Ekonomi gündemi makro verilerden ibaret: döviz kuru, faiz oranı, cari açık, bütçe dengesi, CDS primi. Halbuki beş büyük tuzakla karşı karşıyayız: demografi, orta gelir (vasatistan), bölgesel kalkınma, küresel gelişmeler ve sıkışmışlık. Bunları aşmadan kalkınmamız da kalıcı refah yaratmamız da mümkün değil. Beş ana misyon çerçevesinde bir hamleye girişmeliyiz: iç ve dış entegrasyon, kalkınma seferberliği, teknolojik atılım, çağa uygun kamu mimarisi ve yeni siyaset.
Birinci Tuzak: Demografi
Türkiye’nin avantajlarını anlatırken yıllarca kullandığımız bir ifade vardı: genç nüfus. Bu artık pek doğru değil. Ortanca yaşımız 34 (yani nüfusumuzun yarısı bu yaşın üzerinde, yarısı bu yaşın altında). Avrupa Birliği’nden daha genç (44.5 yaş), dünya ortalamasından (31 yaş) biraz daha yaşlıyız.
Kötü haber: Ekonomi için müthiş bir rüzgar olan demografik fırsat penceresi kapandı. Zira, çalışma çağındaki nüfusun (15-64 yaş) payı düşmeye başlıyor. 2009’dan 2019’a kadar bu grup 9 milyon kişi artarken 65 yaş ve üstü nüfus sadece 2 milyon artmıştı! Bu piyangoyu kalıcı refah yaratmak için çok daha iyi değerlendirebilirdik. Kaçırdık. Daha şimdiden 16 milyon emekliye karşılık sadece 23 milyon kayıtlı çalışanımız var.
Üstelik bu eğilim artarak sürecek. Zira doğurganlık azalıyor. TÜİK’e göre 2013’te 2.17 olan doğurganlık hızı (kadın başına çocuk sayısı) 2023’te 1.51’e düştü (dünya ortalaması 2.31). Yani nüfusumuz artık kendini yenileyemiyor (eşik değer 2.05). Bununla paralel olarak yaşlı nüfusumuz artıyor. On vatandaşımızdan biri 65 yaş ve üstünde (son beş yılda 1.5 milyonluk artış). 2040’ta bu oran altı vatandaşımızdan biri olacak. Bebek bezinden fazla yaşlı bezinin satıldığı Japonya kadar olmasa da bugünden farklı bir halde olacağız.
Tüm bunlara ilaven, düzensiz göç ve vatandaşlık satışı ile ciddi bir demografik değişim yaşıyoruz. Göç İdaresi Başkanlığı’na göre Türkiye, geçici koruma statüsündeki 3 milyon 100 bin Suriyeli ve farklı uyruklardan 220 bin uluslararası koruma altındaki kişiyle, dünyada en fazla sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke. Kayıtlı olmayan kişi sayısı konusunda ise çok çeşitli tahminler var. Emlak satışı karşılığı verilen vatandaşlıklar da cabası (bu alanda Rusya, İran ve Irak başı çekiyor).
İkinci Tuzak: Orta Gelir
Türkiye’nin yıllardır konuştuğu ama aşmak için pek bir şey yapmadığı konulardan biri, orta gelir tuzağı. Kim bilir, belki de “Vasatistan” olmanın konforu, buradan çıkış için katlanmamız gereken maliyete galip geliyor. Bu tatlı rehavetin, donmak üzere olan kişilerin üzerine çöken bir ölüm uykusundan farksız olduğunu söyleyeyim.
Ülkelerin orta gelirden üst gelire çıkmakta zorlanmalarına ya da Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen milli gelirin 4,256-13,205 dolar arasında kalmasına “orta gelir tuzağı” deniyor. Türkiye de burada takılmış durumda. Dünya Bankası’na göre 1990’dan bu yana sadece 34 ülke orta gelir tuzağını aşmayı ve lig atlamayı başarmış. Gelişmekte olan 108 ülkedeki ilerleme bu tuzağa takılmış. Biz de bunlardan biriyiz. Nitekim kişi başına milli gelirimiz yaklaşık 10 yıl önceki seviyede.
Zaten ülkemizin dünya ekonomik büyüklük sıralaması da yıllardır pek değişmiyor – ben doğduğumdan beri 17.’lik ile 20.’lik arasında gidip geliyoruz. Nüfusta dünyada 18. sırada olduğumuz düşünülünce tam manasıyla vasat bir performansımız var. Kişi başına düşen milli gelirimiz dünya ortalamasıyla yaklaşık aynı. Kişi başı milli gelirde dünya sıralamamız ise 72.’lik. Meşhur “ilk 20” büyüklük sıramız –refah sıramız 72.’lik.
Halbuki bu bir kader değildi. 1980’lerin başında aynı seviyede olduğumuz Güney Kore’nin kişi başına düşen milli geliri 33 bin dolar, 2010’larin başında benzer şekilde değerlendirildiğimiz Polonya’nınki 18 bin dolar. İhracat ve teknoloji odaklı sanayileşme hamlesinin (Güney Kore) ve Avrupa Birliği çıpasının (Polonya) somut örnekleri.
Bu konuya dört açıdan biraz daha yakından bakalım.
Ölçek. Ülkemizin toplam ihracatı, Toyota’nın bir yılık cirosu kadar. Polonya ve Vietnam bir buçuk, Meksika iki katımızdan fazla ihracat yapıyor. 2023 ihracatımız, 2023 hedeflerinin yarısı kadar. 110 bin ihracatçımız var, ama ihracatımızın neredeyse üçte ikisini sadece bin firma yapıyor. Yanlış duymadınız: Bin firma, 109 bin firmanın iki katı kadar ihracat yapıyor. Her ay ihracat kaydı olan şirket sayısı ise 30 bin civarında.
Verimlilik. Kalıcı refahı sağlayan toplam faktör verimliliği, BETAM’a göre 1980-2018 arasında yılda sadece yüzde 1 büyüdü (büyümenin geri kalanı ilave işgücü gibi kaynaklardan sağlandı). En hızlı verimlilik artışları 1980-1989 (yılda yüzde 2.2) ve 2003-2013 (yılda yüzde 1.2) dönemlerinde. Kalan yirmi senedeki oran ise binde 4! 2018 sonrası ciddi bir verimlilik artışı olup olmadığını değerlendirmenize bırakıyorum.
Katma değer. Bunun bir kısa yol ölçütü olan kilogram başı ihracat değerimiz 1.4 dolar. Almanya’nın 4 dolar, Güney Kore 3 dolar, Polonya’nın neredeyse 2.5 dolar seviyesinde olduğunu düşününce fark ortaya çıkıyor. Katma değerin iki ana bileşeni olarak marka ve araştırma-geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerini düşünebiliriz. Türkiye, milli gelirinin yüzde 1.3’ünü Ar-Ge’ye ayırırken, OECD ortalaması %2.7. İstanbul Sanayi Odası’nın Türkiye’nin En Büyük 500 Sanayi Şirketi (İSO 500) listesindeki firmaların sadece 265’i Ar-Ge yatırımı yapıyor. Ciddi teşviklerle (vergi ödeyenlerin desteğiyle) yapılan bu yatırımların etkinliği konusu ayrı bir tartışma.
Teknoloji yoğunluğu. Yüksek teknolojili ürünlerin ihracatımızdaki payı yirmi yıldır yüzde 3 mertebesinde çakılı. Eskiden bizimle aynı seviyede olan Polonya ise bu oranı yüzde 20’ye çıkardı. Üstelik, imalat sanayi istihdamımızın yarısını “düşük teknoloji” şirketleri sağlıyor (orta-yüksek: yüzde 20, yüksek: yüzde 3). Bu açıdan, yaratıcı yıkım, zombi şirket gibi tabirleri bol keseden kullanmanın kolay, istihdamı çökertmeden verimliliği ve teknoloji yoğunluğunu artırmanın ise zor olduğunu belirteyim.
Üçüncü Tuzak: Bölgesel Kalkınma
Bir yerde istihdam, kişi başına gelir ve verimlilikte artış hızı giderek yavaşlıyorsa, oranın kalkınma tuzağına düştüğü değerlendiriliyor. TEPAV’a göre Ankara, Antalya, Balıkesir, Bursa, Samsun, Şanlıurfa ve Trabzon kalkınma tuzağında. Aydın, Erzurum, İstanbul, Kastamonu, Kayseri, Malatya ve Van ise yüksek risk taşıyor. Bunun ötesinde, ülkemizde çok ciddi bir bölgesel dengesizlik var. Beş açıdan yakından bakalım.
Nüfusumuzun üçte biri dört büyük ilimizde yaşıyor – İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa. En kalabalık on il, nüfusumuzun yarısından çoğuna sahip. Terazinin bir kefesinde on il, diğerinde kalan 71 il.
Milli gelirimizin üçte biri, tek başına İstanbul’da. Yarısı, en büyük dört ilde. Üçte ikisi en büyük on ilde. Yani ülkemizin ekonomisi üç birimse; bir birimi İstanbul’da, bir birimi sonraki dokuz ilde, bir birimi de kalan 71 ilde! Allah korusun, İstanbul ve çevresinde yaşanacak bir afetin nelere mal olacağını düşünebiliyor musunuz?
Kişi başı milli gelirde müthiş farklılar meydana geliyor. Makul bir dağılım olsa, illerimizin yarıya yakınının ortalamanın üstünde, yarıya yakınının da ortalamanın altında olmasını bekleriz. Ama bizdeki durum bambaşka: Ülkemizde sadece 13 il Türkiye ortalamasının üzerinde kişi başı milli gelire sahip. Geri kalan 68 il ortalamanın altında. Yani, ortalamadan daha zengin bir ile karşılık, ortalamadan daha yoksul beş ilimiz var! Yani ülkemizin bir yanı Macaristan bir yanı Libya seviyesinde kişi başı gelire sahip.
Hür teşebbüsümüzde de durum benzer. İSO 500 listesindeki isimlerin üçte biri İstanbul’da. Sonraki beş vilayette de bir o kadar şirket var. Yani Türkiye’nin en büyük 500 firmasının üçte ikisi sadece altı ilimizde: İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Kocaeli ve Gaziantep. Şirketlerin geri kalan üçte biri de diğer 75 vilayetimizde. Üstelik, büyükşehir statüsündeki, bölgesel ağırlığı olan beş ilimizin (Diyarbakır, Mardin, Şanlıurfa, Trabzon ve Van) İSO 500’de hiç temsilcisi yok. Büyükşehir olan üç ilimizin (Erzurum, Malatya ve Ordu) yalnızca birer temsilcisi var. Sanayileşme, istihdam ve vatandaşlarımızın önündeki fırsatlar için iyi bir durum değil.
Verginin farklı olmaması mümkün mü? Türkiye’nin vergisinin yüzde 80’ini beş vilayet ödüyor. Yüzde 90’ını on vilayet. Kalan yüzde 10’unu 71 vilayet. Açık konuşalım. Böyle bir ortamda, sürdürülebilir bir mali yapıdan da adil kamu yatırımlarından da artan yerinden yönetimden de bahsetmek mümkün olmaz.
Dördüncü Tuzak: Küresel Dönüşümler
Üç büyük küresel dönüşümle karşı karşıyayız.
Teknoloji. Büyük teknolojik dönüşüm sürekli gündemde: ticaretten finansa pek çok alanın dijitalleşmesi, yapay zeka alanındaki atılımlar, robotların yaygınlaşması, nesnelerin internetinin getireceği değişiklikler… Mesela, bazı işler yapay zekaya/ robotlara devrediliyor veya insan-robot/ yapay zeka işbirliği (Cobot) ile yapılabilir hale geliyor. Mesela, robotlar ve üç boyutlu yazıcılar sayesinde, eskiden yurtdışına outsource edilen üretim daha butik ölçeklerde, tüketime yakın yerlerde, pahalı işgücüne ihtiyaç duymadan yapılabiliyor. Mesela mikro-ihracat, freelance iş yapma ve gig ekonomisi gibi yeni alanlar açılıyor. Mesela bireyler bir üçgene sıkışıyor: küresel teknoloji şirketleri (big-tech), tekno-otokrasiler ve dijital anarşi. Ülkeler arasında büyük bir dijital uçurum oluşuyor–artık G20 ya da G7’den değil, sadece ABD ve Çin’i içeren bir G2’den bahsedebiliriz. Silikon Vadisi’nde gerçekleşen yapay zeka yatırımları Avrupa’nın tamamından fazla. 2001’den beri kurulan yapay zeka şirketlerinin aldığı yatırımlar bunu özetliyor: ABD 234 milyar dolar, Çin 101 milyar dolar, Avrupa 40 milyar dolar. Türkiye ise internet hızında dünyada ilk 100’e giremiyor. Çeşitli uygulamaları hürriyetleri ihlal etmek, ticarete zarar vermek ve VPN kullanımının artmasıyla siber güvenlik riskleri yaratmak pahasına yasaklıyor. Adeta matbaayı yine yasaklıyoruz!
Çevre. Türkiye’nin ihracatının yüzde 40’ından fazlasını yaptığı Avrupa Birliği Yeşil Mutabakat ile bir yeni nesil korumacılık girişiminde bulunuyor. Özellikle1 Ocak 2026’da başlayacak Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması, Türkiye gibi partner ülkeleri de etkileyecek. Böylece demir-çelik, alüminyum, çimento, gübre, elektrik ve hidrojen sektörleri için karbon vergisi uygulaması başlayacak. Türkiye’nin Emisyon Ticaret Sistemi’ni devreye alması ve karbon emisyonlarını azaltıcı politikalar izlemesi bir çevre hassasiyetinin ötesinde, bir ticari mecburiyet haline gelecek. Öte yandan, eskiden uzak coğrafyalardan alınan ürünlerin, karbon salımı sebebiyle daha ‘pahalı’ hale gelmesi Asyalı rakipler karşısında Türk şirketleri bir avantaj yaratabilir.
Tedarik zinciri. Gerek ABD-Çin gerginliği, gerekse Rusya-Ukrayna savaşı, eskiden sorunsuz işleyeceği düşünülen tedarik zincirlerinin kırılganlığını hepimize hatırlattı. Bunun neticesinde, tedariği çeşitlendirme, yakın ülkelerden satın alma (near-shoring) ve dost ülkelerden satın alma (friend-shoring) eğilimleri artıyor. Tedarik zincirindeki bu karmaşıklık, geleneksel makroekonomi ve mikroekonomiye yeni bir ‘kardeş alan’ kazandırıyor: mezoekonomi. Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin ekonomik kalkınması için dış ilişkilerinin kritik rolünü tekrar hatırlatıyor.
Beşinci Tuzak: Sıkışmışlık
Özellikle gençlerle her konuşmamda müthiş bir sıkışmışlık hissini fark ediyorum. Üstelik sadece bugün için değil, yarına dair de büyük bir ümitsizlik var. Türkiye artık hayallerini kaybeden bir ülke haline geliyor. Dört temel hususa yakından bakalım.
Dünyadan kopukluk. Internet yasaklarıyla, döviz kurunun yüksekliğiyle, vize alma zorluklarıyla Türkiye dünyadan kopartıldı. Ticaret kısıtlamaları yurtdışından ödeme bekleyen grafikerin de uluslararası bir alışveriş sitesinden ucuza spor ayakkabı bulan gencin de ihracat kotaları yüzünden malı tarlada kalan ve traktörüyle protestoya çıkan domates üreticisinin de önünü tıkıyor.
Nesiller arası adalet. Genç yetişkinler, anne-babalarının imkanlarına ulaşamayan ilk kuşak olmaya adaylar. Orta direğin hedefi iki anahtar (‘bir ev, bir araba’) artık neredeyse hayal oldu. En ucuz araç bile artık yüzde 80 ÖTV sınıfında (yüzde 20 KDV de eklendiğinde toplam vergi yüzde 116 oluyor). Böylece vergisiz fiyatı 100 lira olan aracın ÖTV ve KDV dahil vergili satış fiyatı en az 226 liraya yükseliyor. Her kategorideki araç için Türkiye Avrupa’da en fazla vergi alan ülke. Halbuki 15-34 yaş arası genç nüfusumuzun (24 milyon kişi) dörtte biri ne eğitimde ne de istihdamda!
Orta direk. Demokratik hukuk devletinin garantörü, güçlü, sürdürülebilir ve kapsayıcı kalkınmanın dinamosu orta direk taarruz altında. İmkanları baskılanıyor (enflasyon, dolaylı vergiler, gelir vergisi dilimleri), fırsatları elinden kaçıyor (konut fiyatları, eğitim kalitesi) ve hak/ hürriyetleri baskılanıyor (sokak röportajları, internet yasakları). Halbuki Aristo’dan beri, yani iki bin üç yüz yıldır bildiğimiz bir şey var: “O halde en iyi politik topluluğun orta sınıf yurttaşlardan meydana geleceği ve orta sınıfın geniş, mümkünse diğer iki sınıfın toplamından veya her halükârda onların her birinden daha güçlü olduğu devletlerin en iyi yönetilmelerinin muhtemel olduğu açıktır.” Orta direği ayağa kaldırmadan Türkiye’ye ümit ve mutluluk sağlayamayız.
Çözülmeyecek duygusu. Metropoll Araştırma’nın Mayıs 2024 anketine göre Türkiye’nin en önemli sorunu çok net: üç kişiden ikisi ekonomi/istihdam diyor, tüm diğer şıklar yüzde 5’in altında orana sahip. Ancak, ‘bunu kim çözer?’ dendiğinde, katılımcıların neredeyse yarısı hiç kimse diyor veya cevap vermiyor! Bu umutsuzluğun neticesinde dört eğilim ortaya çıkıyor: yurtdışını kurtuluş görme (çeşitli araştırmalara göre vatandaşlarımızın yarısı ila dörtte üçü, yurtdışına taşınmayı istiyor), hayali bir nostalji (‘ah o güzel günler’), yoksunluk övgüsü (‘sobalı evlerimiz ne şahaneydi’) ve depresyon (anti-depresan kullanımındaki artış, uyuşturucu).
Beş Tuzağa Karşı Beş Misyon
Misyon temelli kalkınma giderek gündemdeki yerini artırıyor. Ekonomist Maria Matzucatto bunu kamunun büyük teknoloji projelerdeki rolü üzerinden ele alıyor. İngiltere’nin yeni Başbakanı Keith Starmer’ın ise hükümetinin temel hedefleri olarak vaat ettiği ‘beş misyon’ var (2030’a kadar temiz enerji gücü olmak, G7’deki en yüksek ve sürdürülebilir kalkınma hızına ulaşmak).
Karşı karşıya olduğumuz beş büyük tuzağı aşmak için iddialı ve çeşitli paydaşları bir araya getiren misyonlar belirlemeye ihtiyacımız var. Beş önerim şöyle:
İç ve dış entegrasyon. Hem toplumun kendi içinde (kapsayıcılık) hem de ülkemizin dünya sistemiyle (evrensellik) entegrasyonunu başarmak zorundayız. İç entegrasyon için hukuk, demokrasi ve fırsat eşitliği en kritik başlıklar. Dış entegrasyon içinse Türkiye’nin dünyanın yeni ortaya çıkan ortak meseleleri (kripto para, sosyal medya, yapay zeka etiği) konusunda kürsü sahibi olması ve ortağı/üyesi bulunduğu organizasyonlardan azami yararlanması elzem. (Avrupa Birliği konusundaki öneriler için: https://daktilo1984.com/yazilar/avrupa-birligi-ne-seninle-ne-sensiz/)
Kalkınma seferberliği. Kalkınmayı bir seferberlik ciddiyetiyle ele almaya ve icra etmeye mecburuz. Yeni kalkınma hamlesi verimlilik merkezli olmalı – zira kalıcı refah yaratmanın, vasatlık döngüsünü kırmanın ve karşıdan esen demografik rüzgarı yenmenin yegane yolu bu. Bu yeni yaklaşımda rant yerine üretim, yatırım ve istihdamı, vasatlık yerine dünyayla yarışmayı, ucuzculuk ve fasonculuk yerine katma değer ve markalaşmayı, kontrol-kumanda ekonomisi yerine hür teşebbüsü ve çıkar lobileri yerine ekonomimizin dinamosu KOBİ/girişimcileri öne almalıyız. Bu prensipler doğrultusunda, altı ana bileşen çerçevesinde yeni bir hamle mümkün: güçlü üretim için sağlam altyapı, artan yatırım için uygun finansman, büyüyen istihdam için aranan elemanlar, şahlanan ihracat için açılan pazarlar, yükselen katma değer için yaygınlaşan yenilikçilik ve dünyayla yarışan süper KOBİ’ler için etkin düzenleme ve teşvikler. (Detaylar için: https://benimpencerem.com/kalkinma-seferberligi-buyuk-turkiyenin-yol-haritasi/)
Teknolojik atılım. Bu alanda Türkiye gelişmiş ülkeleri ‘takip’ ederek değil, ancak bir sıçrama ile çağı yakalayabilir. Haziran ayında kripto para düzenlemesi görüşülürken TBMM Genel Kurulunda yaptığım konuşma bu yaklaşımın bir örneği:
Açık söyleyeyim: Türkiye bu konularda ağır ağır ilerleyerek, dar bürokratik yaklaşımlara hapsolarak, yabancı ülkeleri takip ederek refah yaratamaz. Türkiye’nin yarına atılımı için prensibimiz ‘takip değil, teknolojik sıçrama’ olmak zorundadır.
Blok zincir ve kripto varlıklar ülkemize bu fırsatı veriyor. Londra veya New York borsalarını hisse senedi ve tahvil alanlarında yakalayamayız. Ama yenilikçi finans ile bir sıçrama yapabiliriz. Bunun için cesur adımlar atmalıyız. Gelin, blok zincir uygulama geliştirilmesi için farklı regülasyona sahip sanal ve reel test bölgeleri kuralım. Gelin, bazı pilot ilçelerde kripto para ile ödeme kabulüne izin verelim. Gelin, uluslararası ödeme sistemlerinin ve fintek sektörünün önünü açalım. Aksi takdirde, İstanbul Finans Merkezi yalnızca bir gayrimenkul projesi olarak kalır. Meşhur Çin atasözünü unutmayalım: Değişim rüzgarı esmeye başlayınca, kimileri duvar inşa eder, kimileri de yel değirmeni.
Bunu yaparken dijital dönüşümün bir lüks değil, mecburiyet, bir teknoloji konusu olmanın ötesinde, bir zihniyet meselesi olduğunu unutmamak gerek. Bu çerçevede, vatandaşımıza gerekli imkân ve fırsatları sağlamak (teknolojik cihazlara ve internete ucuz erişim, hızlı internet, evrensel kabiliyetler odaklı eğitim) ve girişimcilerimizin ayağındaki prangaları çözmen (kapsamlı hizmet sektörü serbestleşmesi reformu, özel regülasyon alanları) baş rolü oynayacak.
Çağa uygun kamu mimarisi. Türk Hava Kuvvetleri’nin uçağın icadından sadece dokuz sene sonra kurulmuş olmasını hep ilginç buluyorum. Yeni teknoloji yeni kabiliyetlere ihtiyaç yaratmış, yöneticiler de gereğini yapmış. Tabii olaylar genelde bu kadar hızlı ilerlemiyor – önce teknoloji değişiyor, sonra ekonomi, sonra toplum ve nihayet siyaset/ hukuk/ devlet idaresi. Yaşadığımız çağda yavaş ilerleme lüksümüz yok. Yeni teknolojik imkanları devlet idaresinde tasarrufu, şeffaflığı, hesap verebilirliği ve daha iyi hizmeti hakim kılmak için kullanabiliriz. Mesela, blok zincir ile tapu ve noteri dönüştürebilir, büyük veri ile TÜİK enflasyon hesaplamalarını güvenli hale getirebilir, yapay zeka ile kişiselleştirilmiş yaşam boyu eğitimi sağlayabiliriz. Bir adım daha ileri gidip, yapay zekayı karar destek süreçlerinde değerlendirebiliriz. Mesela Merkez Bankası faiz oranlarını bir algoritma mı daha iyi belirler yoksa Para Politikası Kurulu mu? KPSS sorularını yapay zeka mı daha iyi hazırlar ve muhafaza eder, yoksa ÖSYM mi? Mesela, Elon Musk’a göre dünyanın genel yapay zeka ile tanışacağı sene göreve başlayacak olan yeni hükümette bir yapay zeka bakan da olmalı mı? (detaylar için: https://t24.com.tr/haber/algoritma-hukumeti-siri-bakan-olur-mu,1052902)
En önemlisi, kamu mimarimiz yeni dünyanın yeni meydan okumaları ile baş etmeye hazır mı? Bu çerçevede, yeni güvenlik paradigması için Siber Kuvvetler Komutanlığı kurulmalı. Büyük teknoloji şirketleri ile çetrefilleşen ilişkileri yönetmek ve ülkemize yatırım çekmek için Silikon Vadisi’ne büyükelçi atanmalı. Sosyal yardımların evrensel gelir çerçevesinde yeniden yapılandırılması değerlendirilmeli ve yeni çalışma sistemleri (start-up, gig ekonomisi) maliye-sosyal güvenlik sisteminde doğru şekilde ele alınmalı. Tabii tüm bunlar kendi kendine olmayacak! Nitekim beşinci ve son misyonumuz buna dair.
Yeni siyaset. Mart 2023’teki İzmir İktisat Kongresi’ndeki Yeninin Yürüyüşü başlıklı konuşmamda İtalyan düşünür Gramsci’ye atıf yapmıştım: Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor. Şimdi canavarlar zamanı.
Böyle bir ortamda yeni bir yaklaşımı hakim kılmak için siyaseti yeniden şekillendirmek zorundayız. Peki nasıl? O gün söylediklerimi tekrarlayayım:
Politikacıların toplumdan ayrı bir sınıf, adeta bir kast haline gelmesinden bıktık. Bitmek bilmeyen nutuklar ve dolambaçlı ifadelerden sıkıldık. Toplumdan kopuk sanal gündemden yorulduk. Ancak tüm dünyada bunlara karşı çıkan alternatifler genelde ambalaj çalışmasından öteye gitmedi. Yeni siyaseti şovdan ibaret bir popülerlik aracı haline getirirsek, büyük bir değişim fırsatını ıskalarız. Halbuki, sorunları çözecek olan yeni siyaset, yeni dünyaya uygun ilke ve değerler üzerinde yükselmeli. Tek adama karşı ortak akıl; kabilecilik ve kutuplaştırmaya karşı kapsayıcılık popülüst vaatlere karşı dürüstlük; yolsuzluk ve suistimale karşı şeffaflık ve hesap verebilirlik; ve ehliyetsizliğe karşı liyakat. (Detaylar için: https://benimpencerem.com/yeninin-yuruyusu-vizyon-irade-icraat/)
Sonuç
Türkiye’nin önündeki tuzaklar ciddi. Bugüne kadarki performansımız vasat. Yerimizde saymanın fırsat maliyeti korkunç bir seviyeye çıkıyor. Üstelik içinde bulunduğumuz günlük karmaşa bu konulara kafa yormayı bile zorlaştırıyor.
Ancak bu tuzakları aşmadan kalkınmamız da kalıcı refah yaratmamız da mümkün değil. Her şeye rağmen bunları aşacak kabiliyetlere sahip olduğumuza gönülden inanıyorum. Zira Türkiye kaynak sorunundan ziyade bir idrak sorunuyla boğuşuyor.
Şunu bilelim ki net bir tercihle karşı karşıyayız.
Ciddi meselelerimizi halının altına süpürmek, kolaycı tedbirlerle vatandaşımıza sosyoekonomik uyuşturucu vermek veya cilalı genel geçer laflarla malumatfüruşluk taslamak mı?
Yoksa iddialı bir hamle için kolları sıvamak ve vatandaşımıza alın teri dökmeyi vaat etmek mi?
Refah ve kalkınma için, vatandaşın ve toplumun sağlığı için, hukukun ve demokrasinin ayakta kalabilmesi için benim şüphesiz tercihim ikincisini seçmek ve beş misyon için kolları sıvamak.