[voiserPlayer]
Eski tasavvuf kitaplarında sıklıkla geçen bir hikâye vardır. Genç ve akıllı bir köylü tesadüf eseri karşılaştığı bir evliyadan bir kehanet duyar. Rivayet odur ki, üç vakte kalmadan genç köylünün yaşadığı köyün suyuna bir çeşit zehir karışacaktır. Bu sudan içen herkes aklını kaçırıp ipe sapa gelmez laflar etmeye başlayacaktır. Genç köylü telaş içinde köye koşar ve herkesi uyarır. Ancak kimse anlattıklarını ciddiye almaz. Genç köylü çaresiz, köyü terk eder.
Aradan bir süre geçer ve köylü merakına yenilerek köye geri döner. Hakikaten de köylülerin, tıpkı evliyanın dediği gibi, sudan içip aklını kaybettiğini görür. Herkes tek bir kişi gibi aynı ipe sapa gelmez cümleleri etmektedir. Genç köylü buna rağmen evim dediği köyünde kalmaya devam eder. Sonra zamanla bir şeyi dehşetle fark eder; köylüler birbirleriyle güzel güzel anlaşmakta ve bizim genç köylüye deli muamelesi yapmakta, onun ipe sapa gelmez laflar ettiğini düşünmektedir. Genç köylü bir süre direnir, uykuları kaçar, kimselerle konuşmaz, sonunda kendisi de çaresiz, köyün pınarından kana kana içer.
Bu hikâye her zaman çok hoşuma gitmiştir. Zaman zaman bu toprakları o köyün pınarının ikiye böldüğünü düşünmeyi severim. Bir taraf akan suyu kana kana içerken diğer taraf suya ilişmemiştir. Bugün artık birbirlerinin dilini anlamayan her iki taraf da suyu karşı tarafın içtiğini iddia etmekte…
Evet bu alegorik hikayenin sonuçlarını pratik hayatta zaman zaman deneyimlediğimizi söylesek abartılı olmaz sanırım. Son olarak bunu Cumhuriyet’in 100. yıl kutlamaları münasebetiyle yaşadık.
Bu topraklarda önemli gördüğümüz her türlü kavrama ya da ideolojiye öncelikle törenlerle, kravatlarla yaklaşıyoruz. Kültür sanat faaliyetlerinden tarihsel anmalara kadar her şey, bizim için gündelik hayatın dışında bir olgu öncelikle. Böyle olunca da o ideolojinin ya da faaliyetin içselleştirilmesi mümkün olmuyor. Bu durum onları önemsemediğimizden değil, tam tersine janjanlı ambalajlarından çıkaramayacak kadar onlara kutsiyet atfetmemizden geliyor belki de. Bir diğer nokta ise şekle tantanayla sarılmanın, içeriği hazmetmekten daha kolay olmasından. Hele ki söz konusu olan vatandaşlara birtakım sorumluluklar yükleyen, bagajı ziyadesiyle yüklü cumhuriyet gibi bir kavramsa.
Genel kanı Cumhuriyet’in 100. yılının oldukça sönük biçimde kutladığı yönünde. 100. yılın simgesel anlamı büyük elbette. Hâliyle tek güne sığan bir kutlama beklentisi de yukarıda belirttiğim şekli öneme girmekte. İçselleştirilmiş bir cumhuriyet olgusu, kendisini vatandaş olarak tanımlayan fertlerin gözünde bir güne sığamayacak bir kazanımlar bütününü ifade etmeli.
Ancak cumhuriyet olgusunu benimseyen ülkenin seküler, modernleşmeci kesimi için cumhuriyet ilkesi belki de hiçbir zaman sembolik anlamlarının ötesine doğru düzgün geçemedi. Geçseydi, kimi zaman modernleşme ya da Cumhuriyet’in uygulamalarının eleştirisinin bizatihi cumhuriyet olgusunun kendisinden kaynaklanan bir kazanım olduğu görülebilirdi. Ancak hemen burada 100. yılın sönük bir şekilde kutlandığı görüşüne de karşı çıkmaktayım.
Bu yılın sembolik öneminin dışında belki de ilk defa cumhuriyet kutlamaları devletin tekelinden kurtulmuş oldu. Resmi, gri tonlu, bolca resmi geçitli önceki kutlamaların aksine, kutlamalar daha demokratik bir şekilde tabana, halka yayıldı. Devletin zorlama birtakım organizasyonları yerine, sivil toplum kuruluşları, yerel oluşumlar kendi kutlamalarını yaptı. Cumhuriyet ruhuna uygun biçimde sivil inisiyatifler öne çıktı. İnsanlar yollarda uzun konvoylar oluşturdu. Aslında bunun en büyük nedeni, tam da şikâyet edilen durumdan kaynaklanmaktaydı: devletin kutlamalara katılmaması. Cumhuriyet tam da buydu aslında. İktidarın devlet denilen örgütlü yapının elinden alınıp halka verilmesi.
Bir diğer trajikomik unsur ise cumhuriyet kavramının özü itibariyle halkçı bir yaklaşım olmasına rağmen bu topraklarda hep seçkinci bir olgu olarak değerlendirilmesidir. Elbette bunun tarihsel nedenleri yok değil. Ancak bu nedenlerin var olması, cumhuriyet olgusunun kuşatıcı yönünün zayıflaması sonucunu doğurmamalıydı.
Burada sadece Cumhuriyet seçkinleri suçlanmamalı, en az onlar kadar sağ muhafazakâr siyasi elitler de suçlular. Evet, seçkinci elit denildiğinde sadece Cumhuriyet kadroları ve onların türevleri anlaşılmamalı. Popülist sağ siyaset de kendi seçkinci elitini yaratmıştır. İster milliyetçi kanattan olsun, ister İslamcı, sağ siyaset geçmişin hayaletleriyle sözde mücadele ederek kendi siyasi konumunu kuvvetlendirmektedir. Sağ ya da sol olsun, gündelik siyaset özü itibariyle popülist olmak zorundadır. Popülizmin en kolay, yaratıcılıktan en uzak ve ucuz yöntemi ise şeytani karşıtlar oluşturarak safları sağlamlaştırmaktır.
100 yıllık serüvende cumhuriyet denildiği zaman akla gelen ilk kavram tartışmasız devlettir. Devlet, halkın gözünde, cumhuriyet ve inkılaplarla oluşmuş seçkinci bir organizasyondur. Ve genel okuma halka rağmen halk için bir şeyler yapıldığıdır. Bu argümana cumhuriyetçi seçkinler de muhafazakâr seçkinler de sarılmaktadır. Bir tarafta halkın göz ardı edildiği vurgusu varken diğer yanda halk için bir şeyler yapıldığı görüşü hâkimdir. Bu söylem çerçevesinde devlet, her zaman korkutucu ve yerine göre gaddardır. Meşru şiddet tekelini elinde tuttuğunu belli aralıklarla hatırlatır.
Modern ulus devletlerin büyük çoğunluğunun kuruluşunun arkasında diğer etnik grupların dışlanması, kimi zaman yok edilmesi, dil birliğinin sağlanması, ulusal birlik adına yerel renklerin bir potada eritilmesi gibi uygulamalar vardır. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devletleşme süreci ise geride büyük bir imparatorluk bagajı olması ve devrimlerin hemen savaş ertesine gelmesi gibi nedenlerle daha sancılı olmuştur. Kazanılan savaş olgusunun getirdiği prestij, devrimlerin uygulama zamanının kısaltsa da, bu kısalık devrimlerin içselleştirilmesini de hâliyle zorlaştırmıştır. Batılılaşmacı devrimlerin, dinin ve geleneğin kamusal ve siyasal alandaki görünümünü azaltma amacı taşıması, halkta topyekûn bir uygarlık değişimi olarak algılanacak ve tepkiyle karşılanacaktır.
Ancak gelenek ile modernlik ya da Doğu ile Batı arasındaki çatışma diye özetlenebilecek gerginlikler Türkiye Cumhuriyeti’nin ötesine uzanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun iki yüzyıllık modernleşme çabasını yokmuş gibi farz etmek, çatışmanın merkezini yanlış bir noktaya çekmektir. Cumhuriyet olgusu bir başlangıç değildir, tam tersine köklerini III. Selim’e kadar götürebileceğimiz bir modernleşme hareketinin son derece önemli bir evresidir. Cumhuriyetin temel felsefesi mutlak iktidarın paylaşılmasıdır. Bugün değilse yarın. Ve o yarınlar 1950’lerden sonra defaatle gelmiştir.
AKP’nin yirmi yılı aşkın iktidarında, özellikle son on yılında, Cumhuriyet, zamanında ona direnç oluşturanların siyasi oluşumunun kullanım alanına girmiştir. Siyasal İslam geleneği, sağ muhafazakâr bloğu mas ederek iki bloklu bir Türkiye fotoğrafı ortaya koymuştur. Onlar adına bunun pratik yararı, kendi bloğundaki farklılıkların siyasi dönüm noktalarında daha kolay konsolide olmasıdır. Oysa karşı blok, tam da cumhuriyet olgusuna uygun bir şekilde daha parçalı ve eleştirel bir yapıdadır.
Üstelik ortada nicel olarak eşit bir dağılım da yoktur. Asimetri o kadar ilginçtir ki Türk ulus devleti fikriyatıyla ontolojik problemi olan Kürtler bile bu bloklaşmada Cumhuriyet tarafındadır, olmak da zorundadır. Uygulamadaki bütün sıkıntılarına rağmen Cumhuriyet teorik olarak normlar ortaya koyar. Ve o normlar en azından teorik düzeyde mücadelenin kurallarını, oyun sahasını ve kavram setini belirler.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda yeni rejimin en büyük sorunu, çok uluslu altı yüzyıllık bir imparatorluk geçmişinin üstüne bir cumhuriyet kültürü oluşturabilmekti. Cumhuriyet seçkinleri denildiğinde kastedilen, burjuvazi gibi bir sınıf değildir. Eğitimle cumhuriyet değer ve ilkelerinin verilmesi ve sosyal geçişkenliğin eğitim yoluyla sağlanmasıdır. Köylü bir gencin cumhurbaşkanı olabilmesi örneğinde görüldüğü gibi… Yani cumhuriyeti benimseyen geniş yığınların seçkinler diğer kesimin ise mazlumlar olarak tanımlanması, en hafif deyimle sosyolojik bir garabettir. Zira bu fotoğrafta, 7500 TL maaş alan emekli bir öğretmen elitist olurken, aylık geliri 50 bin TL olan muhafazakâr bir esnaf mazlum ve dışlanmış halk olarak tanımlanmaktadır.
Bugün sağ muhafazakâr kesimin en büyük rahatsızlığı uygulanan kültür politikalarıdır. Modern hayatın içinde yüz yıl önceki uygulamalardan bir mağduriyet hâli yaratmak, geçmişin hayaletleriyle kavgaya girmek gerçekçi bir argümandan son derece uzaktır. Bugün modern Türkiye, Cumhuriyet’in kültür politikalarının çok ötesinde bir kültürel çeşitlik ya da kimilerinin dediği gibi kültürel karmaşa içinde. Onun için eski hikâyeleri bir gerilim filminin sekansları gibi anlatmak yeni kuşaklar için bir şey ifade etmiyor artık.
Gelinen noktada esas sorun seküler kesimin temsil problemidir. Ülke bütün renkleri yok sayılarak ikiye bölündüğünde ortaya çıkan asimetri, modern vatandaşların siyasi alandaki temsillerine izin vermemektedir. Acı olan, 100 yıllık Cumhuriyet’in devlet tarafından yeterince janjanlı kutlanmaması değil, o Cumhuriyet’in nüvelerinin siyaseten yok sayılmasıdır. Burada kastım sadece iktidarın yaratığı siyasal atmosfer değil, bunun yanında iki bloklu bir sitemden beslenen ve siyaset üretmeden aktör olmayı başaran muhalefetin politik riyakârlığıdır.
Ancak gerçek cumhuriyet, elde bayraklarla sokağa çıkmak değil, kavramın dar anlamından sıyrılarak iktidar karşıtı bloğun temsilciliğine soyunan parti ve partilere tabandan baskı uygulayabilmektir. Siyasi iktidarın yarattığı oyun sahasında mutlu mesut top koşturan muhalefete izin vermemektir. Cumhuriyet Atatürk özdeşliğini Kemalist ideolojiye indirgemek, sadece cumhuriyet kavramına değil, Atatürk’e de haksızlıktır.
80’lerden sonra devletin bütün tahrifatlarına, içine herkesin her şeyi koyduğu Atatürkçülük denilen garabete rağmen halkın resmi hegemonyanın dışına çıkarak Atatürk’le kurduğu bireysel ilişki, cumhuriyetin evrensel değerlerinin içselleştirildiği ölçüde anlamlı olacaktır. Bu nedenle devletin gölge etmediği 29 Ekim kutlamalarının demokratikleşmesi önemli bir adımdır.