[voiserPlayer]
Ben kim miyim? Kendime dair ilk hatırladığım şey, bir ölümlü olduğum. Gözleri kör bir ölümlü. Kimsesizdim. Ne annem vardı, ne babam. Yedi yaşında mıydım? Sekiz mi? Tek maharetim flüt çalmaktı. Sokaktan geçenlerin verdikleri ile yaşıyordum. Öyle bir gündü. Soğuk mu soğuk. Kar yağıyordu. Elbisem inceydi. Ayağım çıplak. Donmak üzereydim. Ve açtım. Günlerdir sıcak bir şey geçmemişti boğazımdan. Lucheng’in en meşhur lokantasının giriş kapısının karşısında flüt çalıyordum. O lokantadan yayılan kokularla besleniyordum sanki. Ne lokantadan karnı tıka basa dolu çıkanlar, ne de sokaktan geçenler. Kimsenin dönüp bakmadığı, bakanların da acıyarak değil, iğrenerek baktığı bir haldeydim. O halde ne kadar kalakaldım hatırlamıyorum. Bayıldım. Gözlerimi kapatırken, bir daha açamayacağımdan emindim.
Ben bir ölümsüzüm. Bir prensim. Shuiyuntian’ın Yüce Lordu Dong’un en küçük oğluyum. Sarayda doğdum. Sarayda büyüdüm. Ay kabilesinin işgali başladığında ben küçüktüm. Hatırlamıyorum. Savaş Tanrıçası Chidi’nin kahramanlıklarını dinleyerek büyüdüm ve onun gibi olma hayalleriyle yaşadım. Yüzlerce, binlerce kez Yüce Ay Lordu Dongfang Qing Cang’la, o soğukkanlı katille, hayallerimde savaştım. Bir kez dahi olsa onunla gerçekte karşılaşamayacağıma hayıflandım durdum. Babam ölüp, ağabeyim Lord Yun Zhong onun yerine geçince, Shuiyuntian’ın Savaş Tanrısı oldum. Dongfang Qing Cang’ın yerine geçen kardeşi Xun Feng’in ülkeme devam ettirdiği saldırıları ben göğüsledim, ben durdurdum ve ben püskürttüm. Shuiyuntian’ın barış ve huzur içinde yaşamasını ben sağladım. Cesaretimle, bileğimin gücüyle.
Ancak açtım ve onu gördüm. Bir silüet. Bir melek miydi? Yoksa bir peri mi? Bir hayal miydi? Hiç kuşkusuz karşımda duran dünyanın en güzel varlığıydı. Evet artık görebiliyordum. Karşımda bana gülümseyerek bakıyordu. Evet oydu. Shuiyuntian’ın Savaş Tanrıçası Leydi Chidi. Öncesi yok benim için. Ben Leydi Chidi ile hayata döndüm, hayata tutundum.
Ay kabilesi ile girdiğim savaşlardan birinden sonraydı. Yara bere içinde Shuiyuntian’ın Shuyu ormanına çekilmiştim. Biraz dinlenmek, biraz huzur bulmak için. Yorgundum. Ölesiye yorgun. Hayal meyal bir silüet belirdi gözlerimin önünde. Bir peri. Dünyalar güzeli bir peri. “Ben çok güçsüz bir periyim” dedi, “Ama seni iyileştireceğim. Seni koruyacağım.” Tek bir mendille yaralarımı sarmak istedi. Beni o peri iyileştirmedi. İyileştiremezdi. Gücü yoktu. O kocaman kalbine, o çiçeklere can veren, o güneşi ısıtan gülüşüne aşık oldum.
Hayatımı kurtaran o kadına kendimi adadım. Savaş Tanrıçasıydı. İşi savaşmaktı. Tek huzur vardı onun için, çaldığım flüt. Mutluluk. Onun için devam ettim flüt çalmaya. Ancak benim için yeterli değildi. Savaşmayı da öğrenmeliydim. Dünyanın en iyisi olmalı, onun canlı kalkanı olmalıydım. Oldum da. Onunla bütün savaşlara katıldım. En tehlikeli anlarında yanında oldum. Kendimi ona siper ettim. Ta ki Yüce Ay Lordu Dongfang Qing Cang’la yaptığımız savaşa kadar. Aşık olduğum kadın son ana kadar elinde kılıcı dermansız kalana kadar savaştı. Dongfang’la karşı karşıya kaldığında ben yoktum. Ağır yaralanmıştım, kendimden geçmiştim. Kendimden geçmemeliydim? O an ayakta olmalıydım, Dongfang’ın karşısına ben dikilmeliydim. Otuz bin yıl. Otuz bin yıl içim içimi yedi. Neden o ölmeden önce ben ölmedim. Kendime geldiğimde ise artık çok geçti. Efendim Leydi Chidi kendi ruhunu feda etmiş, Dongfang’ı ve ordusunu taşa döndürmüştü. Ben hayattaydım, ama ben artık o ben değildim.
Sonrasında sık sık Shuyu ormanına gittim. Periyi görmeye. Hayatımın en tatlı anlarını onunla geçirdim. Bütün sorumluluklarımı onun yanında unuttum. Perinin küçük dünyasında huzuru buldum. Ancak ona karşı duygularım derinleştikçe kalbimde içten içe bir endişe de büyüdü. Peri ile bir geleceğim olabilir miydi? Ben henüz küçük bir çocuk iken kaderim mühürlenmişti. Shuiyuntian’ın Yüce Lordu babam beni Xilan kabilesinin Yüce Lordu’nun kızı ile nişanlandırmıştı. Hiç görmediğim Xilan Tanrıçası ile. Böylece iki kabile güç birliği yapacak ve üç alemi kötülüklere karşı daha etkin bir şekilde koruyacaklardı.
Leydi Chidi’nin cesedini buldum. Bembeyaz ipeklere sardım ve onu kimsenin bulamayacağı bir mağaraya götürdüm. Bir çare olmalıydı. O bir Tanrıçaydı. Nasıl ölebilirdi? Nasıl? Çare aradım. Diller döktüm. Yüzler sürdüm. Onu hayata döndürmek için. Her şeyi yaptım. Her şeyi. Ancak beceremedim. Üstelik. Leydi Chidi’nin cesedi o karanlık mağarada çürümeye yüz tutarken, kendini feda ettikleri onu çoktan unutmuştu bile. Hayatlarına devam ediyorlardı, hatta eğlencelerine. Kahroluyordum. Bu dünyada benim de artık yerim olmamalıydı. Olamazdı. Çaresizlik içinde mağaraya döndüm. Leydi Chidi’nin yanı başına oturdum. Özürler diledim. Onu geri getiremediğim için, perilerin vefasızlığı için. Tam kendimi de yok edecekken mağara içinde o ses yankılandı. “Onu kurtarabilirim,” dedi. “Nasıl?” dedim. “Xilan Tanrıçasını bul ve öz ruhunu al. Efendini ancak böyle geri getirebilirsin,” dedi. Sonuçlarını bilerek yaptım. Mağarada o sesi yankılanan Kötü Ruh Tai Sui’ydi. Üç alemi onun kötülüğünden koruyan Xilan Tanrıçasını öldürecektim. Xilan kabilesine gittim. Leydi Chidi için yalvardım. Henüz küçük bir kız çocuğu olan Xilan Tanrıçasının öz ruhunu vermeleri için. Reddettiler. Xilan kabilesinin tamamını öldürdüm. İkna olmadılar. Anne ve baba kızları Xilan Tanrıçasını korumak için kendilerini feda etti. Xilan Tanrıçası ise kayboldu.
Otuz bin yıldır hiç görmediğim bir tanrıça ile nişanlıydım. Peri ile bir geleceğimin olması için ilk önce nişanlımı bulmalı, onunla nişanı bozmalıydım. Bunu yapmadan Peri ile ilişkim Peri’yi sadece tehlikeye atardı. Cezası ölüm olurdu. Zira benim nişanım tanrılar tarafından kutsanmıştı. Küçük bir peri için o nişan bozulamazdı. Son bir kez Peri’yi görmeye Shuyu ormanına gittim. İçim kan ağlaya ağlaya yaptım. Korkaklığımdan. Göklerin kanunlarına karşı gelemediğimden. Hafızasında bana ait her hatırayı sildim ve yanından kayboldum. Ustası ona onu 1500 yıl önce atılmaktan benim kurtardığımı söylemiş. Bu yüzden bana karşı hep minnet duydu. Ben ise onu uzaktan sevdim. Bana verdiği mendili sakladım. En değerli hazinem gibi.
Mağaraya elim boş döndüm. Ve Tai Sui ile bir anlaşma yaptım. Tai Sui Leydi Chidi’nin bedenini çürümekten koruyacak, ben ise kaybolan Xilan Tanrıçasını arayacak ve bu arada onu ruhlarla besleyecektim. Farketmezdi. Peri ruhu, Ay kabilesinden olanların ruhu. Bunun için sürekli periler ve Ay kabilesi arasında savaşlar çıkardım. Ay kabilesinde de iç savaşlar. Dongfang Qing Cang’ın yokluğunda idare kardeşi Xun Feng’in eline geçmişti ve onun tecrübesizliği, beceriksizliği ve aptallığı işimi kolaylaştırdı. Böylece 30 bin yıl boyunca Tai Sui’ye sayısını artık bilmediğim kadar ruh feda ettim. Bu sırada Leydi Chidi’nin bedeni tazeliğini korurken, ruhu ölümlüler dünyasında imtihandan geçiyordu. İmtihanı kazanması için bir erkeğe aşık olmalı ve o erkek tarafından düğün gecesi öldürülmeliydi. 30 bin yıl boyunca defalarca yeniden doğdu. Her hayatında çektiği acıların aynısını onunla ben de tattım. Ancak hiçbirinde imtihanı geçemedi.
Takip eden 500 yıl boyunca arada sırada Shuyu ormanına gittim. Bazen Peri ile karşılaştım, bazen karşılaşmadım. Beni hatırlamadı. Hatırlamamalıydı. Yanıma yaklaşmaya korktu. Bir gün cesaretini toplamış olsa gerek ki, bir sepet çiçekle geldi. Haotian kulesinden kaçanları yakalayarak gösterdiğim kahramanlık için bana hediye vermek istemiş. İçinden sadece orkideyi aldım. O bir orkide perisiydi. Neden öyle yaptım? Mesaj mı vermek istemiştim? Ben seni tanıyorum. Ben seni … Sadece orkideyi aldığım için havalara uçtu ve söz verdi: “Bir gün sınavı kazanacak ve sarayda hizmetine gireceğim.” Olur muydu? Gerçekten de oldu. Peri yılda bir kez yapılan sınava girdi ve birinci oldu. Sarayda hizmetime girmesi için, onu hergün görebilmem için bir engel yoktu artık. Öyle sandım. Bir engel vardı. Ağabeyim Shuiyuntian Lordu. Bana karşı duygular beslediğini belli eden bir periyi ağır bir şekilde cezalandırdı. Onu affetmedi. Bu onun bana uyarısıydı. Ona karşı gelmekten korktum. Göklerin yasalarını çiğnemekten. Ve Orkide perisini saraya hizmetime almadım. Hakettiği halde.
İlk anda göremedim bir fırsat olduğunu. Göremezdim. Dongfang Qing Cang meğer 30 bin yıl önce öldürülememiş ve o süre boyunca Haotian kulesinde tutulmuş. Nasıl oldu ise oradan kaçmış, bir süre Shuiyuntian’da bir perinin yanında kalmış, sonra onunla ülkesine geri dönmüş. O perinin basit bir peri olmadığını, kayıp Xilan Tanrıçası olduğunu biliyor muydu acaba? Dongfang o peri sayesinde Leydi Chidi’nin kader yaprağını okuyabilir ve bir ölümlü olarak nerede olduğunu öğrenebilirdi.
Farkında değildim. Bilmiyordum. Yüce Ay Lordu Dongfang Qing Cang’ın Haotian kulesinden kaçtıktan sonra Kader köşkünde Peri’nin yanında kaldığını. Ben Dongfang’in ardından giderken ve onu yakalamaya çalışırken, Ağabeyim Yun Zhong’in Peri’yi Ay kabilesinin ajanı olmakla suçladığını ve kollarından çarmıha gererek işkence ettiğini, ve Peri’yi bütün Shuiyuntian tanrılarının karşısına çıkarak Dongfang’ın kurtardığını. Onu durdurmaya, Peri’yi geri almaya çalıştım. Ancak Dongfang bana bir ders daha verdi. Shuiyuntian’ı koruyan barajı yıktı ve beni bir tercih yapmaya zorladı. Peri mi? Shuiyuntian mı? Ve ben Peri için Shuiyuntian’dan vazgeçemedim.
Tahmin ettiğim gibi oldu. Dongfang’ı ve Peri’yi Lucheng’de buldum. Leydi Chidi Dongfang’a aşık oldu. Ve düğün gecesi onun tarafından öldürüldü. Böylece efendim Leydi Chidi imtihanı geçti. Onu kurtarmıştım. Otuz bin yıllık hayalim gerçek olmuştu. Onu Lucheng’den aldım ve bedenen ve ruhen dinlenmesi için bir ormanın içinde inşa ettirdiğim köşke yerleştirdim. Ancak bir sorun vardı.
Daha sonraki pişmanlıklarım yeterli olmadı. Telafi çabalarım. Tehlikeler göze aldım. Göklerin kanunlarını çiğnedim. Ölümlü bile oldum… Yeterli olmadı. “Sana olan sevgim minnetimdenmiş,” dedi kalbimi bin parçaya kırdığını umursamayarak. “Kalbime acı veren, neşe ile dolduran türden değil, kırılsa da, ezilse de, tekrar tekrar ayağa kalkan, canlanan türden değil.” Onu sonsuza kadar kaybetmiştim. Her defasında beni değil, onu tercih etti.
Leydi Chidi her gece kabuslar görüyordu. Kabuslarla uyanıyordu. Bir gece köşkün etrafında kalan askerlerin hepsi öldürüldü. Başka bir gün orman yolunu kullanan köylüler. Yanlış giden birşey vardı. Ama o farkında değildi. Her defasında dehşet içinde uyanıyordu. Görmek istemiyordum. Kabul etmek. Ancak Tai Sui efendimin bedenini ele geçiriyordu. Askerleri de, köylüleri de öldüren, ruhları ile beslenen Tai Sui’ydi. Bir insan bedenini ele geçirirse, hele tarihin gördüğü en yetenekli savaşçının bedenini. Bana ihtiyacı kalmayacaktı. Benim sağlayacağım ruhlara. Efendim acı içindeydi. Öyle ki, bir gün o ipekten daha yumuşak saçlarını tararken, “Beni öldür,” dedi. “Acımı dindir.” Duymamazlıktan geldim. Devam ettim otuz bin yıl boyunca hayal ettiğim şeyi yapmaya. “Beni öldür. Acımı dindir.” Yine duymamazlıktan geldim. “Bırak öleyim. Acımı dindir. Böyle yaşamak istemiyorum.” İkna etmek istedim. Gözünden yaş geldi. Diz çöktüm. Yalvardım. Hayatta başka hiç bir isteğim olmamıştı. Onun hayatta olması dışında. “Benim de hayatta tek bir isteğim olmuştu. Seni diriltmek. Birinin kaderini değiştirmenin bana büyük bir felaket getireceğini bile bile istedim bunu. Ve kaderin hükmüne razı oldum. Sen de ol.” Şaşırmıştım. Demek ben o soğukta ölmüştüm ve efendim Leydi Chidi beni tekrar canlandırmıştı, bunun için ağır bir bedel ödemeyi göze alarak. Ben bu kadar önemli miydim onun için. Gözlerimden yaşlar akarken güldüm. Yanağını okşadım ve ona sarıldım. Kılıcımı onun sırtına sapladım, acısını dindirdim. Artık benim için yaşamanın bir anlamı kalmamıştı. Kılıcımı ittikçe ittim, onun tam kalbinden çıkardım ve kendi kalbime soktum. O benim kollarımda, ben onun kollarında öldüm.
Love Between Fairy and Devil, Netflix, 2022.