Bu yazıyı yazmaya aslında çok üşeniyorum. Üstelik, 2023 seçimleri öncesi nasıl oldu da her hafta birkaç yazı yazdığımı, neredeyse her gün bir televizyon programına katıldığımı ve fırsat buldukça derneklerin, öğrenci kulüplerinin seminer davetlerine icabet ettiğimi düşünüp kendime hayret ediyorum.
Türk siyasetinin insanı tüketen, kendisine saygısını yitirmesine sebep olan bir tarafı var. Kamusal alan, fikir beyan eden kişiyi yaftalamak isteyen, onun kellesini kalabalıklar önüne atmak için pervasızca yalan söylemeye hazır cellatlarla dolu. Bu atmosferde haysiyetli bir fikir tartışması yapmak veya meramını anlatmak zor. Dert anlatma telaşı ise insana kendini kirli hissettiriyor. Bu yüzden geri durmak hatta bir şeyler söylemeye üşenmek kendiliğinden ortaya çıkan bir korunma refleksi. Dinlemeye ihtiyacımız olan bir sesi duyamayışımızın ve kamusal tartışmanın adeta futbol taraftarlarını coşturan amigolara veyahut mahalle dedikodusu yapan sevimsiz koca karılara benzeyen kamusal figürlere zimmetlenmesinin sebebi de bu zaten.
Yine de bu yazıyı yazmayı kendime görev biliyorum. Zira çok da uzak olmayan bir gelecekte, cumhurbaşkanı adayının kim olacağı sorusunu hararetli bir şekilde tartışıyor olacağız. Bu tartışma, muhalefeti muhtemelen kısır bir laf dalaşının içine sokacak ve enerjisini tüketecek. Oldukça kötümserim, çünkü geride bıraktığımız başkanlık seçimlerinden aldığı mağlubiyeti de kazandığı yerel seçimleri de analiz etmeyen, kaybedince depresif kazanınca öforik bir ruh haline bürünen bir muhalefet olduğunu gözlemliyorum maalesef. Seçmeninden gazetecisine, akademisyeninden siyasetçisine durum bu.
Biraz da kendimi anlatmak için bu yazıyı yazmak zorunda hissettim. Muhaliflerin önemli bir kısmı Mayıs ayında kaybedilen seçimlerden dolayı beni suçluyor. Bunun sebebi, 3 Mart günü Altılı Masa’dan kalkan Akşener’in üzerinde tesirim olduğuna dair inançları. Masa kurulduğu andan beri, oluşan muhalefet mimarisine eleştirel yaklaştığımı ve her fırsatta bunu dile getirdiğimi insanlar biliyor. Ve tam seçimi kazanacakları sırada benim devreye girdiğimi, Akşener’i ikna ettiğimi ve onu masadan kaldırdığımı düşünüyorlar. Böylece, kazanacakları seçimi kaybettikleri kanaatindeler.
Halbuki, Akşener’in masaya döndüğü 6 Mart tarihinden 14 Mayıs gecesi sonuçlar açıklanana kadar aynı insanlar, seçimleri kazanacakları konusunda çok eminlerdi ve benim rezil olduğumu, insan içine çıkamayacağımı söylüyorlardı. Seçimler kazanılsaydı bu söyledikleri doğru çıkacaktı ama seçimler kaybedildi. Bir sene boyunca her fırsatta, güç bölüşümü üzerinden yapılan bu muhalefet koalisyonunun eksikliklerini vurgulamış ve böyle gidilirse seçimlerin kaybedileceğini iddia etmiştim. Mamafih, seçimler kaybedilmesine rağmen yine de bu insanların gözünde temize çıkamadım. Bu sürecin bana öğrettiği en önemli şey, eğer haddinden fazla insan yanılırsa bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az insanın haklı çıkmasının pek de mümkün olmadığı.
Birçok muhalif, seçimlerin kaybedilmesinin suçunu Kılıçdaroğlu’nda ve kendisini aday yapmak için kurduğu Altılı Masa’nın sorunlu yapısında aramak yerine derin devletin Akşener’i masadan kaldırdığına ve seçimlerin bu yüzden kaybedildiğine inanıyor. Diğer bir ifadeyle, kazanılabilecek bir seçimin Kılıçdaroğlu’nun başkan olma tutkusu yüzünden kaybedildiğine inanmaktansa halihazırda kazanılmış bir seçimin Akşener’in sinsi bir plan dahilinde hareket ederek kaybedildiğini düşünüyor. Geride bıraktığımız bir sene içinde muhalefetin bütün yayın organları, gözden düşmüş siyasetçiler, gündeme gelmek isteyen yarı Twitter fenomeni yarı siyasi parti lideri tipler, Ankara’da sağda solda duyduklarını kulis bilgisi olarak halka duyuran vasat gazeteciler tamamen bu tezi işlediler.
Kısacası, başkanlık seçimi döneminde aldığım pozisyon yüzünden haklı çıkmamın imkanı yoktu. Kendimi kurtarmanın tek yolu vardı; Kılıçdaroğlu adaylığını göklerden gelen bir vahiy, kaçınılmaz bir doğa olayı gibi tevekkül ile kabul etmeli ve herkes gibi seçim gecesine kadar büyük bir coşku sergilemeliydim.
Bir de meselenin evveliyatı, yani Altılı Masa kurulmadan önceki hikayesi var. Genel itibariyle demokratik muhalefet kavramına mesafeli ve AKP’ye karşı muhalefeti daha ulusalcı bir noktadan kurmak isteyenler ise benim muhalefet gruplarının mutlaka birlikte hareket etmesi gerektiğine dair söylemlerimi eleştiriyorlar. 2019 yerel seçimlerinde alınan başarıdan sonra muhalefetin üç sütunu CHP-İYİ Parti ve HDP arasında bir koordinasyon olması gerektiğini ve seçimlere ortak bir aday ile girilmesi gerektiğini savunmuştum. Hatta bir dönem AKP’de önemli görevler yürüten ve daha sonra ayrılarak kendi partilerini kuran Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun da dışlanmaması gerektiğini, muhalif saflara katılmalarının iyi olacağını ve hitap ettikleri kitleyi muhalefetin adayına yönlendirmelerinin de büyük avantaj sağlayacağını söylemiştim.
Tüm bunları söylerken muradım, partilerin duygusal, ideolojik, sembollerle ve hamaset ile kendilerini ifade eden dilden uzak durmaları ve AKP’nin yönetim performansını teknik açıdan eleştirerek birbirleri ile çatışmadan işbirliği yapmaları idi. Bu görüşlerimden ötürü seçimlerin kaybedilmesinden sonra eleştirildim. Muhalefette birlik sağlanmış ancak seçim kazanılamamıştı. Üstelik Babacan ve Davutoğlu, muhalefete oy getirmek bir yana, Kılıçdaroğlu’nun adaylık sürecine verdikleri destek karşısında muhalefet saflarından 25 milletvekili azaltmışlardı. Bunların hepsi benim yüzümden olmuştu, çünkü muhalefetin ortak hareket etmesini istemiştim.
Burada aslında benim nasıl algılandığım pek önemli değil, ancak bu hikayede bana yönelen eleştirilerin aslında muhalefetin bundan sonra yaşayacağı krizlerle yakın bir ilişkisi var. Dikkat ederseniz bir grup, beni ittifakı bozmakla başka bir grup ise ittifakı desteklemekle suçluyor. Bu ikisi aynı anda olamaz. Yazının en başında da söyledim, başkanlık seçimine kadar o kadar çok yazı yazdım ve yayına katıldım ki kendimi yeteri kadar anlatmış olmam gerekiyordu. O halde, nasıl oluyor da hem ittifakı desteklemekle hem de ittifakı zedelemekle aynı anda suçlanıyorum?
Bu soruya verilecek cevap önemli, çünkü önümüzdeki seçim öncesi muhalefetin ortak bir adayla mı yoksa birden fazla adayla mı temsil edileceği muhakkak tartışılacak. Bu sefer sahnede büyük ihtimalle ben olmayacağım ama geçmiş dönem ile yüzleşmeyen ve bu dönemden dersler çıkarmayan muhaliflerin aynı ruh hali içinde, telaşla, pervasızca ve seslerini yükselterek birbirlerine parmak sallayacağını görmek için kahin olmak gerekmiyor.
Bu yüzden müsaade edin, öncelikle bana yöneltilen ve birbirinin zıddı gibi gözüken eleştirilerin aslında o kadar da birbirleriyle çelişmediğini söyleyeyim. Bu durum böyle, çünkü benim ortaya koyduğum görüş, sosyal medyanın yüzeysel tartışmalarından farklı olarak, tek bir koşul yerine birbirini etkileyen iki koşuldan oluşuyor. Bunlardan ilki zorunlu koşul (necessary condition) olarak tanımladığım “muhalefetin bölünmemesi ve bir arada durması”. Ne var ki bu koşul, zorunlu olmasına rağmen seçim galibiyetini bize ulaştırmak için yeterli gelmiyor (necessary but not sufficient).
İkinci koşul ise “bir araya gelen muhalefetin doğru mimari, aday, kampanya ile devam etmesi.” Yani, muhalefet partilerinin bir araya gelmesi kaçınılmaz bir şekilde Altılı Masa gibi ucube bir iktidar bölüşümü (power sharing) mekanizması üretmek zorunda değil. Ve Altılı Masa’nın bu ucube yapısına itiraz etmek de muhalefetin bölünmüş bir şekilde devam etmesini arzu etmek anlamına gelmiyor. Burası gri bir zemin ve sürekli es geçiliyor, ama muhalefetin kaybetmesinin ve ileride yaşayabileceği olası kaybın sebebi de tam olarak bu ayrımı önemsiz görmek olacak.
İnsanları bu ayrımın farkında olmadıkları için suçlayamam çünkü bu ayrımın farkına ben de epey geç vardım. Dürüstçe söylemek gerekirse, muhalefet koordinasyonu literatürünü çok geç ve sevgili dostum Salih Yasun’un telkinleriyle okudum. Yani 2020 senesini bitirirken muhalefet aktörlerinin bir araya gelmelerini çok önemsiyor ve muhalefet liderlerinin seçimleri kazanmak için optimal bir aday ve strateji belirleyebileceklerine inanıyordum. Bunun sebebi ise belki o dönem üniversitedeki işimden çıkartıldığım için kişisel bir travmamdan kaynaklı olarak, artık muhaliflerin nefes alamayacak kadar boğulduğunu düşünmem ve muhalif siyasetçilerin de seçimleri kaybetmeyi riske atamayacak kadar aklı selim davranacaklarına inanmamdı. Üstelik benim okuduğum literatür, rekabetçi otoriter rejimlere karşı muhalefetin birlikteliğini olumlu buluyor ve bunu teşvik ediyordu.
Daha sonra, 2024 senesinde, Salih Yasun ile yazdığımız bir makalede incelediğimiz bir veri seti de bu düşünceyi destekliyor ve muhalefetin ittifak halinde seçime girmesinin kazanma şansını yüzde 40 oranında arttırdığını söylüyordu. Maalesef Robert Michels’in Siyasi Partilerdeki Oligarşik Eğilimler kitabını ancak 2022 senesinin başında okuyabildim. Yani siyasi parti oligarşilerinin bedelini kendi ödemedikleri sürece temsil ettikleri toplum kesiminin çıkarlarını savunmayacakları yönündeki realist görüş ile henüz tanışmamıştım. Yani olası bir seçim kaybı, parlamentoya girdikleri sürece siyasetçilerin gündelik hayatlarında bir olumsuzluk yaratmıyordu. Bu ihtimali o zamana kadar pek düşünmemiştim.
Okuduğum literatür içinde Wahman da yoktu ve onunla maalesef Altılı Masa süreci devam ederken tanıştım. Wahman, seçim başarısı ve muhalefet ittifakı arasındaki ilişkiyi sorguluyor ve neden sonuç ilişkisini tersten kurmayı tercih ediyordu. Ona göre, muhalefette birlik sağlandığı için otoriter rejimler mağlup ediliyor demek yüzeysel bir önermeydi, çünkü muhalefet partileri seçimlerin kazanılacağını düşündükleri için bir araya gelebiliyorlardı. Zira yeteri kadar kırılgan gözükmeyen otoriter hükümete karşı muhalefetin bir parçası olmak maliyetli bir işti ve siyasi partiler bu maliyetleri üstlenmek istemeyebilirdi. Ancak aynı siyasi partiler, eğer otoriter hükumetin seçimleri kaybedeceğine kani olurlarsa, muhalefete eklemlenebilir ve iktidar değişimi sonrası nimetlerden, en az maliyeti ödeyerek faydalanabilirdi.
Wahman’ı okuduktan sonra zihnimde Altılı Masa’nın, iktidarı devirmek için can havliyle bir araya gelmiş siyasetçilerden ziyade, Erdoğan’ın kaybedeceğinden emin olduğu için seçim sonrası iktidar bölüşümü yapmaya çalışan tüccarlara dönüşmesi çok zor olmadı. Özellikle, muhalefetin 2019 senesinde aldığı yerel seçim zaferi sonrası kurulan Gelecek ve Deva partilerinin durumunu da bu zaviyeden ele aldım. Onlar da bu düşüncemi kuvvetlendiren birçok söylemde bulundular.
Partilerini ilk kurdukları zaman iyi kötü bir heyecan yaratmış olan Babacan ve Davutoğlu, Altılı Masa kurulduktan sonra siyasi parti liderleri gibi davranmayı bıraktılar ve Sovyet politbüro üyelerini anımsatan tavırlar içerisine girdiler. Onları, çarşıda pazarda dert dinlerken vatandaşla sohbet ederken pek göremedik. Anadolu şehirlerini nadiren ziyaret ettiler ve kaynaklarını halkla bir araya gelebilecekleri platformlar yaratmak için kullanmadılar. Bunun yerine, sürekli olarak seçim sonrası güç paylaşımı süreci ile ilgili konuştular ve kendi kontrollerindeki medyayı Altılı Masa’yı savunmak için seferber ettiler. Öyle ki bu medyanın işlevi, Altılı Masa’yı çıkar ve güç peşinde koşan siyasetçilerin müzakeresi yerine, büyük bedeller ödemeyi göze almış romantik siyasetçilerin kutsal bir demokrasi savaşı olarak sunmaktı.
O günlerde Ankara’da öğle yemeği yemek için her dışarı çıktığımda, toplumda bir karşılığı olmayan ama Deva ve Gelecek partilerinin genel merkezlerinde etkili olan isimlerin diğer Altılı Masa parti mensuplarıyla birlikte bir şeyler tartıştıklarını görüyordum. Tartışılan şeyin, seçim sonrası bürokrasinin nasıl paylaşılacağı olduğunu bir vesileyle öğrendim. O masaların birinde oturan ve bana bunları anlatan arkadaşıma ise “hayatımda Gelecek Partisi üyesi olmayan hiçbir Gelecek Partili görmediğimi” söylediğimde ise ikimizin de istemsizce güldüğümüzü hatırlıyorum.
Zaten Altılı Masa, oy ve seçmen kavramından adeta tiksinen bir karakterdeydi. Çünkü zaten seçimlerin kazanıldığını düşünüyor, seçimleri kazanmak için vatandaşa gitmeyi bir zul olarak görüyordu. Hatta Babacan bir konuşmasında, aday belirleme sürecini papa seçimine benzetmişti. Yani altı liderin seçtiği kişinin otomatik olarak cumhurbaşkanı ilan edileceğini düşünüyor, aradaki seçim kazanmak gibi küçük bir ayrıntıyı unutuyordu. Altılı Masa’nın ortaya koyduğu aday, söylem ve kampanya bu psikolojiyle şekillendi ve başarısız oldu.
Bu başarısızlığın sebebi ise muhalefetin bir araya gelmesi değil rejim kırılganlığını (regime vulnerability) yanlış algılaması oldu. Bu yanlış algılama yanlış bir muhalefet mimarisini de beraberinde getirdi. Daha farklı olabilir miydi peki? Elbette ki olabilirdi. 2023 senesinde yazdığı Opposing Power kitabında Elvin Ong, literatürün muhalefet ittifakını ele alırken oldukça aceleci davrandığını ve ittifakı ikili (binary) bir mantık ile ele aldığını söylüyor. Yani ittifak ya kurulmuştur ya da kurulmamıştır. Oysa ittifakın farklı türleri olabilir. Mesela, muhalefet partilerinin kendi adaylarını çıkarmayarak ortak adaya destek vermesi de bir ittifak türüdür; Altılı Masa örneğinde olduğu gibi partilerin hükumet programından kabineye, milletvekili listelerinden bürokratik pozisyonlara kadar müzakere edip uzlaşmaları da bir ittifak türüdür.
Şunu söylemek mümkün: Muhalefette rejimin kırılgan olduğu algısı yükseldikçe ittifak girift hale geliyor. Dahası, muhalif seçmenin zaten oy vermeye hazır olduğu ve kutuplaşmanın yükseldiği zamanlarda bu girift yapı iyice içine kapanıyor ve aynı Altılı Masa örneğinde olduğu gibi elitler arası bir pazarlığa sıkışıyor ve politbüro görünümü alıyor.
Öte yandan, rejimin kırılgan olmadığı algısı arttıkça muhalefet ittifakı daha gevşek formlar alıyor. Bunun en ekstrem formu ise rejimin asla yıkılmayacağına kanaat getirmek ve muhalefet partilerinin bir araya gelmeyi reddederek rejimin oluşturabileceği maliyetlerden kaçınmak istemesi. Bunun da somut bir örneğini 31 Mart seçimlerinde gördük. İYİ Parti ve HDP’nin her seçim bölgesinde aday çıkarması aslında CHP ile birlikte kazanma ihtimalini CHP ile birlikte kaybetme ihtimalinden daha az görmelerinden kaynaklanıyordu. İttifak beyhude bir risk olarak görülüyor, ittifaka girmeyerek daha kazançlı çıkacaklarını düşünüyorlardı. (Her ne kadar yerel seçimler, kendine özgü koşullardan dolayı CHP tarafından kazanılsa da benzer bir bölünmüşlük önümüzdeki başkanlık seçimleri için bir kabusa dönüşebilir.)
Dolayısıyla, başkanlık seçimleri döneminde benim durduğum noktanın hayata geçebilmesi için muhalefette bir ittifakın kurulması, ancak bu ittifakın etkin bir mimari ile kendisini ifade etmesi gerekiyordu. Bunun için ise rejimin aşırı kırılgan ya da aşırı sağlam olmadığını, sadece etkili bir aday, söylem ve kampanya stratejisiyle seçimlerin kazanılabileceğini düşünmek gerekiyordu. Ne var ki ittifakı elitler arası bir müzakereye sıkıştırmak isteyen Kılıçdaroğlu ve ona yakın medya, ilk iş olarak Erdoğan’ın artık dağıldığını ve toparlayamayacağını söylediler. Tuncay Özkan, henüz Kılıçdaroğlu aday ilan edilmemişken, Yıldıray Oğur ve Elif Çakır’ın sunduğu bir programa konuk olmuş ve Erdoğan’ın oy oranının kamuoyu araştırmalarında yüzde 27’ye düştüğünü iddia etmişti. Eren Erdem, Erdoğan’a karşı kutu kolanın bile seçimleri kazanabileceğini dile getirmişti. Muhalefet medyası ise koridorlarda koşuşan bürokratlardan, panik içinde evrak imha eden memurlardan ve çoğu sahte olan anket sonuçlarından dem vuruyordu.
Buradaki gaye netti. Kutuplaşmanın muhalefet tarafında konumlanan seçmene aşırı kırılgan bir Erdoğan rejimi gösteriliyor ve Altılı Masa’nın alacağı her kararı desteklemeleri durumunda seçimlerin kazanılacağı söyleniyordu. Bu yüzden, rejimin kırılganlığını sorgulayan ve adayın önemli olduğunu savunan Akşener’in masadan kalkışı, kazanılmış bir seçimin kaybedildiği hissini tetikledi. Halbuki, masadan kalkış aslında kaybedilmeye giden bir seçimi kurtarmak için son bir çırpınıştı.
Benzer şekilde, İnce’nin adaylık süreci büyük bir ihanet olarak görüldü ve muhalifler açıklayamadıkları bir nefret ile İnce’ye saldırmaya başladılar. Halbuki İnce’nin ayakta kalması muhalifleri ikinci tura oldukça moralli bir şekilde sokabilir, protest seçmenin Sinan Ogan yerine İnce’de toplanmasını sağlayabilirdi. Altılı Masa’yı sorgulayan her aktör, kazanılmış bir seçimi kaybettirmeye uğraşan bir hükümet ajanı olarak yaftalandı. Bu radikalliğin sebebi ise rejimin artık yıkılmak üzere olduğu propagandasının yoğun bir şekilde muhalefetin üzerine boca edilmesinden başka bir şey değildi.
Muhaliflerin, özellikle 2024 yerel seçimlerinden sonra Erdoğan’ın artık hiçbir şansı kalmadığını düşünmeleri bu açıdan çok sorunlu. Rejimin yıkıldığı zannı, elitler arası hareketliliği ve çatışmayı arttırıyor. Zaten seçimlere daha dört sene olmasına rağmen neredeyse her akşam CHP’nin cumhurbaşkanı adayının kim olacağı tartışılıyor. Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yavaş arasındaki rekabet pek gizlenebilir cinsten değil. İlerleyen dönemde, Altılı Masa sürecinde olduğu gibi, ana gövdesini CHP’nin oluşturduğu muhalefet ittifakından ayrışan adayın linç edilmesini, aşağılanmasını, Erdoğan’ın ajanı olduğu iddiasına muhatap olmasını ve muhalefet medyasının bu süreci olabildiğince pervasız şekilde organize etmesini izleyeceğiz muhtemelen. İttifakı bozan herhangi bir aktörün kazanılmış bir seçimi kendi elleriyle Erdoğan’a hediye eden bir derin devlet ajanı olarak görülmesi kimseyi şaşırtmaz!
Bu süreç sorunun bizzat kendisi, çünkü rejim kırılganlığı algısının yüksek olmasının kaçınılmaz sonucu bu çatışmalar ve çatışmaları çözmek için kurulacak iktidar bölüşümü masaları olacaktır. Ki bu masalar, ideolojik olarak bölünmüş olan muhalefetten bir grup tatmin olmamış seçmenin uzaklaşmasını ve aday kim olursa olsun ona karşı öfkeli olan bir grup seçmenin birikmesini beraberinde getirecektir. Öte yandan, muhalefetin ortak hareket edememesi de ciddi bir sorun. Zira çoklu adayla gidilecek bir seçim muhalefetteki adayların ve onların destekçilerinin birbirlerini yıprattıkları, enerjilerini tükettikleri ve ikinci tura gelinceye kadar birçok insanın birbirinden nefret ettiği, siyasetten ve sandıktan soğuduğu bir süreci tetikleyebilir. O atmosferi düşünmek bile içimde derin bir tiksinti oluşturuyor.
Muhalefetin mevcut ruh haline bakıldığı zaman bahsettiğim senaryoya doğru hızla ilerlediğimizi görüyorum. Yerel seçimlerde alınan ve üzerinde esaslı bir şekilde düşünüldüğü zaman Pirus Zaferi’ni andıran başarının ardından öforik bir karakterin yeniden muhalif seçmene hakim olduğunu söyleyebiliriz. Akademik kurul üyesi olarak katıldığım bir yayında, Metropoll araştırmasının CHP’yi geçtiğimiz ay birinci parti bulmadığını söyledikten sonra okuduğum tepkiler beni doğruluyor. CHP’nin medya aparatları hızlı bir şekilde devreye girerek, Metropoll’ün belediye araştırmalarından dışlandığı için böyle bir sonuç açıkladığını söylediler. Katıldığım yayınların altındaki izleyici yorumlarını görmelisiniz. Boş bir vaktinizde mutlaka okuyun. Ben okuyorum, çünkü kendi hakkımda bilmediğim birçok şeyi bu yorumlardan öğreniyorum.
Orwell’in komünist ve katolikler için söylediği “bir insanın aynı anda hem zeki hem namuslu olduğuna asla inanmazlar” sözü maalesef CHP’li akademisyen, gazeteci ve sempatizanlar için de doğru. Hakikat onları mutlu eden veya tasdik eden bir şeydir ve eğer biri bunun hilafına konuşuyorsa hakikati anlatmıyor, aksine bir menfaat karşılığında mutlaka hakikati feda ediyordur. Bu yüzden sindirilmeli, yıldırılmalı ve kamusal alan ondan arındırılmalıdır.
Muhaliflerin aklına şüphe düşüren, onların imanını sarsan ve temkinli olmayı öğütleyen düşüncenin amacı elbette yaşayacağımız başkanlık tartışmalarını da etkileyecek. Bu sürecin halka inmemesi, elitler arasına, hatta CHP’li elitler arasına sıkışması; ayrıksı ses çıkaran, pozisyon alan siyasetçinin sille tokat dövülerek masada tutulması için muhaliflerin bu ihtimallerden uzak tutulması ve Erdoğan’ın artık kaybettiğine dair inançlarının keskin olması gerekiyor. Bu otoriterliğin başka bir şekli. Daha fazla demokrasi için muhalif olanların böyle bir otokratik kültürü kabul etmesi ise iktidar-muhalefet dikotomisinin değerler ve ahlak ekseninin dışına çıkmasını ve siyasi partiler arasında yaşanan brutal bir iktidar kavgasına dönüşmesini de beraberinde getiriyor.
Burada muhalif siyasetçilerden idealist bir demokratlık gösterisi beklemiyorum. Kişisel tatmin peşinde değilim. Demokrasi elbette partiler arası rekabetten ve iktidarın değişmesi pratiğinden besleniyor. Ama daha fazla otoriterleşmenin başarı getireceğine dair inancın ne denli temelsiz olduğunu Altılı Masa döneminde zaten görmüştük.
Gerçekçilik, sonuca ulaşmak için gerekirse ahlaktan sapmayı salık verir; ancak bu, her ahlaktan sapanın amaca ulaşacağı anlamına gelmez. Amaca ulaşmak, gerçekleri gereksiz bir ayrıntı olarak gören, halkla ilişkiler kampanyalarıyla her sorunun çözüleceğini düşünen cambazlar ile değil, optimal stratejileri tartışabilen eleştirel yaklaşımlarla mümkün olabilir. Yani, muhalefetin otoriterleşmesi, halkı manipüle etmesi ve insanları yoğun bir propagandaya maruz bırakarak onları elitlerin insafına terk etmeleri bizi amaca ulaştıran değil, amaçtan uzaklaştıran bir sürece de dönüşebilir.
Ezcümle
Geçtiğimiz dönemde Altılı Masa aktörlerinin tamamı benim beklentilerimin aksine hareket ettiler. Bunun sebebi, rejim kırılganlığı kavramı üzerinde yeterince düşünmemem ve rejim kırılganlığı algısının aktör davranışları üzerindeki etkisini hesap edemememdi. Bu yüzden hem ittifak karşıtlarının hem de ittifak yanlılarının eleştiri ve hakaretlerine maruz kaldım. Seçim kaybedildi ama kazanılsaydı da durum değişmeyecek, aynı eleştiri ve hakaretler devam edecekti. Bunları pek umursamıyorum ama seçim kazanma sürecine dair özeleştirimi vermeyi, hangi değişkenleri düşünmeyi ihmal ettiğimi paylaşmayı da kendime bir vazife biliyorum.
Benim tecrübelerim, adayları tartışmak yerine muhalefet medyasının kutuplaşmayı harlayan ve seçmeni ablukaya alan yayın politikasını ve seçmenlerin manik ruh halini eleştirmenin daha önemli olduğunu söylüyor. İsimler etrafında dönen tartışmalar, kendi ikbali için pozisyon alan ve sürekli manevra yapmak zorunda kalanlar için cazip bir oynama tahtası olabilir, ama muhaliflerin ihtiyacı olan son şey bu.