Türkiye Cumhuriyeti, emperyalizme karşı verilen uzun mücadelenin sonunda kuruldu. Dönemin başat gücü İngiliz İmparatorluğu’ydu. Fransız, İtalyan, Yunan gibi birçok farklı milletin askeri ülke topraklarını işgal etmiş durumda bulunmasına ve bunlara karşı başarılı savaşlar verilerek üstünlük sağlanmasına rağmen, savaşın başarıyla sonuçlandığı İngilizlerin İstanbul’dan ayrılmalarıyla netlik kazanmıştı.
Ülke yabancı askerlerden arındırılmıştı ancak gündemde yeni devletin kuruluşunu kabul ettirmek amacıyla toplanacak olan Lozan Konferansı vardı. Lozan’daki görüşmeler, 1919-1922 yılları arasında yapılan savaşların diplomatik anlamda devamı olarak da görülebilirdi. Nitekim ancak, oldukça zorlu geçen ve verilen arayla birlikte uzun aylara yayılan görüşmelerin sonucunda cumhuriyetin kuruluşunun önü açılabildi. İngiliz temsilcisinin, “Şimdi istediğinizi aldınız ancak para istemek için nasıl olsa kapımıza geleceksiniz” şeklindeki tehdidi ise sonraki yıllarda yaşanacak ve günümüze kadar uzanacak gelişmelerin adeta habercisi gibiydi.
Türkiye, kuruluşun da verdiği güç ve heyecanla belli bir süre bağımsızlığını korumayı ve sürdürmeyi başardı. İkinci Dünya Savaşı’nın zorlu şartlarında bile, izlenen denge politikasıyla savaşa girmemeyi ve bunun doğuracağı yıkıcı etkilerden uzak kalmayı sağlayabildi. Ancak savaş sonrasında Batı’da İngilizlerin yerine başat güç haline gelen ABD ile faşizmin yenilgiye uğratılmasında en büyük paya sahip olan SSCB arasında yapılan bölüşümün sonucunda neredeyse bütün Doğu Avrupa SSCB yörüngesine girerken, Türkiye’ye ABD’nin ileri karakol olma görevi düştü.
Büyükelçi Münir Ertegün’ün cenazesinin ABD’den Missouri Zırhlısı’yla Türkiye’ye getirilmesiyle başlayan süreç, Marshall yardımları ve ardından yapılan borçlanmalarla devam etmiş, Kore’ye asker gönderilmesi ve nihayetinde NATO’ya girilmesiyle sonuca ulaşmıştı. Türkiye artık Soğuk Savaş’ta ABD’nin sadık bir müttefiki ve stratejik ortağıydı. Ülke içinde bu duruma karşı çıkan az sayıdaki aydın ise adeta şeytanlaştırılıyor, o günlerde küfür gibi kullanılan komünist damgasını yiyerek cezaevlerine atılıyordu.
1952’de NATO’ya girilmesinin ardından gelen yıllar Türkiye’nin karanlık yıllarıdır. Darbeler, kontrgerilla faaliyetleri, katlanarak artan borçlanma, ABD’nin daima istediği güçleri iktidara taşıması bu dönemin en göz önündeki gelişmeleridir. Yer yer ileri karakolluktan ziyade bir ABD eyaleti gibi hareket edilen bu süreç, SSCB’nin tarihe karışmasıyla da son bulmamış, 11 Eylül saldırılarının ardından ortaya çıkan yeni tabloyla birlikte aynı sadakatle sürdürülmüştür.
Bilindiği gibi 11 Eylül saldırılarının ardından başlayan bu dönemin Türkiye’deki ana aktörü AKP’dir. Başta ABD olmak üzere Batı ile son derece iyi ilişkiler içindeki AKP, bu güçlerin büyük desteğiyle iktidara gelerek uzun yıllar bu güçlerle sıcak ilişkilerini sürdürdü. Avrupa Birliği hedefi açıkça savunulurken, belli periyotlarda Beyaz Saray’da ABD başkanı ile yapılan görüşmelerle ülke içinde politikalar belirlendi. Kısacası Erdoğan ve ekibi, emperyalizme göbeğinden bağlı durumdaki Türkiye’yi bu kıskacın içine her geçen gün biraz daha fazla sokarak ilk yıllarında kendi iktidarını sağlamlaştırmayı başardı.
Erdoğan’ın gücünü pekiştirmesi ve istediği değişiklikleri yaptırarak ülkeyi yavaş yavaş tek adam rejimine sürüklemesiyle birlikte Batı’ya olan ihtiyacı azalınca, iktidar bu güçlere sırt çevirmeye başladı. Bu sırt çevirmenin amacı, ülkeyi emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmaktan ziyade kendi gizli ajandasına dönüş yaparak ülkenin eksenini arzuladıkları yörüngeye doğru değiştirmekti. Yeni dönemde Avrupa Birliği hedefinden vazgeçildi. ABD ile ilişkiler zayıfladı. Ancak AKP iktidarı kesin ve sert dönüşümlere de cesaret edemiyor, örneğin NATO’dan çıkmayı tartışmak bir yana aklına bile getiremiyordu.
Ülke içindeki dinci kökenli olsun sosyalist kökenli olsun birçok kesime cesaret veren ve ABD karşıtlıklarını açıkça dile getirmelerine yol açan bu yeni süreçte, Çin ve Rusya’yla yakınlaşılması ve bu ülkelerle ittifak kurulmasına yönelik öneriler de yüksek sesle konuşulmaya başlandı. Bu kesimlere göre Türkiye’nin çıkarları Asya’nın bu iki büyük gücüyle örtüşüyor, Türkiye’nin bağımsızlığına ise gölge düşürmüyordu.
Oysa bu kesimlerin özellikle sosyalist olanlarının bir bölümü, Soğuk Savaş yıllarında sosyal emperyalist olduğu gerekçesiyle SSCB’ye karşı mitingler düzenlemiş, ABD karşıtlığının yanına Sovyet karşıtlığını da koymuştu. Aynı kişilerin SSCB yıkıldıktan neredeyse 35 yıl sonra o zamanlar haklılık payı da taşıyan bu görüşlerinden vazgeçerek Rusya’yla yakınlaşmayı savunmaları sayısız çelişkilerinden yalnızca biriydi. Çelişkinin sebebi ise Soğuk Savaş yıllarında Çin ile SSCB arasında büyük bir çatlak ve uzlaşmazlık varken, bugün Çin ile Rusya arasında sıcak ilişkilerin sağlanmış olmasıydı.
Bugün ABD, Türkiye ve Ortadoğu için en büyük tehlikelerin başında gelmektedir. Ortadoğu’nun hemen her yanında yaşanan çatışmaların ana sebebi ABD emperyalizmi ve bu emperyalizmin tehlikeli amaçlarıdır. Fakat bunu net bir şekilde teşhis edip Çin-Rusya bloğunun emperyalist emellerini görmezden gelmek de doğru değildir.
Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok yerinde ABD ile Çin-Rusya ortaklığı arasında süren savaş, insanlığı her geçen gün biraz daha felakete yaklaştırmakta, sonu belirsiz bir kaosa sürüklemektedir. Yapılması gereken bu büyük savaş ortamında iki emperyalist blok arasında bir tercih yapmak değil, sonuna kadar barışı savunarak savaş istemeyen dünya halklarına alternatif sunabilmektir.