Geçtiğimiz sene Ekim ayından itibaren, çözüm sürecinin amacının ne Kürt meselesini demokratik bir şekilde çözmek ne de Türkiye’nin dış politika kaynaklı güvenlik ihtiyaçlarını gidermek olduğunu iddia ediyorum. Hâlâ bu kanaatteyim. Dahası, oluşturulan komisyona katılan partilerin motivasyonunun tamamen iç siyasette doğru pozisyon almak olduğunu düşünüyorum. Yani çözüm süreci, içeride kurulması düşünülen yeni iktidar koalisyonunun neye benzeyeceği ve aktörlerin bu koalisyonun neresinde olacağına karar veren bir enstrümandan başka bir şey değil maalesef.
Eğer iktidar demokratik sonuca ulaşmak isteseydi, Kürt meselesinin çözümünde Öcalan’ı meşrulaştırmaktan önce atabileceği yüzlerce adım vardı. Örneğin, İçişleri Bakanının yargı kararı olmadan seçilmiş belediye başkanlarını görevden alma uygulamasını ilga etmek için Öcalan’ı muhatap almaya gerek yoktu. Ya da, yargı bağımsızlığını sağlamak veya terörle mücadele kanununu değiştirmek, Öcalan ile müzakere masasına oturmadan da mümkündü. Hatta bunları da geçelim, iktidar siyasetçilerinin ve medyasının, DEM Parti’ye ve muhalefete yönelik “terörist” söylemini kullanmayı bırakması bile büyük bir ilerleme getirebilirdi. Bütün bu adımları es geçip doğrudan Öcalan’ı meşru muhatap kabul etmek ilkesel bir demokrat tavırdan ya da barış tutkusundan elbette ki kaynaklanmıyor.
Dış politika alanının Türkiye’yi PKK ile barışmaya mı yoksa PKK ve SDG’ye karşı daha sert olmaya mı ittiği ise başka bir tartışma konusu. PKK terörizmi, son 40 yıldır ülkenin başlıca milli güvenlik sorunu. Yani PKK milli güvenlik tehdidi olarak kodlanıyor. Şu anda yapılan şey, PKK’nın artık milli güvenlik tehdidi olmadığını söylemek. Milli güvenlik tehdidi olarak tanımladığınız bir yapıyı tehdit olarak görmekten vazgeçtiğiniz anda, bu vazgeçişi daha üst bir tehditle meşrulaştırmak en kolay yol gibi görünüyor.
Bu noktada, hem Bahçeli hem Öcalan, İsrail tehdidini öne çıkarıyor. Ancak ilginç bir şekilde, İsrail’in bu tehdidi oluşturma sebebi de Şam’daki merkezileşmeyi zayıflatması ve SDG’yi desteklemesi. Yani, “İsrail aslında PKK’yı desteklediği için PKK büyük bir tehdit oluşturuyor” gibi saçma bir durum ortaya çıkıyor günün sonunda. Üstelik Türk devleti, 90’lı yıllarda yaptığı gibi, PKK’ya karşı İsrail ile işbirliği yapmaya mı daha eğilimlidir, yoksa İsrail’e karşı PKK ile işbirliği yapmaya mı?
Eğer çözüm komisyonunun amacı demokratikleşme veya güvenlik değilse o halde nedir? Her aktörün bu süreçten çıkartmaya çalıştığı şey farklı. Erdoğan buradan, yeni bir iktidar projesi çıkartmak istiyor. Bu proje, MHP ve DEM’in iktidar koalisyonunda olduğu ve CHP’nin belediyeler üzerinden kriminalleştirildiği, yalnızlaştırıldığı bir matematiği içeriyor. Öyle ki, CHP belediyelerine kayyum atanmalı hatta CHP genel başkanlığına Kılıçdaroğlu gelmeli. Kamu kaynakları tahsis edildiği sürece MHP’nin ve kayyumlar geri çekildiği sürece DEM’in itiraz etmediği, ama bir yandan CHP belediye başkanlarının tutuklandığı bir senaryo bu. Bu senaryo, artık rekabetçi otoriterlikten hegemonik otoriterliğe geçiş anlamını taşıyor ve bana göre post-Erdoğan döneminde iktidarın netamesiz, muhalefetsiz bir şekilde Erdoğan’ın istediği kişiye devrini amaçlıyor. Bu yüzden, Erdoğan’ın ne Bahçeli’nin komisyon önerisinden ne de CHP’nin bu komisyona katılma kararından dolayı pek mutlu olduğunu düşünmüyorum.
Öte yandan, MHP ve DEM bu ihtimale karşı Erdoğan’ı dengeleyecek ve komisyon vasıtasıyla sınırlandıracak bir strateji izliyor. Yani Erdoğan müttefik bulmak istiyor ama partiler müttefik olmak için komisyonu ve yapılacak kurumsal düzenlemeleri bir koşul olarak sunuyorlar. Bu iki parti, çözüm süreci ile hem parlamentonun zayıflaması hem de kendi oy oranlarının düşmesi gibi ihtimalleri muhtemelen göz önünde bulunduruyorlar. Her iki parti de ilanihaye AKP patronaj mekanizmasına bağımlı şekilde hayatta kalamazlar. Muhtemelen süreçten umdukları, parlamentonun daha güçlü cumhurbaşkanının daha güçsüz bir şekilde konumlandırıldığı bir sistem üretmek. Böylece hem Erdoğan’ın hem AKP’nin bu partilere olan ihtiyacı devam edecek ve karşılıklı bağımlılık asimetrik olmak yerine simetrik bir şekilde sürebilecek.
CHP’nin bu komisyona girmesi ise mevcut koşullar itibariyle bence mantıklı. Birçok kişinin aksine, 19 Mart’ın bir uyanış ve yeniden başlangıç olduğunu düşünenlerden değilim. Aksine, İmamoğlu’nun ve beyin takımının tutuklandığı, bir iktidar oyununun sona erdiği tarih olarak görüyorum. 19 Mart ve sonrasındaki gelişmeler bana umut değil karamsarlık aşıladı. Öyle ki, CHP’nin siyasi sistemin dışına itilmesi ve kriminalleştirilmesi sürecinin başlangıcı olarak okudum bu durumu. Halen daha, 15 Eylül’deki duruşmada Kılıçdaroğlu ihtimalinin ayakta olması da bazı şeyleri açıklıyor. Yani CHP’nin, muhalefetin topyekûn imhasını önlemek, muhalif vatandaşın temsil duygusunu ayakta tutmak, parlamentoyu güçlendirecek adımları desteklemek ve eğer mümkünse içeridekileri kurtarmak gibi bir beklentisi var bu süreçten. Aslında komisyona katılma kararı CHP için bir tercihten ziyade zorunluluk gibi gözüküyor şu aşamada.
CHP’nin komisyona katılmasının iki önemli sakıncası var. Birincisi, kendi oy potansiyeline ulaşamayabilir çünkü son iki senedir kutuplaşma oyununun kazananı CHP oldu. Tabir caizse muhalif olmak ile CHP’li olmak aynı anlama geldi ve anti-Erdoğan bütün seçmen CHP’de toplanma eğilimi gösterdi. CHP, şu anda Erdoğan ile aynı masaya oturarak kutuplaşma avantajından vazgeçiyor. Muhalefetteki milliyetçi partiler, CHP’ye kaybettikleri oylarını geri alabilirler. İkincisi ise Erdoğan’ın dolaylı yollardan komisyonu sabote etme ihtimali ve CHP’nin oyalanarak muhalefet etme kapasitesinin düşürülmesi.
Bunlar ciddi problemler ancak CHP için bu komisyonun sigortası, komisyonun dağılma ihtimalinin Erdoğan için de bazı riskler taşıması. Yani komisyon dağıldıktan sonra Erdoğan, Bahçeli ile eskisi gibi aynı ilişkisini sürdürebilecek mi? Ya da DEM partinin muhalefete tam angajmanını önleyebilecek mi? Bu sorulara cevabı muhtemelen hayır ve komisyonun dağılması daha güçlü bir iktidardan çok Bahçeli’nin erken seçim istediği ya da ara seçime onay verdiği daha karmaşık bir dönemi tetikleyebilir.
Öte yandan, aynı perspektiften İYİ Parti’nin de komisyona katılmaması kendi açısından oldukça mantıklı. Kutuplaşma altında ezilen ve kendini CHP ve AKP’den ayrıştıramayan bir parti olarak uzun zaman sonra bir var olma zemini buldu. Zafer ve Anahtar gibi partiler için de durum böyle. Bu partiler diğer partileri aynı kümede toplayıp kendilerini farklılaştıracak bir söylem buldular ve muhtemelen buradan oy kazanarak çıkacaklar.
Son olarak şunu söyleyeyim. Ankara’da düello kültürü yoktur. Yani rakibini karşısına alıp tetik çeken pek bulunmaz. (En son 3 Mart 2023’te böyle bir hadise yaşanmıştı. Sonrası malum.) Aktörler, birbirlerinin karşısına dikilerek değil birbirlerinin koluna girerek hesaplaşırlar. Herkesin birbirine yakın durduğu, birbirini pasifleştirdiği ve birbirinin zaaf anını kolladığı durumlar üzerinden siyaset yapılır genelde.
Oluşturulan çözüm süreci komisyonu bu açıdan tamamen Altılı Masa ile aynı paradigmadan besleniyor bana sorarsanız. Aktörler birbirlerine yakın duruyorlar, patika bağımlılığı uzaklaşmayı her geçen gün daha da zorlaştıracak, birbirlerine dolaylı yollardan hamle yapacaklar, asla doğrudan hesaplaşmayacaklar ve bir noktada süreç ya Erdoğan’ın ya da komisyondaki diğer partilerin istediği yöne evrilecek. Her şey, çarpışma noktasındaki parti potansiyellerine, ekonominin durumuna ve jeopolitik bağlama göre şekillenecek. Peki, Kürt sorununa ne olacak? Muhtemelen hiçbir şey.