[voiserPlayer]
Osmanlı Devleti Türk tarihinin en önemli devletiydi dersek abartmış olmayız. 600 yıldan uzun süre ayakta kalan ve oldukça gelişmiş bir devlet aygıtı kurup geniş coğrafyaları yöneten bu devletin etkileri hala hissedilmektedir. Ancak, Türk tarihi Osmanlı’dan ibaret değildir. Maalesef Türkiye’deki Osmanlı merkezli tarih anlayışı sonucunda geri kalan bütün aktörler Osmanlı’yla olan ilişkileri çerçevesinde değerlendiriliyor. Bu yaklaşımın ciddi problemleri var.
Tarihte birbiriyle savaşmış iki devletten birini tutup diğerine düşmanlık beslemek zorunda değiliz. İkisini de ortak tarihin bir parçası olarak kabul edebilir, hataları ve sevaplarıyla birlikte değerlendirebiliriz. Örneğin bugün bile pek çok Mısırlı tarafından modern Mısır’ın kurucusu kabul edilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan Türkiye’deki okullarda sadece bir isyancı olarak bahsedilmesi ne büyük talihsizliktir. Onun Osmanlı’ya karşı giriştiği mücadele Mısır’da yaptıklarını neden önemsiz hale getirsin? Osmanlı’ya isyan etti diye Mehmet Ali Paşa’yı görmezden gelerek aslında Mısır ile olan bağımızı kesiyoruz.
Buna benzer şekilde Osmanlı ile Safevilerin giriştiği çetin mücadelenin Osmanlıların galibiyeti ile bitmesine rağmen hala bazı insanların zihninde bu mücadelenin devam ettiğini görüyoruz. Oysa ikisi de Türk tarihinin önemli unsurlarıdır ve Türk tarihinin parçasıdır. İki devletin birbiriyle savaşmış olması günümüz şartlarında bir tarafın yüceltilip diğer tarafın görmezden gelinmesini değil ikisinin birbirini nasıl dönüştürdüğünü anlamaya çalışmamızı gerektirir.
Mesele Osmanlı-Safevi rekabeti olunca konunun Alevi-Sünni çatışmasına gelmesi kaçınılmaz. Üzülerek belirtmek gerekir ki bu noktada da Türkiye’de kabul gören anlayış akademik literatürün hala çok gerisindedir. Osmanlı Sünni, Safeviler Şii olduğu için birbiriyle mücadele etmedi. Meselenin temelinde Anadolu’nun kontrolü vardır ve bu siyasi mücadele zaman içinde dini alana kaymıştır.
Ayşe Baltacıoğlu-Brammer’in mühimme defterlerinin titiz bir incelemesine dayanan çalışmasının gösterdiği gibi Osmanlı-Safevi/Kızılbaş düşmanlığının temelinde dini farklılıklar değil siyasi ve ekonomik rekabet yatmaktadır.[1] Safevi tarikatı ve onun merkezi olan Erdebil tekkesi Osmanlıların saygı gösterdiği ve tanıdığı bir oluşumdu. Kısmen Osmanlı’nın gösterdiği hoşgörüden kısmen de Safevilerin çok etkili propaganda mekanizmaları sayesinde Safevilerin Anadolu’daki takipçileri ciddi sayılara ulaşmıştı. Özellikle Osmanlı’nın yerleşik hayata geçirme politikası pek çok göçebe Türkmen kabilesini rahatsız ediyor ve onları Safevi propagandasına açık hale getiriyordu.
Osmanlılar ile Safeviler arasındaki gerilim Şah İsmail’den çok önce, Şeyh Cüneyd Safevi tarikatını askeri ve siyasi bir güç haline getirip Anadolu’daki propaganda faaliyetlerini hızlandırdığında başladı. O dönemin Osmanlı tarihçileri için bu tarih bir kırılma noktasıydı. Cüneyd’den önceki Safevi şeyhlerine saygı duymaya devam ediliyordu. Örneğin Aşıkpaşazade onu atalarının doğru yolundan sapmakla suçlamıştı.[2] Yani Osmanlı ile Safeviler arasındaki gerilimin iyice belirgin hale gelmeye başladığı zamanda bile Safevi tarikatı bütünüyle şeytanlaştırılmamıştı. Osmanlı düzenli olarak Safevilere hediyeler gönderir ve maddi yardımda bulunurdu. Bu, basit bir maddi yardım değildir, tarikatın devlet nezdinde hürmet gördüğünü ve meşru kabul edildiğini de gösterir. Osmanlı’nın Safeviler’e gönderdiği son maddi yardım 1604 tarihindedir.[3] Yani Çaldıran Savaşı’ndan tam 90 yıl sonra. Osmanlı ile Safeviler arasındaki gerilimin artık bir savaşa dönüşmesinden 90 yıl sonra bile Osmanlı Erdebil tekkesine para göndermişti. Bu durum Osmanlı’nın Kızılbaşlara bakışının günümüz insanının sandığı kadar katı olmadığını gösteriyor.
Osmanlılar ile Safeviler arasında en sert mücadelenin yaşandığı dönemde bile Anadolu’da tımar verilen Kızılbaşlar olabiliyordu. Her ne kadar Osmanlı belgelerinde tımar verilen kişinin inancı belirtilmemiş olsa da Şah Kulu, Şah Verdi, Abdişah, Şahsever gibi isimleri taşıyan tımar sahiplerinin olması Osmanlı’nın Kızılbaşların tamamını kategorik olarak devlet sisteminden çıkarmadığını gösteriyor.[4]
Osmanlılar ile Safeviler birbiriyle savaştı ama aynı zamanda birbirini inşa etti. Osmanlı ile Safeviler arasındaki mücadele kısa zamanda bir propaganda savaşına dönmüştü. Hem Yavuz Sultan Selim hem de Şah İsmail insanları dini anlamda tek meşru otoritenin kendisi olduğuna ikna etmeye çalışıyordu. Burada Yavuz’un İsmail karşısında oldukça zorlandığını söyleyebiliriz. Şah İsmail takipçilerinin gözünde sıradan bir hükümdar değildi, bir kutsal figürdü. İsmail’in meşruiyeti ve otoritesi bizzat kendinden geliyordu. Yani inancın kaynağı bizzat kendisiydi. 16. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı coğrafyasında başka mesiyanik ve mileneryan hareketler de olmuştu. Ama Şah İsmail bu mesiyanik karizmayı bir de kuvvetli bir askeri güçle birleştirince Osmanlı’nın cihan hakimiyeti iddiasını sarsmakla kalmamış, Osmanlı’yı anayurdunda tehdit eder hale gelmişti. Bu tehlikeye karşı Osmanlı devleti Yavuz ve Kanuni’nin mesih olduğu fikrini yaymaya çalıştı. Yavuz’un ardından Yavuz üzerine yazılan eserlerde ondan sahipkıran, mehdi, müceddid gibi ekümenik ve mesiyanik unvanlarla bahsedildi.[5] Pir Ali, Yahya Bey, Mevlâna İsa ve Senai, Kanuni’nin mesih olduğunu iddia eden Osmanlı yazarlarından sadece birkaçıdır. Ancak Osmanlı sultanlarının mesihlik iddiası Safeviler’inki karşısında sönük kaldı. Bu sebeple daha ortodoks bir din anlayışı benimsendi. Meşruiyetini şeyhin şahsi karizmasından değil yazılı kaynaklardan alan, dini yorumlama yetkisinin kutsal kabul edilen liderin değil ulemanın elinde olduğu din anlayışı savunuldu. Osmanlı, Safevileri heretik olmakla suçladığı anda aslında kendisini ortodoks din anlayışının savunucusu yapmıştı. Kısacası Osmanlı’nın “Sünnileşmesi” Safevi tehdidinin sonucuydu, sebebi değil.
Üstelik Osmanlılar bu konuda tecrübeliydi. Daha ilk zamanlarında Osmanlı adına seferler düzenleyen akıncı beyleri sultanın emrinde hareket eden askerler değil bir gün kendi hanedanlarını kurma potansiyeli olan yarı bağımsız savaş ağalarıydı. Özellikle Osman Gazi eşitler arasında birinci olabilirdi ama kesinlikle diğer akıncı beyleri üzerinde net bir otoritesi yoktu. Ancak devlet güçlenmeye başlayınca Osmanlı hanedanı ile bu akıncı beyleri arasındaki gerilim artmaya başladı. Tam bu noktada derviş-gazi merkezli tarih anlayışı ile hanedan-devlet merkezli tarih anlayışı çatışıyordu. İlki Osmanlı’nın yayılmasını akıncı beylerine, gazilere ve onlarla beraber hareket eden dervişlere bağlarken ikincisi devletin ve hanedanın başarısına bağlıyordu. İlki menkıbeler ve dilden dile dolaşan türkülerle yayılırken ikincisi devletin fonladığı tarihçiler eliyle yayılıyordu.
Osmanlı’nın gittikçe artan merkezileştirici gücüne karşı bu beyler varlıklarını meşrulaştırmak için dervişleri ve kutsal kabul edilen kişileri kullandı. Rumeli’deki akıncı beyleri mübarek kişilerin kerametlerinin ve maceralarının anlatıldığı velayetnameler yazdırıp türbeler inşa ettirdiler. Bu velayetnamelerin ortak özelliği ana karakterin hem bir dervişi hem de bir savaşçıyı şahsında birleştirmesi yani hem dünyevi hem de uhrevi güce sahip olmasıydı. Oysa Osmanlı sultanları sadece dünyevi güce sahipti. Bu yüzden dünyevi ve uhrevi gücü kendinde birleştirdiğini iddia eden kişiler meşru otoritenin kendileri olduğunu iddia ederek çok kere Osmanlı’ya isyan etmişti.[6] Fatih döneminde devlet artık bir imparatorluk olmaya başlayınca bu soylu aileler devlet içinde eritildi. Askeri güçleri ortadan kaldırıldı, mallarına ve arazilerine el konuldu. Osmanlı’da ulemanın dervişleri, medresenin tekkeleri, devşirmelerin akıncı beylerini yerinden etmesi tam da bu dönem oldu. Yani ortodoks Sünni inancı Osmanlı devletinin merkezi otoriteye direnen akıncıların gücünü kırmasına yarıyordu. Tıpkı Anadolu’daki Safevi etkisini kırması gibi.
Dini inanışın Osmanlı-Safevi mücadelesinde ikinci planda olduğunun bir başka kanıtı da İran’daki Kızılbaşların başına gelenlerdir. Safevi devleti iyice yerleştikten sonra Kızılbaşlar konumlarını kaybetmeye başladı. Devlet idaresindeki yerlerini Gürcü kölelere ya da Fars bürokratlara kaptırdılar. Safevi devleti artık Kızılbaş inancının yayılması için propaganda faaliyetleri yürütmek şöyle dursun Kızılbaşlığı 12 İmam Şiiliği ile değiştirmeye çalışıyordu. Yani Safevi devletini kuran ve onun askeri kaynağı olan Kızılbaşlardan ve inanç sistemlerinden artık rahatsızlık duyuluyordu. Örneğin Şah Abbas meşruiyetini kendini mesih ilan ederek değil, yaptırdığı muhteşem mimari eserlerle kazanmaya çalışıyordu.
Cumhurbaşkanlığı forsunda Babür İmparatorluğu’na yer verilmiş. Oysa Timur soyundan geldiğini iddia eden Babürlüler bu yüzden Osmanlı’yı küçümserdi. Özellikle Ekber ve Cihangir’in Osmanlı’ya bakışı olumlu değildi. Bu dönemde Babür İmparatorluğu Osmanlı’dan daha güçlü ve zengindi. Bu yüzden Osmanlı’nın halifelik iddiasını kabullenmediler. Babür hükümdarları iyice güçten düşene kadar kendilerine halife demeye devam ettiler.[7] Üstelik Ekber’in dini inançları günümüzün standartlarında pek çok kişiye en az Şah İsmail’inki kadar şaşırtıcı gelecektir. Hal böyleyken cumhurbaşkanlığı forsuna birini ekleyip diğerini çıkarmanın bir manası yoktur.
Cumhurbaşkanlığı forsuna Safeviler’in eklenmesi hem daha sağlıklı bir tarih anlayışına sahip olmamıza hem de toplumsal barışı sağlamamıza yardımcı olacaktır. İlkinin nedenini yukarıda anlattım, ikincisini ise okuyucunun düşünme yeteneğine bırakıyorum.
[1] Ayşe Baltacığlu-Brammer, “The Formation of Kızılbaş Communities in Anatolia and Ottoman Responses,” International Journal of Turkish Studies 20 (2014): 24.
[2] agm,31.
[3] agm,32.
[4] agm,27.
[5] Erdem Çıpa, The Making of Selim: Succession, Legitimacy, and Memory in the Early Modern Ottoman World (Bloomington: Indiana University Press, 2017), 206.
[6] Tijana Kristić, Contested Conversions to Islam: Narratives of Religious Change in the Early Modern Ottoman Empire (Stanford: Stanford University Press, 2011), 46
[7] Maya Petrovic, The land of the foreign padishah: India in Ottoman reality and imagination, PhD diss. Princeton University, 2012.