[voiserPlayer]
“Şehirler de tıpkı rüyalar gibidir: Her şey rüyada görülebilir, ama en beklenmedik rüya bile bir arzuyu ya da bir korkuyu gizleyen bir bilmecedir.”
Italo Calvino
Klasiktir. Klasiklerin her okunuşunda ayrı bir tat verdiği. Ayrı bir boyut sunduğu. Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi” böylesi bir klasik. Fransız Devrimi’nin çalkantılı zamanlarına doğru bizleri yolculuğa çıkaran, kişisel anlatılarla tarihi olayların iç içe geçtiği bir başyapıt. Canlı betimlemeleri, hikâye örgüsü ve kahramanların sıra dışı dönüşümleri ile okuyucuyu yakalamayı bilen, çağını ziyadesiyle aşmış bir yazarın kaleminden süzülen bir metin. Ardınca yirmi roman, onlarca öykü bırakan yazarın, “en iyi hikâyem” dediği bir eser.
Dickens’ın romanı sadece estetik anlatımıyla büyülememekte, aynı zamanda Londra ve Paris arasındaki karşıtlıklara keskin bir not düşmekte. Eserde bir yanda özveri, aşk ve kefaret temaları işlenirken, diğer yanda devrimin terörize şiddeti tasvir edilmekte. Londra-Paris hattında yazar, sosyo-politik bir ayrışmanın altını çizerken yan yana getirdiği iki şehir aracılığıyla dönemin çalkantılı doğasını resmeder.
Edebiyat tarihinin en etkili girişleri arasında kabul edilen o ünlü açılış cümlesi ile hikâyenin merkezine yerleşmiş olan karşıtlık okuyucuya peşinen sunulur: “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da doğrudan cehenneme!”
Dönemin paradoksal görüntüsünü resmeden bu güçlü-ikonik giriş, yaşanan zıtlık ve çelişkileri sorgulayan hikâyeye zemin hazırlar. Geliyorken gelmekte olan devrim, umudun ve umutsuzluğun dünyasına okuyucu çekiliverir. Londra istikrar ve düzenin damgasını taşıyan bir şehir olurken, Paris kaos ve kargaşanın diyarıdır. Öyle ki doğacak terörü herkesten önce hisseden zengin Fransızların servetlerini Londra bankalarına kaçırma telaşına kahramanımız Bay Lorry şöylece şahit olur: “Paris’te müthiş bir tedirginlik var ve herkes bizden medet umuyor! Oradaki müşterilerimiz, paralarını ve mülklerini ne yapıp edip bir an önce bize emanet etmek istiyorlar. Bazılarında paralarını İngiltere’ye gönderme çılgınlığı baş gösterdi.”
Bu tarihi anlatı, bir yandan Benjamin Franklin’in “sermaye ne kadar ürkekse, o kadar kazanç getirir.” sözünü doğrularken, diğer yandan Aristophanes’in “paranın korkakların en yakın arkadaşı olduğu” eleştirisini akla getirir. Antik Yunan’dan modern çağlara karşımıza çıkan bu entelektüel dönüşümün, zaman içinde para ve sermayeye yönelik değişen tutumları vurgulayıp cesaret ve yiğitliğe değer vermekten, maddi kazanç ve güvenliğe öncelik vermeye doğru ilerleyen araçsal süreçlere işaret ettiği ortadadır.
Ömrü Tellson Bankasına hizmetle geçmiş, rasyonel iktisadi bireyin temsili konumundaki bankacımız Bay Lorry, bastırılmış duyguları, mekanize disiplini ve hesap gücüyle beraber bu sürecin tipolojik zirvesi konumundadır: “Bunlar salt iş ilişkisidir küçükhanım; içinde dostluk, özel bir ilişki ya da duygu barındırmaz. İş hayatım boyunca bir müşteriden diğerine geçiyorum; özetle, bende duygu yoktur; ben bir makineyim. Neyse, devam…” Battı balık yan gider hükmünce sarf olunan bu “devam…” sözü içine düşülen acınası halin farkındalığını imler gibidir. Zira metin ilerledikçe Bay Lorry, karakter gelişimi açısından ilgi çekici bir figüre karşılık gelir. Bastırılmış insani yönlerini meslek ve mesaisinden soyutlanabildiği oranda ortaya çıkaran bu yaşlı bankacımız, bizlere merhamet ve esirgeme adına alışılagelmiş bencilliklerimizi aşabileceğimizi gösterir. Düzen, güven ve öngörülebilirliğin mekânı Londra’dan; belirsizlik, heyecan ve tutkuların diyarı Paris’e varoluşsal bir keşiftir bu teklif edilen. Bu keşif, bireyin tarihsel çarklara, kurumsal angajmanlara ve kişisel geçmişlere meydan okuyabilecek potansiyele sahip olduğunu gösterirken, diğerkâmca bir bakışı da ilham etmiş olur. Bu ilhamla birey, yalnızca toplumsal-tarihsel kısıtları aşmakla kalmaz, aynı zamanda şefkat ve merhametin kişisel gelişim üzerindeki derin etkisini de keşfetmiş olur.
Romanda Bay Lorry, gerçek tatminin steril ve mekanik dünyalarımızdan sıyrılıp başkalarıyla hemhal olmak becerisinde yattığına dair güçlü bir hatırlatma işlevi görür. Ancak bu hatırlatma, akıldan duygulara, alışılagelmişten sıra dışı olana doğru yelken açan maceracı ruhlara, her daim geride onları bekleyen, dönülebilir güvenli limanlar vaat etmez. Romanda mahşeri bir ateş çemberi olarak tasvir edilen Paris, aklın zincirlerinden kurtulmuş olan delice tutkuların, kontrolsüz hezeyanların, terörize kaosun ve sınırsız şiddetin diyarıdır:
“Bu çapulcu sürüsü dönüp durdukça keçeleşmiş saçları kâh gözlerinin önüne kâh boyunlarına geliyordu; kadınlardan bazıları, adamlar içsinler diye ağızlarına şarap tutuyordu; damlayan kanlarla, dökülen şaraplarla, bileğitaşından pınar gibi fışkıran kıvılcımlarla, bu şeytani ortam kanlı bir yangın yerini andırıyordu. Aralarında kana bulanmamış tek bir kişi yoktu. Birbirlerine omuz atarak bileğitaşına yanaşmaya çalışıyorlardı; erkeklerin üstleri çıplaktı, kollarında ve göğüslerinde kan lekeleri vardı; türlü türlü yırtık pırtık paçavralar giymişlerdi, bu paçavralar lekeliydi; erkekler, kadınlardan ganimet olarak aldıkları ipek, dantel ve kurdeleleri taşıyorlardı, lekeler ıvır zıvırlara da bulaşmıştı. Baltalar, bıçaklar, süngüler, kılıçlar, yani bilemek için getirdikleri her şey kıpkırmızıydı. Bazıları gasp ettikleri kılıçları, keten ve elbise parçalarıyla bileklerine bağlamışlardı; bağlamak için kullandıkları kumaş parçalarının türü farklı farklıydı fakat hepsi aynı renge boyanmıştı. Silahlarını kıvılcımların arasından çekip alan zıvanadan çıkmış insanlar, kendilerini sokaklara atıyorlardı; elbiselerini boyayan kırmızının aynısı dellenmiş gözlerinde de vardı; bu gözleri gören en mülayim insan bile, bu gözlerin sahibini bir silahla çekip vurabilmek için hayatının yirmi senesini rahatlıkla feda ederdi.”
Okuyucu şehrin kan ile yıkanmış sokaklarında böylece gezinirken rasyonel bir düzleme oturtulmadan ardına düşülen hesapsız tutkuların yol verdiği kıyım ve yıkımlarla yüzleşir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi sözde hafif ama yükte ağır ülkülerle yola çıkılmışken, sosyolojik dengenin toplumun her bir ferdine sloganist devrimcilikten çok daha zorlu vazifeler yüklediği ortadadır. Fakat yaşanan toplumsal histeri, devrimi salt söylem seviyesinde tutmaya yeter: “Güzel kızlar, kahverengi, siyah, gri saçlı parıltılı kadınlar; delikanlılar, yapılı erkekler ve yaşlılar; soylular ve köylüler; hepsi her gün leş gibi zindanların karanlık mahzenlerinden gün ışığına çıkarılıp, Giyotin hanıma, o bitmek bilmez susuzluğunu gidersin diye kırmızı şarap niyetine ikram edilmek üzere sokaklardan geçirilip götürülüyorlardı. Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ya da Ölüm! En kolay hayata geçirilen sonuncusuydu; Giyotin’e zeval gelmesin!”
Dickens, tarihin dönüm noktalarından birine Londra-Paris hattından bakarken ustalıkla dokunan karakterler ve keskin kontrastlar arasında şekillenen hikâye bir başyapıta evrilir. İnsanın dönüşüm gücü ve toplumsal kırılmaların öngörülemez dinamikleri, okuyucuyu insan-toplum ve insan-insan ilişkileri üzerine yeniden düşünmeye sevk eder. Zira eser, edebiyatın derinliklerinde akıveren diyalektik bir nehir gibi, insanın olası potansiyelini ve toplumsal olayların sıra dışı karmaşıklığını barındırır.
Diğer taraftan İki Şehrin Hikâyesi’nde temsil edilen diyalektiğin, felsefedeki ikili zıtlıklardan (Binary Oppositions) ilhamla Apollon-Dionysos ayrışmasını hatırlattığı da söylenebilir. Londra’nın istikrar ve düzeni Apollon’u, Paris’in kaos ve karmaşası ise Dionysos’u temsil ederken roman, bu zıtlıkların çatışmasını ve dönemin çalkantılı doğasını anlatır. Tekil bireylerin nasıl potansiyel olarak hem düzeni hem de kaosu içlerinde barındırdığı ve bu karşıt güçleri tetikleyen toplumsal dinamiklerin nasıl hayatı sıra dışı biçimde yeniden tanzim ettiği böylece gözler önüne serilir.
Bu dinamikler içinde kendini yeniden bulan ve aşan bir diğer karakter, avukat Sydney Carton’dır. Sıra dışı kişisel dönüşümü öncesinde Carton, umutsuzluğun gölgesinde içkisini kederle yudumlayan, hayatın akışına kayıtsızca teslim olmuş, melankolik bir yalnızlığın timsalidir. Akıntıda kayalıklara doğru sürüklenen gösterişli ama rotasız bir gemiden farkı olmayan avukatımız, hukuk kariyerinin ve çizgi üstü gelirinin sunduğu konfor içinde yaşayan, ancak varoluş neşesini çoktan yitirmiş olan bir hedonisttir. Hikâye ilerledikçe karakteri derinleşen Carton, hikâyenin finalinde sıra dışı bir dönüşüm geçirir. Romanın ana teması olan kefaret kavramıyla ilişkili olan bu dönüşüm, fedakârlık ve kahramanlık temasının altını çizer. Her tercih bir vazgeçişken, Carton geçmiş hata ve kusurlarını affettirecek akıl almaz bir tercihle müvekkili -Charles Darney- yerine giyotine gider.
Bu akla hayale sığmaz özverinin çözümlenmesi aralarındaki ilişkinin anlaşılmasını gerektirir. İki Şehrin Hikayesi’nde Sydney Carton, Charles Darnay’in bir tür anti-tezi gibidir. Darnay asil bir aileden gelen, idealist, nazik, dürüst, merhamet sahibi bir karakterdir. Aristokratik geçmişinden bağımsız olarak insanlarla eşit bir düzlemde ilişki kurar. Haksızlıkların üzerine cesurca giden, sevdikleri için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen, konfor ve refahını asla birincil plana koymayan, özveri timsali bir kişiliktir. Diyalektik bir perspektiften bakıldığında, Sydney Carton ve Charles Darnay karakterleri arasında başlangıçta tam bir zıtlık vardır. Carton, alt sınıftan gelen, sınıfsal olarak kendine güvensiz bir tiptir. Bu güvensizlik içerisinde sıkça gerçekliği çarpıtma eğilimli, toplumsal çelişkileri umursamayan, melankolik bir alkolik görünümü sergiler. Kimseyi kafaya takmayan, keyfinin kâhyası bir tiptir. Hayata karşı apaçık kayıtsızlıklarına rağmen -istediğinde- son derece zeki bir gözlemci, güçlü bir hatip, birkaç hamle öteyi görebilen keskin bir zihne dönüşür. Kendi varoluşunu hor gören tüm kayıtsızlığına rağmen, nihayetinde sevdiklerinin mutluluğundan vazgeçemez.
Romanın sonunda çözüme kavuşan Carton’ın çelişkilerinin temelinde, üstünde bir yama gibi duran sınıf atlama telaşının olduğu söylenebilir. Aristokrasiye ait olmamasına rağmen onlar gibi yaşamaya çalışan avukatımız, içinde sıkışıp kalan kendi sınıfsal gerçekliğini baskılar. Fiziksel olarak Darnay’e oldukça benzeyen bir tip olmasına rağmen, ona bu benzerlik yetmemekte, onun sahip olduğu ruhsal olgunluk ve toplumsal itibarı kıskanmaktadır. Ayrıca büyük bir aşk beslediği Lucie Manette’in nihayetinde Charles Darnay’i eş olarak tercih etmiş olması bazı sınırların ne olursa olsun aşılamazlığının ifadesi gibidir. Carton’ın sahip olmaya uğraştığı hemen her şeyin içine doğan, çok daha fazlasını fazlasıyla içselleştirmiş bir bilinç olan Darnay’in yerine giyotine gitmek, bir taraftan anlamsızlaşan yaşamına onurlu bir son sunarken diğer taraftan gizlice idealize ettiği aristokrasi ile de ruhsal bir hesaplaşma imkânı sağlamaktadır.
Carton’ın fedakârlığı, Darnay’in sahip olduğu imtiyazlı hayatı değil, nihayetinde kendi sınıfsal onurunu savunma iradesi gösteren farkındalık bilincini temsil eder. Aristokratik imtiyazlarını devrimin çok öncesinde dayanışmacı duygularla terk eden Darnay’in gözü dönmüş ihtilalcilerden kendini kurtaramıyor olması Carton’ı tatmin etmeyecek ucuz ve sathi bir zafer, adi bir sınıfsal hesaplaşmadır. Bu nedenle, Carton sadece Darnay’in hayatını kurtarmamakta, aynı zamanda toplumsal adaletsizliklere karşı durma iradesini gösteren onurlu bir varoluşa da ortak olmaktadır. Carton, bir taraftan vaktiyle kendisini reddeden Lucie Manette’e kocasını kurtarmak yoluyla aile saadeti bahşederken, diğer taraftan mutluluklarında silinmez bir iz bırakarak onları sonsuza kadar kendisine borçlandırmaktadır. Aynen kibarlık ve tüccarlığıyla ün salmış katıksız bir İngiliz gibi!
Diğer taraftan, benzer bir durumun karşıt bir örneği olarak romandaki Madam Defarge ve eşi Ernest Defarge ele alınabilir. Baskıcı aristokratik düzene karşı savaşırken, eylemleri huzur ve esenlik yerine sınırsız bir yıkım ve kıyım getiren, mevzuya Fransız kalmış bir çift Fransız! Defarge’ların histerik intikam arayışı, Carton’ın özverisinin aksine, toplumsal bir travmaya dönüşürken her hesaplaşmanın nihayetinde olumlu bir değişimle sonuçlanmadığının delilidir. Toplumsal kırılmaların yarattığı kaos ortamında kontrolsüz bir intikam arayışının bireyin öz farkındalığını öteleyerek ardınca yenilerini doğuran sınıfsal çatışmaları hesapsızca tetiklediği aşikardır. Bu nedenle, toplumsal değişim ve adaletin, kişisel hesaplaşmaların ve öfkenin gölgesinde kalması, romanda sıkça vurgulanan bir tema olarak karşımıza çıkar.
Tekrara düşmek pahasına hatırlatmak gerekir ki Carton roman boyunca düzen ve istikrarın şehri olan Londra’da yetişmiş bir bireyken, Lafarge çifti toplumsal çalkantıların, adaletsizlik ve yoksulluğun hâkim olduğu Paris’in bir yansımasıdır. Aristokrasiyle farklı yöntemler aracılığıyla hesaplaşan bu insanların, Londra ve Paris arasındaki sosyal ve politik farklardan beslendiğini söylemek gerekir. Bu noktada Fransız halkının aydınlanma isteği ve zulme karşı onurlu direnişine karşılık gelen bir karakterden, Dr. Manette’den bahsetmeden olmaz. Lucie’nin babası olan Dr. Manette, on yıl boyunca Bastille Zindanı’nda haksız yere hapsedilmiş bir esirdir. Aristokratik elitlerin keyfi acımasızlığının bir sembolü olarak yıllarca tecrit edilmiş olan bu yetenekli doktorun, bu süre zarfında bile üretimden kopmayarak bir kundura tezgâhında ayakkabı yapmış olması manidardır. Bu durum, toplumsal üretkenliğin ve çalışma azminin tüm baskı ve imkânsızlıklara rağmen akacak bir mecra bulabilme potansiyelini gösterir. Doktor, romanda Fransız halkının maruz kaldığı tecrit ve acıların karakterize edilmiş hali olurken, beden ve zihin sağlığına tekrar kavuşuyor olması da toplumun kurtuluş ve aydınlanma idealine karşılık gelir. Dr. Manette, eski bir Bastille mahkûmu olarak devrim sonrası yaygın bir itibara kavuşmuş olsa da damadını kitlelerin haksız suçlamalarına karşı koruyamamaktadır. Bu durum, tutkularının delice esiri konumundaki kalabalıkları aydınlatmanın imkânsızlığına işaret eder. Nihayetinde Carton’ın sıra dışı fiziksel benzerliği ve fedakârca kendini kurban edişi ile giyotinden kurtulan Charles Darnay, kalabalıkların ikna edilebilirliği değil ama manipüle edilebilirliği sayesinde hayata tutunmamış mıdır?
İki Şehrin Hikâyesi, toplumsal eşitsizliklerin, yoksulluk ve sömürünün, iktisadi ve siyasi yozlaşmanın işlendiği, devrimin toplumsal ve bireysel adalet perspektifinden sorgulandığı sıra dışı bir romandır. Bir yandan Dickens’ın toplumsal eşitsizliklerin ahlaki sonuçları hakkındaki haklı kaygılarını yansıtırken diğer yandan iktisadi ve toplumsal yapıların insan toplulukları üzerindeki etkisine dair güçlü bir perspektif sunar. Aristokrasi ve yoksul halk kitleleri arasındaki eşitsizliklerin acımasız gerçekliğine ışık tutarken, yönetici elitlerin toplumsal acılara karşı cahilane duyarsızlığının altını çizer. Siyasi istikrarsızlığın ve toplumsal çalkantıların sınıfsal sonuçlarını irdeler. Sonuç olarak, “İki Şehrin Hikâyesi” toplumsal yapıların insanlar üzerindeki yansımasını takip eden, toplumsal eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri sorgulayan, ezilenlerin mücadelesini önemseyen, bireysel ve toplumsal adalet arasındaki gerilimi yansıtan sıra dışı bir yapıttır.