Demokrasinin itibarı ve gücünün sarsıldığı bir çağda yaşıyoruz. Bu sonuç bir ölçüde de ironik. Çünkü son bir asırda liberal demokrasiyi gerçek demokrasi olarak görmeyen faşizm ve sosyalizm gibi akımlar cazibelerini yitirdi.
Bir zamanlar önemli liderler ve o liderleri destekleyen devasa kitleler demokrasiyi bir tür diktatörlük rejimi olarak görürlerdi. Faşistlere göre demokrasi kurumsallaşmış bir diktatörlük yönetimiydi. Halkın yönetme yetkisini kalıcı ve geri dönüşü olmayacak bir şekilde üstün bir insana devri asıl demokratik devrimdi.
Sosyalistler de liberal demokrasiyi eleştiriyordu. Çünkü liberal demokrasi bir burjuva demokrasisiydi. Tüm halk değil, sadece burjuvaların özgür olduğu bu yapı, kapitalizm koşullarında herkesi kendi gerçek özgürlüğüne yabancılaştırıyordu. Bu bakış açısı nedeniyle Sovyetlerin varlığını koruduğu 70 yıl boyunca doğuda ve batıda yazılan pek çok siyaset bilimi kitabında demokrasiler “burjuva demokrasileri” ve “halk demokrasileri” diye ikiye ayrıldı.
Bugün itibariyle ise liberal demokrasilerin faşist ve sosyalist eleştirileri güncel siyaset biliminin değil, siyasi tarihin ve (veya) siyasi düşünceler tarihinin konusu. Yine de bu hatırlatma liberal demokrasiye yönelik popülist başkaldırının demokrasi tarihi bakımından eşsiz bir olay olmadığını ortaya koyması bakımından önemlidir.
Dün faşistler ve sosyalistler, bugün ise sol ve sağ popülistler liberal demokratik tahayyülü yeterince özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratik bulmadılar. Bu bağlamda her demokrasi tartışması, bir “demokrasinin ideolojik soykütüğü” tartışmasıdır. Liberalizm-demokrasi birlikteliğindeki sorunlar; sosyalist, faşist ve popülist demokrasi anlayışları ile milliyetçiliğin demokrasiye olan katkısı; ideoloji-demokrasi ilişkisi bakımından ayrıca ele alınması muhtemel konu başlıklarına karşılık gelmektedir.
Demokrasi tartışmasını bu yönetim biçiminin iç mimarisi bağlamında da ele almak mümkün şüphesiz ki. Bilindiği üzere halk iktidarının oligarşi ve tiranlığa dönüşme eğiliminde olduğunu temellendiren kadim bir cumhuriyetçi şüphe vardır. Olgularla da desteklenen bu kaygı, daha sonra liberal siyaset felsefesi tarafından devralınmıştır. Kuvvetler ayrılığı, temel hak ve özgürlükleri listeleyen bildirgeler ve değiştirilmesi zor anayasalar aracılığıyla devletin keyfi iktidarının sınırlanması liberal demokrasinin hukuk-politik ajandasında ağırlıklı bir yere sahiptir.
Bugünün dünyasında klasik denge-fren mekanizmalarının ne ölçüde işlevsel olduğu ayrıca soruşturmalıdır. Dahası liberal demokrasilerde insan haklarıyla halk egemenliği arasında yapısal bir gerilim olduğu tezi sıklıkla dile getirilmiştir. Pek çok popülist akım ve aktör demokrasilerin halktan uzaklaştığını iddia etmekte ve halk egemenliği adına liberal demokrasiler için kapsamlı bir düzeltme talep etmektedir. Bu bağlamda demokratik idarelerin sosyal reform ve sosyal devlet yolunda attığı adımları, eşitlikle özgürlük arasında bir gerilim olarak okumak da mümkündür.
Temsili demokrasideki temsil kurum ve prosedürleri de genel bir demokrasi tartışmasının muhtemel başlıkları arasında yer almaktadır. Bu bağlamda hükümet sistemleri, seçim sistemleri ve siyasi partilere ayrı ayrı değinmek gerekir. Demokratik rejimlerin iç siyasal dönüşümleri bakımından genel kanı, yürütmenin yasama karşısında güçlendiği şeklindedir. Bu eğilime paralel bir şekilde başkanlık sistemi parlamenter sisteme göre daha popüler hale gelmiştir.
Türkiye’nin de yakın dönemde bir sistem değişikliği yaptığı, muhalefetin şiddetli karşı çıkışlarına rağmen parlamenter sistemi terk ettiği bilinmektedir. Türkiye’deki mevcut demokrasi tartışmasının bu bağlamda, yani bir sistemler arası karşılaştırma perspektifi içinde ele alınması yararlı olabilir. Yasamanın önemsizleşmesi ve başlıca temsil aktörünün başkan haline gelmesi, Türkiye’de ve dünyada seçim sistemleri ve siyasi partilere olan ilgiyi azaltmıştır.
Şüphesiz ki partileri birbirine benzeten siyasal sosyolojik koşullar, yani ideolojilerin ölümü, parti tartışmalarını göreli olarak geriletmiştir. Karşı karşıya gelen siyasi aktörler partilerden çok liderlere dönüşmüş, siyasi etkinlik lider özelinde bir performans sanatı veya halkla ilişkiler etkinliği gibi görülmeye başlamıştır. Tabii bu eğilimlerin geldiği yer bakımından bir genel değerlendirme yapılması da gerekir. Yasama organı, siyasi partiler, ideolojiler ve seçim sistemlerinin önemsizleştiği bir ortamda, temsili demokrasi ne kadar meşrudur sorusu yanıtlanmayı beklemektedir.
Toplumsal örgütleme biçiminden bağımsız bir şekilde rejim tartışması yapılamaz. Belli bir ülkedeki demokrasinin özel serüveni veya karşılaştırmalı bir içerikle tüm demokratik rejimleri bağlayacak genel değerlendirmelerde bulunmadan önce tarihsel sosyolojik bağlama atıfta bulunulması gerekir. Mesela Türkiye’de devletin güçlü, sivil toplum, bireycilik, yerellik, özel mülkiyet, özerk kapitalizm ve çoğulculuğun zayıf olduğu yönünde güçlü bir literatür vardır. Bu şartlar altında doğru soru Türkiye demokrasideki istikrarsızlığın konjonktürel nedenler, mesela iktidar partisinin uygulamalarından mı kaynaklandığı, yoksa demokrasiyi daha da demokratikleştirmek yönünde bazı yapısal engellerin olduğu mu şeklinde formüle edilebilir. Bu son hatırlatma bağlamında rahatlıkla denilebilir ki, demokrasi bir irade veya yönelim meselesi olduğu kadar koşullar, sınıflar, sosyo-ekonomik arka plan ve siyasi kültürle de ilgili bir içeriğe sahiptir.
Son hatırlatmaya atıfla, Türkiye’deki demokrasi tartışmalarını da mercek altına almak yerinde olabilir. Bu bağlamda rejim otoriterleşiyor mu sorusuna verilen yanıtların kapsamlı bir analizi elzemdir. Muhalefetin seçim kazanmaması muhalif aktörlerin stratejileri, politik tercih ve beğeni düzeyleriyle ilgili bir mesele midir? Yoksa adil yarışma koşulları zamanla ortadan kalkmış ve iktidar lehine bir siyasal iklim mi oluşmuştur? Ülkedeki keskin kutuplaşma düzeyinin makul bir tartışma olanağını önemli ölçüde kısıtladığı ve Türk demokrasisini hakkaniyetli bir şekilde ele almayı zorlaştırdığı ise açıktır.
Son olarak demokrasinin geleceği üzerinde durmak yerinde olabilir. Bu bağlamda küresel bir demokrasinin koşul ve olanakları önemli tartışma başlıklarından birine karşılık gelir. Küresel kapitalizm gerçeği karşısında ulus devletler ve ulusal demokrasiler oldukça yerel kalmıştır. Siyasal modernleşme (demokrasi) ile ekonomik modernleşme (kapitalizm) arasındaki ölçek farkı; işsizlik, mültecilik, insan hakları ihlalleri ile çevre sorunlarını derinleştirmekte, tüm insanlığı ilgilendiren konularda farklı siyasi toplumların aynı anda karar almasını güçleştirmektedir. Demokrasinin restorasyonu meselesi; dijital demokrasi, müzakereci ve radikal demokrasi başlılarında çok sayıda eleştiri, öneri ve alternatif değerlendirme düzeyinin yeniden ele alınmasını gerektirmektedir.
Sonuç olarak denilebilir ki demokrasi bir yurttaş performansı rejimidir. Bu rejimin işleyişi bakımından temel sorun ise yurttaş bireylerin katılımdan hızlıca uzaklaşması, hemen tüm demokratik pratiklerin politik bir boşluğa doğru irtifa kaybetmesidir.
Fotoğraf: Elimende Inagella

