[voiserPlayer]
Bu herhalde kendi bloğuma ve sonrasında Daktilo1984’e yazmaya başladığımdan beri en heyecanla yazdığım film yazılarından birisi olacak diye tahmin ediyorum. En baştan diyeceğimi de diyeyim hatta. Film harika. Sonra satır aralarına yine övgülerimi doldururum ama şu an dahi yazının geri kalanı beni nereye götürür bilemiyorum.
Bir kere önce kendime dair ufak bir bilgi vereyim. Annem sınıf öğretmeniydi. İlk birkaç yıl onun sınıfında öğrenim gördükten sonra başka okula geçmiştim. O gittiğim okulun yanında bir İl Halk Kütüphanesi vardı. Neredeyse her 2-3 günde bir oradan bir adet kitap alır okur ve yenisini alırdım. Motivasyonum neydi pek hatırlamıyorum ama annemin gurur duyduğunu ve komşulara beni överken söylediği sözleri duyduğumda çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. O yıllarda bunun hayatımın ileriki yıllarında nadiren karşılaşacağım bir doğa olayı olduğunu bilmiyordum elbette.
Detaylarını ve isimlerini tam hatırlamamakla birlikte ağırlıklı olarak korku/gerilim (Stephen King, Dean R. Koontz, Agatha Christie ve Arthur Conan Doyle), bilim kurgu (çoğunlukla Asimov) ve klasik eserleri sıklıkla okuduğumu anımsar gibiyim. Ama bu kitaplar arasında özellikle Rus edebiyatı ürünü kitapları okurken zorlandığım da sıklıkla oluyordu. Bir türlü kitapları ve anlatılanları sevemiyordum. Bunun üzerinden yıllar geçti ama hâlâ aynı durumdayım. Bir de o yıllarda okula gelen tiyatro oyunlarına ve şehirde düzenli oynanan oyunlara başta annem eşliğinde sonra ise arkadaşlarımla birlikte giderdim. Ama sürekli sıkılıyordum. En baştan savma sinema filmini bile sonuna dek gözümü kırpmadan izleyebilirken (tabi yıllar ve yüzlerce filmden sonra bu da biraz değişime uğradı, eskisi kadar dikkatimi koruyamıyorum kötü filmlere karşı) tiyatro oyunlarında daha ilk perdeden kaçmak istiyordum.
Bu anlamsız hatıraları anlatmamın elbette bir sebebi var. Hakkında yazdığım bu film o kadar etkileyici ve güzel ki bana neredeyse tekrar Rus edebiyatını sevdirecek, tiyatro salonlarına götürecek denli tesir etti. Sakın yanlış anlaşılmasın elit zevklerin sahibi bir aristokrat değilim yıllardır barışamadığım şeyler var ve bu konuda o eserlerin pek suçu yok. Yani Dostoyevski, Tolstoy kitaplarını veya Brecht oyunlarını sevmememin o eserlerin niteliği ile ilgisi minimal. It is not them it is me yani bir nevi. Tabi ki salondan çıkarken henüz taze olan bu hislerin devamı gelmeyecek onu da biliyorum fakat yine de önemsiyorum.
Filmlerin asıl anlatmak istedikleri ve bizim anladıklarımız üzerine onlarca yıllık bir tartışmanın alevine benzin dökmek niyetim değil ama bende çok fazla hissi çalıştırdı bu film. Kayıplar üzerine düşündürdü misal. Bir insan ne zaman tam olarak hayatımızdan çıkar? Aynı ülkede doğmuş olmayı geçin, hepimiz aynı dili konuşabiliyor muyuz, bu soruyu sordurdu bana. Gençliğin dilini konuşan, sessizliğin dilini konuşan, kırgınlığın, umutsuzluğun, boşvermişliğin dilini konuşan… Lisanlarını görmezden gelin. İletişimde aslında o kadar çok şeyi kaçırıyoruz ki. Sevgi ve nefreti ve hangisinin ne zaman bittiğini ve diğerinin başladığı noktayı bilemiyoruz. Bunları anlattığını hissettim. Ortak bir geçmişi bir şekilde paylaştığınız insanlarla ne kadar farklı anlıyor olabileceğimizi gösterdi. Ve daha irili ufaklı çok fazla duygular gizli filmde. Ne hissedeceğiniz tamamen size kalmış.
92/100 tüm duygulardan bir demet
Yönetmen: Sözde Japon sinemasını sevdiğini iddia eden ben, bu yönetmenin daha önce herhangi bir işini izlemediğim için kendimi sorguluyorum. Ama inanın ki bu biraz da tembellikle ilgili. Aslında daha çok araştırmacı ve daha az seçici olmam lazım ama bunları yakında değiştirmek üzere bir kenara not alıyorum. Ryûsuke Hamaguchi inanılmaz bir eser ortaya çıkarmış. Tipik Japon sineması eseri gibi olmasa da (sıklıkla batılı tarzda kareler göze çarpıyor) film elbette milli anlatım dilinin çoğu unsurunu özümsemiş. Kısa bir öyküden 3 saatlik bir film çıkartmak ve seyirciyi hiç sıkmadan bir duygudan diğerine atmak ve bunu neredeyse sıfır hatayla kotarmak tarifi güç bir başarı.
Senaryo: Filmin 3 saatlik süresi kesinlikle gözünüzü korkutmasın. Finale 10 dakika kala biraz aksıyor gibi görünüyor ama anlatım dili o kadar estetik ve hikayeler birbiri ile o kadar uyumlu ki hiç şikayetçi olamadım. Bir de Rus edebiyatı ve tiyatro sanatına uzaklığımı tekrar hatırlatmak isterim. Bu handikaplarına rağmen izlerken dünyada ilgimi vermek istediğim yegane yer bu filmdi. Büyük plot twistler barındırmadan karakter odaklı, sabit nabızda seyreden bir film. Bir de ilk defa hissediyorum bunu ama bir kitap gibi diyaloglar. Yani bir film izliyor olmaktan ziyade uzun ve hiç bitmesini istemeyeceğim bir roman okur gibiydim. Hayatımda gördüğüm en kitap film diyebilirim. Her diyalogsuz sahnenin arkasında bile kafamda çeşitli edebi tarifler, betimlemeler, iç ses metinleri canlanıyordu. Filmin görsel dili ile o kadar uyumlu bir senaryo var ki birbirlerini tamamlamakla kalmıyorlar, üstüne de ekliyorlar aynı zamanda.
Oyuncular: Tüm oyuncular sahneler arası geçişlerde harika iş çıkarmışlar. Öyle çok sivrilmelerini gerektirecek sahneler yok ama olduğunda kesinlikle ortalığı darmaduman etmeden inmiyorlar sahneden. Hepsine sanki farklı hisler atanmış gibi ama tam emin olamıyorum. Bu yüzden bir daha izlemek zorunda hissediyorum çünkü içimden bir ses konuya ve harika çekimlere odaklanmaktan oyunculukları tam takdir edemedim gibi geliyor. Ama özellikle şoför rolündeki hanım ve Koreli kadın oyuncu beni benden aldı. Çok özel sahneleri vardı bu ikisinin. Sahneleri sözlüklere bedel performanslarla dolu diye özetleyebilirim filmi.
Sinematografi/Diğer: Bu sene görsel açıdan iyi filmler vardı aslında. Ama herhalde Drive My Car geçilmesi güç bir çıta koyuyor rakiplerine karşı. Güzel, sade ve ustalıkla çekilmiş her sahne içime işledi diyebilirim. Belki ben abartıyorum ama sanki her basamağın, sigara dumanının, rüzgarda esen pardösünün, arabanın sun roof’unun kendi replikleri var. Bu kadar iyi çekimlere başka bir izahat bulamıyorum çünkü. Daha filmin başlarında “bu araba sahneleri biraz gereksiz uzun mu acaba ya?” diye merak ederken film ilerledikçe aslında hepsini ayrı bir düzleme, duyguya yolculuk gibi değerlendirmeye başladım. Sanki yönetmen her yolculukta bizlerle beraber bir şeyleri arar gibiydi. Umarım bulabilmiştir, benim kendi adıma aradığım (veya bulduğum) şeylere dair zayıf tahminlerim var sadece.
Kurgu: Artık klasik 1.5 saatlik film süresi hiçbir yönetmeni kesmiyor anladığım. Çok iştahlılar. Çok fazla şeyi anlatmak istiyorlar. Önemli kısmı da çöp gibi film yapıyor. Seyirciyi yoran en basitinden ne anlatmak istediği bile kesin olmayan bu filmlerden tonla var piyasada. Ama çekilen sahnelerin bir araya getirilmesi o kadar ustaca yapılmış ki, ben kendi adıma konuşayım, sıkılmanın kıyısına bile uğramadım. Bir sahne ve repliği kaçırırım diye gözlerimi hiç perdeden ayırmadım bile. Bir tek finalde daha farklı tercihler yapılabilirmiş dedim ama asla şikayetim yoktur.
Son Söz: Çok az sayıda salonda, sınırlı matinede gösterime giren bu film belki de bu sene izleyebileceğimiz en iyi iş olabilir. Program değiştirmeye, gerekirse masanızda bekleyen işleri ertelemeye hatta şehirler arası yolculuğa bile değer. Eğer sinemaya değer veriyorsanız, blockbuster harici filmlere de merakınız varsa bunu bu güzel filmi ait olduğu yerde izleyerek gösterebilirsiniz diye düşünüyorum.