II. Çözüm Süreci devlet elitleri arasında bir pazarlık süreci olarak başladı. Amaç içerde başkanlık sisteminin bir dönem daha Erdoğan liderliğinde devam etmesi, dışarı da ise Ortadoğu’daki yeni jeopolitik şekillenme karşısında Türkiye’nin güvenlik risklerini en aza indiren yeni bir paradigma ortaya konmasıydı.
Ancak zamanla, biraz da gecikmeli bir şekilde, devletten topluma yönelik bir mühendislik projesi olmaktan çıktı yeni çözüm süreci tartışmaları. Tartışma iki hatta kendini yeniden üretiyor: Pek çok liberal ve cumhuriyetçi aydın barış-demokrasi ilişkisini hararetli bir şekilde yeniden ele almakta. Özellikle ana muhalefet çevrelerine yakın aydınlara göre rejim barış talebini araçsallaştırıyor.
Türkiye’de genel bir demokrasi sorunu var. Muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu hapiste mesela. İktidar, devlet aygıtını temel hak ve özgürlükler ile adil yarışma koşullarına müdahale edecek şekilde kullanıyor. Dolayısıyla ikinci çözüm sürecinden barış çıksa dahi demokrasiyle sonuçlanmayacak bir siyasal dönüşümle karşı karşıyayız.
Kürt hareketi bilerek veya istemeyerek Erdoğan’ın güç kazanmasına yardımcı olmakta. Liberal aydınlar, pek çok demokrat çevre ve Kürt hareketine göreyse terörün ortadan kalkması ve Kürt sorununun ucu açık bir demokrasi tahayyülü içinde olsa da çözüme doğru evrimi otoriterlik tartışmasını önemli ölçüde yapı bozuma uğratacak. Çünkü otoriterlik sadece Erdoğan’la, Cumhur İttifakıyla veya AKP Yeni Türkiye’siyle ilgili bir mesele değil.
Ulus devletin kuruluş biçimi, laiklik ve milliyetçikle ilgili bazı angajmanlar Türkiye’deki demokrasi eksikliğinin asıl nedeni. Rejim baştan yanlış kurulduğu için her kimlik talebi bölücülük olarak görülüyor. Güvenlik her zaman özgürlükten daha değerli. Beka kaygısı siyasetin merkezinde. Türkiye demokratları rahat ve ön yargısız bir şekilde düşünemedi hiçbir zaman. Devletteki kaygı ve korku onları da etkiledi. Ülkenin tüm kurumları bu kurucu korkunun eseri. Hepimiz hastayız. Bu tartışma hattı bizi ikinci meseleye, yani Atatürkçülükle Kürt hareketi arasındaki kadim tartışmaya götürüyor.
Bu ikinci hat son günlerde başta Medyascope olmak üzere bazı liberal düşünce platformlarında yazı, görüş ve değerlendirmelerle yeniden tartışılmakta. Bu bağlamda Mehmet Tatlı’nın 13 Temmuz 2025 tarihli “Kürt sorununda Atatürkçü Entelektüelizmin İflası ve Kürt’ün Hafızasını Kürt’e Karşı Silahlaştırmak” yazısı Kürt demokratlarının Atatürkçülüğe bakışını rafine bir şekilde özetliyor.
Tatlı’ya göre Türkiye’nin entelektüel tarihi Kürt meselesinde söylenmeyen şeylerin tarihi. Akademi, Kürt’ün varlığını kabul etmekte güçlük çekiyor. Bu sonuçta Atatürkçü aydınların ciddi bir payı var. Ayrıca Atatürkçü düşünce herkesin Türk ve birbirine eşit olduğu savını savunmaya devam ediyor. Oysa bu gerçeklerle bağdaşmamakta. Kürt sorunun varlığı zaten ülkedeki yurttaşlık ilişkilerine dair resmi tezin olgularla çeliştiğinin bir göstergesi. Dünya değişse de Atatürkçüler değişmiyor. Entelektüel bir dogmatizmle eski ezberleri tekrarlamaya devam ediyorlar. Kürt sorununun çözümünün Türkiye’yi böleceği iddiası ve DEM’in Cumhur İttifakına katıldığı ve seçimlerde Erdoğan’ı destekleyeceği kara propagandası Atatürkçü siyasetçi ve aydınların meseleyi anlamlandırmada kullandığı başlıca çıkarımlar. Tatlı’ya ve pek çok Kürt demokratına göre bu yorumlar çözüme katkı sunmuyor.
Bu noktada parantezi kapatıp ikinci çözüm sürecinin önümüze koyduğu gündemi de yok saymadan Atatürkçülükle Kürtçülük arasındaki ilişkiyi soğukkanlı bir şekilde değerlendirelim. Öncelikle Atatürkçülükle Kürt siyasal hareketini tam olarak uzlaştırmak imkansız. Çünkü bu iki akım iki farklı milliyetçilik tipine karşılık geliyor. Atatürkçü çizgi yurttaş milliyetçiliği, Kürt siyasal hareketiyse etnik milliyetçiliği yeniden üreten siyasal akımlar. Ancak iki çizgi arasında makul bir uzlaşma hem demokratik cumhuriyetinin niteliğinin derinleşmesi hem de ulus devletin restorasyonu açısından elzem.
Atatürkçüler her türlü kimlik talebinin bölücülük ve gericilik anlamına gelmediğini kabul etmeli, başka düşünce sistemleriyle ötekileştirmeye girmeden eşit koşullarda diyaloga girmeli. Bu konuda bir eksiklik olduğu, milliyetçi cumhuriyetçi bakışının çoğulculuğu yeterince güçlü bir şekilde içselleştiremediği açık. Ancak Kürt hareketi de kimlik taleplerine dayalı siyaset biçiminin demokratik ulus devlet için yeterince anlamlı sonuçlar doğurmadığı fark etmeli.
Kimlik, yurttaşlığın eksiklerini tamamladığı ölçüde değerli. Kimlik ve tanınmayı dar bir sosyolojik çerçevede yorumladığınızda çok kültürlü, her bir topluluğun birbirinden uzaklaştığı, yalıtılmış komünlere dayalı bir millet sistemine doğru yol alıyoruz. Bu aralar Türk kamuoyunca yoğun bir şekilde tartışılan Lübnan örneği bu işin en uç biçimi. Sonuç olarak insanlar arasındaki farklılığı yadsıyan katı bir benzerlik yorumu da (dogmatik Atatürkçülük), bizi bir arada tutan, benzerlikleri ve ortak iyiyi yok sayan kimlikçi düşünce de (Kürtçülük) sorunlu. Makul, dengeli, modern ve sürdürülebilir olan ulus devlet ve yurttaşlık; elde ettiğimiz kazanımları yok saymadan onu yeni hak talepleriyle toplumsallaştırmaktan geçiyor.
Bu arada Atatürkçüleri değişime davet eden Kürt demokratlarının benzer bir talebi başta kendi çizgileri olmak üzere tüm siyasi akımlardan beklemesi yerinde olur. Çoğu liberal ve Kürt aydınının Kürt siyasal hareketini değerlendirirken ön plana çıkarmadığı bazı gerçekler var. Mesela Kürt hareketi de en az Atatürkçüler kadar milliyetçi. Kürt demokratları Kürt hareketinin itici gücünün ve (veya) asıl enerji kaynağının milliyetçilik olduğunu kabul etmeye yanaşmıyorlar. Öcalan’ın örgütüne giydirdiği sayısız elbiseye rağmen karşımızdaki yapı etnik milliyetçiliğin bir formu.
Bir diğer mesele şiddet ve bölünme korkusu. Beka kaygısı ve bölünme korkusunun bazı tarihsel ve sosyolojik dayanakları var. Osmanlı’nın parçalanma biçimi, PKK’nın terörle hayata geçirmeye çalıştığı ulusal kurtuluş stratejisi ile son çeyrek asırda Suriye ve Irak’ta yaşananlar; Türk milliyetçilerinin Kürt siyasal hareketi güven duymasını haklı bir şekilde engellemekte. Ayrıca terör ve şiddet dalgasının Türk demokrasinin standartlarını bir hayli aşağı çektiği de ortada.
Yasa dışı Kürt hareketinin yarattığı şiddet, yurttaş milliyetçiliğinin demokratikleşmesini engelledi. Askerlerin şehit edildiği, sivillerin katledildiği bir ortamda hak mücadelelerine sempatiyle bakmak, güvenliği bir kenara bırakıp özgürlüğü ön plana çıkarmak imkansız. Kürt siyasal hareketi ve PKK şiddetine karşı çıkmayan, hatta onu öven Kürt aydınları bu yöntemin Türk demokrasini bir şiddet sarmalına sürüklediğini güçlü bir şekilde dile getirmedi hiçbir zaman. “Türkiye’de demokrasi yok, bu sonuçtan Atatürkçülük sorumlu” argümanı ciddi bir kolaycılık bu nedenle.
Ayrıca yeni çözüm sürecinin Post-Kemalizm öncesi düşünce koşullarını yeniden canlandırdığını söylemek lazım. Eskiden bu ülkenin İslamcı, muhafazakar, liberal, sosyalist ve Kürt aydınları cumhuriyetin demokratikleşmemesinden resmi ideolojiyi sorumlu tutar, başımıza gelen her kötülüğü Atatürkçülükle ilişkilendirirdi. Resmi ideoloji, askeri ve bürokratik vesayet, jakoben laiklik ve ırkçı milliyetçilik üzerine sayısız eleştiri dinledik anti-Kemalist kesimden. Ancak AKP’nin yaptığı pasif devrimin beklenen sonucu vermemesi ve Atatürkçü ideolojinin devletteki ağırlığının azalmasına rağmen ülkedeki kronik demokrasi eksikliği sorununun devam etmesi, Anti-Kemalizm’i tarihsel bir mahcubiyet içine soktu.
Bugünlerde ise durum yine tersine dönüyor. Kürt muhalifler yine her şeyin sorumlusu, bir tür ilk ve ebedi günah olarak göstermeye başladı Atatürkçülüğü. Bunu yaparlarken de kendi sorumluluklarını, İslamcılar, muhafazakarlar ve liberaller başta olmak üzere sayısız akımın demokrasiyi aşağı çeken negatif gündemlerini karşılaştırmalı bir şekilde ele almıyorlar. Atatürkçülüğe yine haksızlık yapılmakta. Oysa bizim günah keçilerine değil, eşitler arasında sürdürülebilir bir diyalog ortamına ihtiyacımız var.
Son söz ise güncel siyasetle ilgili. Şüphesiz ki anti-Tayyipçilik patolojik bir şey. Muhalefetin Erdoğan’ı iktidardan düşürmek dışında hiçbir şeyle ilgilenmemesi de onu yüzeysel bir gündeme mahkum ediyor. Ancak yine de ikinci çözüm süreciyle Erdoğan’ın başkanlık hesabı arasında bağlantı var. DEM Cumhur İttifakına katıldı demek için çok erken, ama Kürt hareketinin muhalefet cephesinden çıktığı ve iktidar bloğuna yaklaştığını görmemek için ise kör olmak gerek.