Dil Felsefesi Nedir I adlı ilk yazımda, dil felsefesi alanını tanımlamış ve bağımsız bir disiplin olarak dil felsefesinin ne işe yaradığını anlatmaya çalışmıştım.
Bu yazımda ise dil felsefesi üzerine daha rahat konuşabilmek için dil felsefesinin kullandığı bazı kavramları tanımlamaya çalışacağım. Dil, zihinle ilişkili olduğu için bu noktadan başlayalım.
Zihin Durumu ve Tümceler
Düşünmek, bilmek, inanmak, arzu etmek, nefret etmek vb. gibi tüm zihinsel etkinliklere, zihin durumu (veya zihin tutumu) adı verilir. Burada dil felsefesinin temel bir yaklaşımı görülebilir. Herhangi bir zihin durumunun diğerlerine kendiliğinden önceliği yoktur ve aralarında bir hiyerarşi bulunmaz. Belki inanmak, bilmek ve arzu etmenin birbirinden ayrı şeyler olduğu söylenebilir.
Ancak şunu gözden kaçırmamak gerekir. Zihinlerimiz kendimizden başkasına açık olmadığı için, ifade edilmeleri dışında zihin durumlarından haberdar olmamız mümkün değildir. İfade etmek ise ancak dil yoluyla olur. Zihin durumlarının dile gelme şartları arasında farklılık yoktur. Bu açıdan onların hepsini bir olarak düşünürüz.
Zihin durumlarını ifade etme biçimimiz tümceler (veya cümleler)’dir. (1) “Genya Dağı’nın yüksekliği 1985 metredir” ve (2) “Herkesin burada olmasını istiyorum” tümceleri gibi; (3) “Gel” ve –seslenme olarak kullanıldıysa– (4) “Ali” gibi bir ifade de tümcedir.
Dil felsefesinde tümceleri, dilbilgisinden farklı olarak, daha yalın öğelerle düşünürüz. Buna göre bir tümce, özne ve yüklemden oluşur. Aslında tümce demek, özneye, tümcenin diğer parçalarında belirtilen bir özellik, durum veya eylemin yüklenmesidir. Yükleme yapmayı, Türkçede “-dır/-dir” olarak bildiğimiz yükleme ekleri, yani kopula (koşaç) sağlar. Örneğin (1) tümcesi, Genya Dağı’na (GD) 1985 metre yükseklikte olma özelliğini yükler. Kopula, yüklemeye kesinlik verir.
Dile Getirme
Tümceler sahip oldukları içerikle bize bir anlatımda bulunur. Bu içeriğe önerme denir. Örneğin (1) tümcesi, GD’nın yüksekliğinin 1985 metre olduğunu bildiren bir önerme sunar. Gördüğünüz gibi (1) tümcesi ve onun sunduğu önerme birbiriyle neredeyse aynı. Öyleyse neden bu ayrımı yapıyoruz?
(1) tümcesi Türkçe bir tümcedir. Ancak o başka bir dilde, örneğin, İngilizcede de dile getirilebilirdi. Bu durumda önerme içeriği değişmeyecek ama tümceyi oluşturan öğeler tamamen değişecekti. Dahası (1) tümcesini Türkçede farklı şekillerde dile getirmek de mümkündür. “GD’nın en yüksek noktası 1985 metredir” veya GD’na işaret ederek dile getirilmiş “bu dağ 1985 metredir” cümleleri, bize (1) tümcesiyle aynı önermeyi sunar.
Ayrıca, önermeler bir bildirimde bulundukları için doğru veya yanlış olabilirler, ancak tümceler anlamlı veya anlamsız olarak düşünülebilir. Örneğin (3) ve (4) tümceleri anlamlı olmalarına rağmen doğru veya yanlış değeri verilebilecek önerme içerikleri bulunmaz. Unutulmamalıdır ki tümceler değil; önermeler doğruluk değeri taşıyabilir.
Bununla birlikte yazılı veya sözlü dil kullanımı aslında bir eylemdir. Her eylem de bir faile (onu eyleyene) ihtiyaç duyar. Dolayısıyla dil kullanıcılarının hepsi bir dil failidir. Burada yine üstü örtük bir özellik vardır. Dil dediğimizde bir varlıktan bahsederiz. Bu durum, dili kendi başına bir yerde var olan bir şey olarak düşünmemize sebep olabilir. Fakat aslında dil failinin olmadığı durumda, dilden de bahsedemeyiz.
Dil ancak icrasında görülebilir. Dil eylemi, dille karşılaşmanın yegane yoludur. Öte yandan, dil faili konuşan ve dinleyen olarak iki yönlü düşünülür. Örneğin bu yazı bağlamında, yazan/konuşan ve okuyan/dinleyen dil failleri vardır.
Yönelme ve İşaret Etme
Şimdiye kadar edindiğimiz kavramlarla şöyle bir tasvir yapabiliriz. Konuşan, zihin durumunu tümce halinde ifade ederek dinleyene, bildirimde veya ondan talepte bulunabilir. Örneğin (1) tümcesi, konuşanın, GD’nın belirli bir yükseklikte olduğuna inandığını bildiren bir ifadedir. Bu ifade aynı zamanda nesnel verilerle karşılaştırarak doğru/yanlış değeri verebileceğimiz bir önerme sunar.
İşte bu tasvirde, dile getirmenin farkına varmadığımız bir şartı gizlidir. (1) tümcesi özelinde zihnimizin, dağ, yükseklik, metre, GD vb. gibi birçok şeye doğrudan ilgisi vardır. Bu ilgi ve onunla gelişen zihin durumu olmasaydı (1) tümcesinin dile getirilmesi mümkün olmayacaktı. Bu aslında zihinle ilgili olmakla birlikte dilin imkanı için de kaçınılmaz bir özelliktir.
Dile getirebileceğimiz herhangi bir tümce, bu dünya veya bu dünyadaki bir şeyle ilgili (veya onun hakkında) olmak zorundadır. Bir diğer deyişle, bir zihin durumu ve onu ifade eden bir tümce dünyaya veya dünyadaki şeylere yönelmiş durumdadır. Bu duruma zihnin ve dilin “yönelimli”liği deriz. Türkçede bu kavrama “niyetlilik” olarak rastlamak da mümkündür.
Yönelimlilik özelliği, dolaylı olarak bir tümcenin dünyadaki bir şeye –bir nesneye veya bir duruma– işaret etmesini de sağlar. Örneğin (1) tümcesi GD’nın yüksekliği hakkında bir bildirime; (4) tümcesi ise Ali’ye yönelmiş bir talebe işaret eder. Bununla birlikte isimler de nesnelerine işaret ederler. Örneğin Ali, belirli bir kişiye; elma, elma ağaçları veya meyvelerine; arzu ise bir zihin durumuna işaret eder.
İşaret etme, dil felsefesinde gönderim yapma olarak ifade edilir. İsimlerin nesnelere gönderim yapması gibi tümceler de bildirimlere, taleplere, emirlere ve doğruluk değerine gönderim yapabilir. Örneğin, “bütün annelerin en az bir çocuğu vardır” tümcesi, bir bildirime ve annenin çocuk sahibi olmak anlamını barındırıyor olması nedeniyle bir doğruluğa gönderim yapar.
Doğruluk
Bu bölümde son olarak doğruluk hakkında konuşalım. Doğruluğu farklı yönlerden ele alabiliriz. Örneğin değerlerimize uygun olan yerinde davranışlarda bulunmakla ilgili olarak ahlaki doğruluktan bahsedebiliriz. Ayrıca “doğru yer, doğru zaman” ifadesindeki gibi bazen kastettiğimiz şeyin ontolojik yönünü dikkate alarak kullanabiliriz. Dahası nesnel verilerle ilgili olarak epistemolojik doğruluğa değinebiliriz.
Bunlar dışında mantıksal veya dilsel diyebileceğimiz başka bir doğruluk daha vardır. Dil felsefesi de daha çok bununla ilgilenir. Doğruluğun tanımı kolay değildir. Dahası bunun üzerine uzunca bir tartışma olduğunu söylemek gerekir. Örneğin Platon, doğruyu iyi ve güzel ile birlikte düşünmüş, doğru olanın aynı zamanda iyi ve güzel olduğunu ileri sürmüştü. Bu tür bir doğruluk, ahlaki ve ontolojik doğruluğun bir araya gelmiş hali olarak düşünülebilir.
Doğrulukla ilgili tartışmalara değinmek yerine amacımıza ulaşmak için sağlam bir yerden gidelim. Aristoteles’e başvurarak çoğunlukla kabul gören bir doğruluk anlayışına yaslanalım. Aristoteles’e göre, “var olana, var olan; var olmayana ise var olmayan demek doğrudur” dolayısıyla bunun tersini söylemek de doğru değildir. Açıkçası basit ve iyi iş gören bir tanım.
Dikkat ederseniz Aristoteles, tanımı “…demek doğrudur” şeklinde veriyor. Dolayısıyla doğruluğu tümce düzeyinde ele alıyor, yani mantıksal/dilsel doğruluğa odaklanıyor. Bu bizim aradığımız özellik. Aynı zamanda tümceleri dış dünyayla karşılaştırmak, doğruluk değeri atamayı dış dünyaya uygunluk ile sağlamak gerektiğini ifade ediyor. (1) tümcesi için düşünürsek, GD –gerçekten– 1985 metre yükseklikte ise, bir diğer deyişle GD’nın 1985 metre yükseklikte olması var olan bir şeyse; (1) doğrudur; değilse, yani var olmayan bir şeyse doğru değildir.
Aristoteles bize, doğruluğun dış dünya ile uygunluk veya ona karşılık gelme yönünü vermiş oldu. Ancak birçok düşünüre göre doğruluk bundan ibaret değildir. Doğruluğun, üzerinde çoğunlukla anlaşılan başka bir özelliği, doğru tümcenin onunla ilgili olabilecek başka tümcelerle bağdaşması, uyumlu olmasıdır.
Örneğin (1) ile birlikte elimizde şöyle iki cümle daha olduğunu varsayalım. (5) “GD’nın yüksekliği 1990 metreden fazladır” ve (6) “GD’nın yüksekliği 2100 metreden azdır”. (1), (5) ve (6) arasında nasıl bir ilişki var? (1) doğru ise mantık ilkelerimiz gereği (5) doğru olmamalıdır. (5) doğru ise de tersi geçerlidir.
Bununla birlikte (6) hem (5) hem de (1) ile birlikte doğru olabilir. Ayrıca (7) “Dağlar yüksekliğe sahiptir” ve (8) “Yükseklik metre cinsinden ifade edilir” cümlelerini düşünelim. (1) tümcesi (7) ve (8) ile bağdaşır, dahası (7) ve (8), (1) tümcesinin dile getirilmesini destekler. Doğru bir tümcenin, gönderim yaptığı (hakkında olduğu) şeyle ilgili diğer tümcelerle bağdaşması, onlara aykırı olmaması, mantıksal çelişkiler doğurmaması gerekir. Bu da doğruluğun ikinci yönünü gösterir.
Bu bölümde dil felsefesi için gerekli temel kavramları kısaca ele almış olduk. Sonraki bölümde alanın temel sorunlarına değinerek asıl önemli konumuz olan anlam sorununu açmaya çalışacağım.