil, ampirik boyutuna odaklanır. Bu ampirik boyut ise devletin, toplumla olan etkileşiminde meydana çıkar. Burayı biraz açmakta fayda var. Migdal devlet ve toplum arasında bir iç içe geçmişliğin olduğunu belirterek toplum içinde devlet kavramını ortaya atmıştır. Bu kavramsallaştırmaya göre devlet; siyasî partiler, sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, dînî gruplar ve şirketler üzerinden topluma yerleşmiştir. Dolayısıyla devlet, toplumdan müstakil yahut topluma rakip bir aygıt değildir; oluşturduğu kurallar ve bünyesindeki kurumlar aracılığıyla toplumla, toplumun içerisindeki yapılarla sürekli etkileşimde bulunur. Bu açıdan bakıldığında devlet politikalarının ve kamu hizmetlerinin hem toplumsal beklentiler hem de toplumu tehdit eden riskler minvalinde kurgulanması, planlaması ve uygulanması gerekmektedir. Zira devletin siyasî ve hukukî meşruiyetinin zedelenmemesi için toplumsal destek elzemdir. Bu toplumsal destek ise devletin pratik konulardaki meziyetine göre şekillenir. Toparlamak gerekirse modern devlet, siyasî bir düzenlemeden veyahut hukukî bir düzenden ibaret olmayıp aynı zamanda bütün toplumsal grupların üzerinde olan bir organizasyon kapasitesi ve kabiliyetidir. Prosedürel ve normatif vasfı sayesinde kriz koşullarını hemen belirleyebilir ve sahip olduğu maddî kaynaklarla bu şartlara hızlıca intibak edebilir.
Türkiye’de ise devlet kapasitesi; maalesef despotik iktidarla, katıksız otoriterlikle yahut devletin kontrol alanının genişlemesiyle eş değer görülen bir meseledir. Devlet gücünün ya da siyasî muktedirliğin bir göstergesi olarak kamu hizmetlerinin verimliliğinden ve kurumların işlevselliğinden ziyade, devletin şiddet tekeline başvurma frekansı ve bireylerin hayatlarına musallat olma sıklığı ön plana çıkmaktadır. Oysa bir devletin yalnızca güvenlik mekanizmalarının işlemesi ve sıkça şiddet tekeline başvurması, o devletin ancak görünüşte güçlü olduğunu gösterir. Güçlü devlet, tasallut eden devlet değildir, tasarrufta bulunabilen devlettir. Ayrıca devlet kapasitesinin sadece güvenlik tarafının güçlü olması, diğer tüm unsurların da göz ardı edildiğinin delilidir.
Özellikle de cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçmesinden sonra Türkiye, modern devlet olma vasıflarının birçoğunu yitirmiştir. Merkezî idarenin hızlı karar alabilmesi için değil, bir kişinin istediği gibi karar verebilmesi için tesis edilen bu yönetim modelinde aşınan yalnızca hukukun üstünlüğü ve özgürlükler olmamıştır. Kurumların üzerinde oluşan şahsî ve özel iktidar ağları günün sonunda devleti zayıflatmış, devletin iş yapabilme potansiyeline ağır tahribat vermiştir. Bu sistemle birlikte devlet, sadece eşref saati geldiğinde aksiyon alabilen bir vaziyete bürünmüştür. Nitekim devletlerin durumlarını, kapasitelerini ve kurumsal kabiliyetlerini ölçen Kırılgan Devletler Endeksi’nin 2022 yılındaki ölçümleri Nikaragua, Hindistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Gabon gibi ülkelerin kırılganlık hususunda Türkiye’den daha iyi durumda olduğunu göstermektedir. 179 ülkenin incelendiği son rapora göre Türkiye 62. sırada konumlanmaktadır. Ancak bu rapor ülkeleri en kırılgandan, en az kırılgan olana doğru sıralamaktadır. Listenin son sırasındaki ülke de zaten Finlandiya’dır. Yani ülkeler en az kırılgandan, en kırılgana doğru dizildiğinde Türkiye’nin 118. sırada olduğu görülmektedir.
Kırılgan Devletler Endeksi, değerlendirme için aralarında güvenlik aygıtı, gruplar arası çatışma, mülteciler ve yerinden edilmiş insanlar, ekonomik gerileme, düzensiz gelişme, beyin göçü, devletin meşruiyeti, kamu hizmetleri, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi olguların bulunduğu 12 göstergeyi esas almaktadır. Bütün bunlar Türkiye’nin önemli kapasite sorunları ile yüz yüze olduğunu ortaya koymaktadır. Öyle ki, her kriz anında vatandaşı göreve çağırmak devletin neredeyse gündelik bir rutini olmuş ve bu anomali maalesef normalleşmiştir. Darbe girişimini bastırmaktan doların ateşini düşürmeye, pandemi sürecinde devlete kaynak sağlamaktan deprem enkazını kaldırmaya kadar hemen her krizde devlet, vatandaşın eline bakar hâle gelmiştir. Diğer bir ifadeyle imece usulüyle krizlerden çıkış aramak “yeni” Türkiye’nin bir yönetim politikası olmuştur.
Halbuki vatandaş, kriz anlarında devlet ile el ele vermek mecburiyetinde değildir. Ancak devlet, vatandaşlarının verdiği vergi, devrettikleri yetki ve güce mukabil kriz zamanlarında onlara elini uzatmakla mükelleftir. Devlet aygıtının en kadim meşruiyet gerekçelerinden bir de budur. Her şeyin halk dalkavukluğuyla yorumlandığı otoriter rejimlerde ise kurumlar yavaş yavaş birer arpalığa çevrilerek iğdiş edilir. Mamafih talimat gelmeden inisiyatif alamaz hâle gelen bürokrasi alıklaşır. Bu alıklık da gerçek kriz anlarında açığa çıkar. Hülasa, siyasî ikballerini riske edebilecek her türlü eylemi bir ulusal güvenlik sorunu olarak sunan ve yapay olağanüstülükler yaratan otoriter rejimler, gerçek krizleri ve beklenmedik durumları yönetme konusunda başarısızdırlar. Çünkü kurumlar şahsî ve özel iktidar ağlarının bekası için kurban edilmiş ve devlet kapasitesi düşmüştür.
Kaynakça
Fukuyama, Francis (2004), State-Building. Ithaca: Cornell University Press.
Geddes, Barbara (1996), Politician’s Dilemma: Building State Capacity in Latin America. Berkeley: University of California Press.
Mann, Michael (1984), “The Autonomous Power of the State: Its Origins, Mechanisms and Results”, European Journal of Sociology 25 (2): 185-213.
Migdal, Joel (1988), Strong Societies and Weak States. Princetone: Princeton University Press.